• Sonuç bulunamadı

AİLE VAKIFLARININ HUKUKİ MAHİYETİ

I. AİLE VAKIFLARININ MEŞRUİYETİ HUKUKİ TEMELİ

1. Nassa Dayalı Deliller

İslâm tarihi boyunca vakıflar her ne kadar çok önemli yer işgal etseler de, İslâm’ın ilk dönemlerinde vakfın olup olmadığı, günümüzdeki şekliyle vakfın Kur’an-ı Kerim’deki varlığı yahut Hz. Peygamber’in uygulamalarında bulunup bulunmadığı tartışma konusu olmuştur. Özellikle müsteşriklerin bu konuyu inceleyerek vakfın meşruiyetini sorgulamaları vakfa ait ana kaynaklarda delillerin neler olduğunun incelenmesini de zorunlu kılmaktadır. Bu kapsamda İslâm hukukunda edille-i erbaa olarak geçen Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tan oluşan dört ana delilde vakfın meşruiyetine dair hususlar incelenmeye, ardından aile vakıflarının meşruiyeti bu deliller ışığında açıklanmaya çalışılacaktır.

Edille-i Erbaa’da, hususi olarak vakfa konu olan deliller bulunduğu gibi, genel anlamda vakfı içine alan umumi deliller de bulunmaktadır. Vakfa dair genel manada deliller bulunabilse de, vakıf hükümlerinin az bir kısmı sünnetle sabit olmuş diğer kısımları fukahanın içtihadı, istihsan, istislâh ve örf delillerine dayanılarak tespit edilmiştir. Vakfın ıstılahî tarifinde de geçtiği üzere vakıf bir tasadduk çeşididir. Bu nedenle çoğu müçtehide göre vakıf Allah’ın rızasını umarak yapıldığında geçerli olur.3 Başka herhangi bir sebebe binaen vakıf yapılması sonucunda vakıftan beklenen sevap gerçekleşmez. Bu yüzden vakıflar Allah’a yaklaşma amacı güden, Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlayan kişilerin oluşturduğu kurumlardır. Nasslarda geçen sadaka kavramının vakıfta karşılığını bulduğu buradan hareketle söylenmektedir. Hatta vakfın İslâm toplumlarında bu kadar gelişip büyümesinin, âyet ve hadislerde genel manada sadakaya yapılan teşvikin ve telkinin sonucu olduğu söylenebilir. Nasslarda insanlara yönelik yapılan hizmetlerin mükâfatlandırılacağının bildirilmesi, insanın öldükten sonra bile bu sayede mükâfatını arttırabileceğinin vurgulanması, vakıf uygulamasının genişlemesinde önemli faktörlerden olmuştur.

a. Kitap

Vakfa dair Kur’an-ı Kerim’de hususi bir delil bulunmamaktadır. Ancak vakıf yerine kullanılan kelimeler arasında sadaka-i câriye’nin olması ve vakfın bir teberru çeşidi sayılması sebebiyle, Kur’an-ı Kerim’de teşvik edilen sadaka vermenin ve malı Allah yolunda harcamanın vakfı da içine alacağı kabul edilmiştir.

Bu âyetler arasında vakfın meşruluğuna delil olarak gösterilenlerin başında

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyi’ye (birre) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir”4 gelmektedir. Âyette geçen “birr” kelimesi iyilik, ihsan, tam hayır manasında kullanılmakta olup, insanların sevdiği mallardan hayra ve Allah’ın rızasına ulaşmak için vazgeçmeleri gerektiği açık bir şekilde ifade edilmektedir.

