• Sonuç bulunamadı

1 DİN – TASAVVUF 1.1 Din

1.2.11. Vahdet, Kesret

Dîvân şairleri tarafından tasavvufun en çok kullanılan