Âyet-i kerimenin nüzûlünden sonra Hz. Ömer, Ebû Talha, Zeyd b. Hârise, İbn Ömer, Ebû Zerr el-Gıfârî (r.a.) gibi sahabenin önde gelenleri en sevdikleri malları Allah için infak etmişlerdir. el-Kurtubî bu âyeti, “kardeşlerinize mallarınızdan infak etmedikçe ve onlara iyilik etmedikçe Rabbinizin birrine ulaşamaz, cennete giremezsiniz” şeklinde tefsir eder.5

Birr kelimesinin ne olduğu bizzat Kur’an-ı Kerîm tarafından ise şu şekilde açıklanmaktadır. “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, dilencilere, köle ve esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir.”6

Sevilen malların akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolculara verilerek iyiliğe ulaşılabilmesi, infak yolu ile Allah’ın rızasına nail olunabileceğinin göstergesidir. Ayrıca

“Neyi infak edeceklerini senden sorarlar. De ki: Baba ve anaya, akrabaya, yetimlere,

4 Âl-i İmrân, 3/92.

5 Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî, el-Câmî li ahkâmi’l-Kur’ân, Thk: Abdullah b. Abdu’l-muhsin et-Türkî, Müessesetü’r-risâle, Beyrut, 2006, c. 5, s. 201.

6 Bakara, 2/177.

fakirlere ve yolculara maldan istediğinizi infak ediniz. İşlediğiniz her hayrî Allah bilir”7 ve “Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar”8 âyetleri de Müslümanın infakta bulunmasının Allah katında meşru ve müstahsen bir fiil olduğu konusunda ilk verilen âyeti destekler niteliktedir.9

Bu âyetlerin hepsinde mal infak etmek, genel anlamda kullanılmıştır. Bu şekilde hem zekât gibi farz olan infakı hem de nafile sadakaları kapsar. İlk âyette geçen insanları iyiliğe ulaştıracak olan harcama farz ve nafile tüm sadakaları içine almakta ve bu yönüyle umuma hamledilmektedir.10 Âm lafız şeklinde kullanılması, sadaka-i câriye olarak nitelendirilen vakfın da bu kapsama dâhil olacağının göstergesidir. Vakıf yolu ile sevilen şeylerden fakirler, yolcular, muhtaçlar lehine vazgeçilmesi âyetin müjdesine nail olmayı sağlayacaktır.

Birr’in tarifinin yapıldığı Bakara Suresi’nin 177. âyetinin ise zekât gibi farz olan sadakaları dışarıda bırakarak hâssaten nafile sadakaları kapsadığı kabul edilir. Âyette zekât dışındaki mallardan infak edilmesi gerektiği, ancak bu şekilde iyiliğe ulaşılabileceği çok açık bir şekilde belirtilmiştir. Çünkü âyetin devamında “namazını kılanlar ve zekâtını verenler” ibaresinin ek olarak zikredilmesi âyetin baş tarafındaki “mallarından harcayanlar” ibaresinin zekâtın dışındaki harcamalar olarak anlaşılmasını zorunlu kılar.11 Ayrıca, Hz. Peygamber’in “Şüphesiz malda zekât dışında bir hak vardır”12 buyurduktan sonra bu âyeti okuması da, akrabaya, yolculara yardım edilmesinin zekât dışında kalan infaklardan olduğunun delili sayılmaktadır.13 Farz olan zekâtın dışında, mendub sadaka kapsamına dâhil olması sebebiyle bu âyet, vakfın cevazının yanında mendub hükmünü almasına da delil teşkil etmektedir. Bu anlamda Allah tarafından

7 Bakara, 2/215.

8 Bakara, 2/3.

9 Yazır, Ahkâmü’l-evkâf, s. 161.

10 Muhammed b. Abdullah İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, (Thk: Muhammed Abdulkâdir Atâ), Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, t.y., c. 1, s. 367.

11 Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessas, Ahkâmu’l-Kur’ân, Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut, 1335, c. 1, s.

131.

12 et-Tirmizî, “Zekât”, 27; ed-Dârimî, “Zekât”, 13.

13 el-Kurtubî, el-Câmî, c. 3, s. 59.

imkânı olan Müslümanların vakıf yapmalarının teşvik edildiği ve vakıf kuranların sevaba nâil olacakları söylenebilir.

Zekât verilen ve infak edilen malların sevilen mallardan olması gerektiğinin bir başka delili ise; “Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzel olanlarından ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak edin. Göz yummaksızın alıcı olmayacağınız âdî şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki, Allah Ganî ve Hamîddir”14 âyetidir. Bu âyetin sadece farz olan zekâta delalet ettiğini söyleyen âlimler bulunmakta ise de,15 zekâta hasredildiğine dair açık delil bulunamadığından, her çeşit infak yoluna delalet etttiğini ve her türlü infakta insanoğlunun yeltenmeyeceği malların verilmesini yasakladığını söylemek mümkündür. Ancak bu yasaklama zekât dışındaki infakların kötü mallardan yapılmamasını tavsiye niteliğini hâizdir ve haram olduğuna delâlet etmez.16

Zikredilen âyetle Müslümana kazandığı malların en güzellerinden vermesi, kendisinin almaya tenezzül etmeyeceği bir malı hayır olarak vermeye kalkışmaması emredilmektedir. el-Kurtubî bu âyetin nüzûl sebebini, mescide gelenlerin yemesi için hayır yapmak maksadıyla etsiz, adi bir hurma dalı asan bir kişiye Hz. Peygamber’in “Bu adamın astığı ne kadar da kötüdür” demesi olarak aktarır.17 Nakledilen bu nüzûl sebebi âyetin zekât dışındaki infak çeşitlerinin tamamını içine aldığı kanaatini ayrıca destekler mahiyettedir. Çünkü mescide asılan hurma dalında temellük söz konusu olmadığı için zekât değil, nafile ibadet niyetinin bulunduğu daha açıktır. Vakfın da bir infak çeşidi olması sebebiyle bu âyetin kapsamına dâhil olduğu söylenebilir.18

İslâm âlimleri tarafından vakfa delalet ettiği vurgulanan bir başka âyette ise “O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir”19 buyurulmaktadır.

14 Bakara 2/267.

15 “Taberî, Hz. Ali’nin, zekât memurları geldiğinde kişilerin toplayıp ayırdıkları kötü hurmalardan memurlara verdiklerini, âyetin bunun üzerine nâzil olduğunu, bu sebeple sadece zekâta şamil olacağını söylediğini nakletmektedir.” Muhammed b. Câfer Taberî, Tefsîr-i Taberî, Beyrut, Müessesetu risâle, 1994, c. 2, s. 160.

16 el-Kurtubî, el-Câmî, c. 4, 343.

17 el-Kurtubî, el-Câmî, c. 4, s. 434; et-Tirmizî, “Tefsîri’l-Kur’ân”, 3; İbn Mâce, “Zekât”, 19.

18 Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, c. 8, s. 156.

19 Kıyâme, 77/13.

İnsanın ileri götürdüğü ve geri bıraktığının neler olduğu konusunda müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmektedir. İleri götürülenlerden maksadın, kişinin hayatta iken yapıp, karşılığını ahirette bulacağı her iyilik veya kötülük, açtığı iyi veya kötü çığır; geriye bırakılanlardan maksadın ise, iyilik ve hayrın devamını sağlayan, açtığı çığırı öldükten sonra da devam ettiren müesseseler ile dünyada yapması gerekip de yapmadığı ameller olduğu vurgulanmaktadır.20 İbn Abbas ve İbn Mes’ud söz konusu âyeti, insana geride bıraktığı eserlerden ve ileriye götürdüğü iyi ve kötü amellerden haber verileceği şeklinde yorumlamaktadır. el-Kurtubî de İbn Abbas ve İbn Mesud’un görüşlerini aktardıktan sonra, âyeti bu şekilde yorumlamanın daha doğru olacağını belirtir.21 Geride bırakılan ve hayrın devamını sağlayan eserler içerisinde vakıfların bulunacağı ise aşikârdır.

Vakıf kurumuna delil olarak öne sürülen bir başka âyet-i kerime ise şöyledir.

“Şüphesiz, ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır.”22

Âyetin sebeb-i nüzûlü sahabeden evleri Mescid-i Nebevi’ye uzak olanların, evlerini Mescid-i Nebevi’nin yakınına taşımak istemeleridir.23 Bu anlamda âyet hususi bir anlam içermekte ve cemaate gelenin her adımı yazılacağı için uzaktan gelmenin faziletinin daha fazla olacağı müjdelenmektedir. Ancak müfessirlerin birçoğuna göre âyet umumi manada da ele alınabilir. Bu mana da öldükten sonra geride bırakılan her hayrı ve iyiliği içermektedir. Bırakılan izden muradın ise insanların ölümünden sonra dünyada bırakacağı, inşa ettikleri mescitler, öğrettikleri ilimler, telif ettikleri kitaplar, yaptıkları vakıflar gibi hayırlı eserler olduğu vurgulanmaktadır. Buna ek olarak insanların kurdukları, kumarhane, meyhane vs. gibi kişiyi Allah’ın yolundan saptıran kurumlar, insanın kendisi tarafından başlatılan ve öldükten sonra da uygulanmaya devam eden zulümler, bu zulümün yayılması için kurulan tesisler gibi her türlü kötü eserin de bu âyet kapsamında olduğu söylenmiştir.24 Elmalılı da âyetin tefsirini buna göre yorumlamakta

20 et-Taberî, Tefsîr-i Taberî, c. 7, s. 411.

21 el-Kurtubî, el-Câmî, c. 21, s. 415.

22 Yasin, 36/12.

23 et-Taberî, Tefsîr-i Taberî, c. 6, s. 268.

24 Cârullah Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, (Thk: Âdil Ahmed Abdu’l-mevcûd – Ali Muhammed Muavvız) Riyad, Mektebetü’l-Ubeykân, 1998, c. 5, s. 168; Nâsıru’d-dîn Ebû’l-Hayr

ve âyette geçen iz kelimesini kişilerin dünyada iyi ya da kötü bıraktıkları eserler olarak açıklamaktadır.25

Bu âyetlerin yanı sıra başka birçok âyette, hayır yapmanın ve sâlih amel işlemenin mükâfatından bahsedilmektedir.26 Tüm bu hususî ya da umumi olarak sadaka vermeyi, hayır yapmayı, Müslümanların güzel işler yapmalarını teşvik edici ve yapanları mükâfatla müjdeleyen âyetler, Müslüman toplumlarda hayırda yarışılmasını ve muhtaçların korunup kollanmasına yarayacak uygulamaların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Toplum düzeninin ve ekonomik dengenin sağlamlaştırılmasında katkısı olan vakıf vb. kurumlar sayesinde ihtiyaç sahiplerini koruyup kollama, asırlar boyunca mümkün olmuştur.

Müslümanlar Kur’an’ın emrettiği düstûra göre bir toplum düzeni oluşturarak, hem bireysel hem de toplumsal huzura ulaşmayı amaç edinmişlerdir.

Vakfın genel itibarla bir sadaka çeşidi olduğunun ve bu anlamda caiz olacağının ispatı sonucunda aile vakıflarının da sadaka niteliğini haiz olduğunun tespiti, vakıf çeşidi olarak sayılmasını dolayısıyla Kur’an’a göre meşru olduğunun ispatını sağlayacaktır. Aile vakıflarında meşrûtun leh olarak belirlenebilecek gruplardan biri de akraba kapsamına girecek kişilerdir. Bu nedenle aile vakıflarında olduğu gibi akraba ve yakınlara yapılan bağışların sadaka kapsamına girip girmeyeceği konusuna Kur’ân-ı Kerîm birkaç yerde şöyle değinmektedir;

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, dilencilere, köle ve esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir.27

Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beydâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, Beyrut, Dâru İhyâi’t-türâsi’l-arabî, t.y., c. 4, s. 264.

25 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, Eser Kitabevi, t.y, c. 6, s. 401.

26 Konuyla ilgili âyetlerden bazıları için bk. Bakara 2/3, 177, 215, 219, 254, 261-262, 267, 270, 272-274, 276; Âl-i İmrân, 3/ 16-17, 92; Nîsâ 4/39, 114; Enfâl, 8/2-3; Tevbe 9/103-104, 120-121; Kasas 28/51-54;

Fâtır 35/29.

27 el-Bakara, 2/177.

Vakfın delilleri arasında gösterilen bu âyet, aynı zamanda aile vakıflarının vakfa dâhil olduğunu da göstermektedir. Âyete göre kişinin yakın akrabalarına (ﻰَﺑ ْﺮُﻘْﻟﺍ ﻱِﻭَﺫ) sevdiği maldan harcama yapması birr’e / iyiliğe ulaşmasını sağlayacaktır. Yine bir başka âyette;

“Neyi infak edeceklerini senden sorarlar. De ki: Baba ve anaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere ve yolculara maldan istediğinizi infak ediniz. İşlediğiniz her hayrî Allah bilir”28 buyurulmaktadır.

Âyetin belirttiğine göre ana babaya ve akrabaya yapılan harcamalar infak yani sadaka çeşididir. Aile vakıflarında da akrabaya yönelik harcamanın söz konusu olması onun sadaka kapsamında sayılacağını gösterir.

Yine bir başka âyet-i kerîmede kişinin malında akrabalarının da hakkının bulunduğu vurgulanarak, “akrabaya hakkını ver”29 emredilmektedir. Aynı emrin geldiği diğer âyetin devamında ise “Şüphesiz bu, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için daha hayırlıdır”30 buyurularak akrabaya yardım etmenin Allah’ın rızasına ulaştıracak amellerden olduğu vurgulanmaktadır.

Âyetlerin genel anlamlarından hareketle, aile vakıflarının da tahsis edildiği sınıflardan biri olan akrabaya yardım etmenin sadaka kapsamına dâhil olacağı anlaşılmaktadır.

b. Sünnet

Kur’ân-ı Kerîm’deki vakfa delalet eden âyetlerin yanı sıra, Hz. Peygamber tarafından vakfı işaret eden umûmî mahiyette hadisler bulunduğu gibi, husûsî olarak da vakfı gösteren hadisler ve sahabe uygulamaları bulunmaktadır.

28 el-Bakara, 2/215.

29 el-İsrâ 17/26.

30 Rum 30/38.

Umûmî olarak gelmesine karşın vakfa delâlet ettiği belirtilen hadislerin en önemlisi, “İnsanlar öldükleri zaman amelleri kesilir, ancak bunun üç istisnası vardır.

Birincisi, sadaka-i câriye (sürekli sadaka)’dir ki, bunu meydana getiren insanın buradan faydalanma devam ettiği müddetçe ameli devam eder. İkincisi, kendisinden faydalanılan bir ilim bırakılması, üçüncüsü ise kendisine hayır dua eden evlad bırakılmasıdır”31 hadisidir.

İslâm âlimleri, bu hadis ışığında üç şey dışında kişinin öldükten sonra sevap alma imkânının kalmayacağını söylemişlerdir. Bu üç şeyde sevabın kesilmemesinin nedeni ise bunlara kişinin kendisinin sebep olmasıdır. İnsanın, Allah’ın rızasını kazanmasına vesile olacak ve ona dua eden hayırlı bir evlad yetiştirmesi, ahirette kazançlı çıkmasını sağlar.

Yine aynı şekilde, insanlara hayırlı kapılar açan ve fayda sağlayan ilim bırakılması, eserler meydana getirilmesi de ölüm ile amel defterinin kapanmamasını ve sevap hanesinin günbegün dolmasını sağlamaktadır.32

Hadiste amel defterinin kapatılmayarak kişinin öldükten sonra dahi sevap kazanmasını sağlayan üçüncü yolun ise sadaka-i câriye olduğu vurgulanmıştır. Sadaka Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla insanların ihtiyacını karşılamak olarak tanımlanmakta; câriye ise Arap dilinde “akmak, devam etmek, suda yüzmek”

manasındaki “cerâ” kökünden gelmektedir.33 Bu anlamda, sürüp giden, devamlı olan sadakalar için sadaka-i câriye tâbiri kullanılır. Verilmiş olan bir sadakanın, ya da yapılmış olan bir hayrın devamlı olarak yapılabilmesi ise, ancak ilelebet hayır olarak bırakılmış olan vakıflar yolu ile mümkündür. Bu nedenle İslâm âlimleri sadaka-i câriye’nin vakıf olarak anlaşılması gerektiğini, vakfın karşılığı olduğunu vurgulamışlardır.34

31 Müslim, “Vasiyyet”, 3; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 14; et-Tirmizî, “Ahkâm”, 36; en-Nesâî, “Vesâyâ”, 8.

32 Ahmet Davutoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, Sönmez Neşriyat, 1973, c. 8, s. 184.

33 el-Cevherî, es-Sıhah, s. 179.

34 Celalüddîn es-Süyûtî, Sünenü’-Nesâî bi şerhi’l-Hâfız Celâlüddîn es-Süyûtî ve hâşiyetü'l-İmami's-Sindî, Beyrut, Dâru'l-mârife, t.y., c. 6, s. 561; Ahmet Davutoğlu, Sahih-i Müslim, c. 8, s. 84; Mehmet Şeker, İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, 7. B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, s.

195.

Hadiste geçen sadaka-i câriye teriminin vakıf eserler manasında kullanıldığının bir başka göstergesi, Hz. Peygamber’in şu hadisidir. “Şüphesiz ki mü’mine ölümünden sonra işlediği ibadet, amel ve iyiliklerden ulaşacak olan şey; öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı sâlih evlad, miras olarak bıraktığı Mushaf, yaptırdığı mescit, yolcular için inşa ettirdiği konak, akıttığı nehir, hayat ve sağlığı yerinde iken çıkartıp verdiği sadakadır.”35

Hz. Peygamber sadaka-i cariyenin adeta tefsiri mahiyetinde, vakıf eserlerden birkaç tanesini sıralamıştır. Vakıf eserler, her ne kadar sayılan mescit, Mushaf ve konaklarla sınırlı olmasa da, vakıf olarak bırakılan eserlerin en önemlilerindendir.

Topluma yarar sağlamaları açısından vakıf eserlerin tamamının bu hadisin kapsamına girdiği söylenebilir. Topluma fayda veren, insanların ihtiyaçlarını gideren ve devamlı olarak bunu sağlayan her türlü hayır sayesinde, kişinin öldükten sonra amelinin devam edeceğine ve sevaplarının artacağına bu hadisler müjde mahiyetindedir.

Hz. Peygamber tarafından verilen bu müjdenin yanı sıra, vakıf kurmanın mendupluğunun ve teşvik edildiğinin bir başka göstergesi, bizzat kendisi tarafından yapılmış olan vakıflardır. Amr b. Haris’ten rivâyet edilen “Hz. Peygamber, vefatından sonra tereke olarak beyaz bir katır, bir silah ve sadaka olan Hayber’deki (Fedek) arazisinden başka bir mal bırakmamıştır”36 sözü Hz. Peygamber tarafından vakıf olarak bir arazinin bırakıldığını göstermektedir.

Hz. Peygamber’in ayrıca, Medine’de bulunan yedi hurmalığı vakfettiği, bunların Benî Nâdir kabilesinden olup Yahûdî iken Müslüman olan Muhayrık’ın A’râf (A’vâf), Sâfiye, Delâl, Misyeb, Burka, Hasnâ ve Meşrebet-i Ümmü İbrahim adındaki hurmalıkları olduğu rivâyet edilmektedir.37 Havâit-i Seb’a olarak adlandırılan bu bahçeler, Muhayrık tarafından ölümünden sonra Hz. Peygamber’in uhdesine bırakılmış ve dilediği hayır yolunda tasarruf etmesi istenmiştir. Muhayrık, Uhud savaşına katılıp burada şehadete eriştikten sonra Rasûlullah, Uhud’dan döner dönmez bu vasiyet gereği kendisine kalan bu bahçeleri vakfetmiştir.38 Vakfedilen bu hurmalıklar, fukahanın bir kısmına göre

35 İbn Mâce, “Mukaddime”, 20.

36 el-Buhârî, “Cihâd”, 86; el-Beyhâkî, Sünen, c. 6, s. 265.

İslâm’da yapılan ilk vakıftır. Mülklerin bu şekildeki tasarrufu daha sonra sahabe arasında yayılmış, sahabenin birçoğu sevdikleri ve güzel gördükleri malları Allah yolunda vakfetmişlerdir.

Değinildiği üzere Hz. Peygamber’in bizzat vakıf kurmasının yanı sıra ashâbdan bazılarına mallarını vakfetmelerini de tavsiye ettiği görülmektedir. Bu tavsiyeye binaen sahabe tarafından yapılan vakfın en önemlisi Hz. Ömer’e ait olan vakıftır. Hayber’in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen kıymetli bir araziyi Hz. Ömer tasadduk ederek Allah’ın rızasını kazanmak istemiş ve ne şekilde tasadduk etmesi gerektiği konusunda Hz. Peygamber’e danışmıştır. Rasûlullah ona “aslını hapset ve semeresini tasadduk et” diyerek bir arazinin vakıf olarak tasadduk edilebileceğini göstermiştir.39 Hz.

Ömer bu tavsiye üzerine arazisini vakfederek, aslını hukuki muamelelerden alıkoymuş ve mahsülünü sadaka olarak dağıtmıştır. Yine Hz. Ömer Medine’deki “Semğ” adıyla bilinen arazisini ne şekilde tasadduk etmesi gerektiğini Hz. Peygamber’e sormuş, o da

“Satılmaması, hibe edilmemesi, miras bırakılmaması ve ancak meyvesinden infak edilebilmesi şartıyla aslını tasadduk et” buyurmuştur.40 Hz. Ömer’in vakfı ile ilgili geçen bu iki arazinin farklı biçimlerde nakledilen aynı arazi olması mümkündür.

Hz. Ömer, yapmış olduğu vakfı halife olduktan sonra, vakfına dair şartlarının ve kimler tarafından idare edileceğinin yazılı olduğu vakıfname ile tescil etmiştir. Bu vakfiyeye göre, Semğ ve İbn Ekvâ’ isimli hurmalıklarını41 aslı hapsedilmek koşuluyla sadaka olarak bırakmış, kızı Hz. Hafsa’ya da yaşadığı müddetçe bu yerlerin idaresini bırakmıştır. Hz. Hafsa’nın ardından ise idareyi kendi ailesinden gelen kişilere şart koşmuştur. Vakfı idare edenlerin vakıf malından yemesine, yedirmesine ve vakfın hizmetinde kullanılması amacı ile köle satın alınmasına müsaade etmiştir. Vakfın meşrûtun lehi ise, fakirler, yoksullar ve Hz. Ömer’in yakınları olarak belirlenmiştir.42

39 Müslim, “Vasiyyet”, 4; el-Buhârî, “Vesâyâ”, 28; en-Nesâî, “İhbâs”, 3.

40 el-Buhârî, “Vesâyâ”, 22; Beyhâkî, Sünen, c 6, s. 264.

41 Ebû's-seâdât Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîruddîn Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî İbnü’l-Esîr,

41 Ebû's-seâdât Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîruddîn Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî İbnü’l-Esîr,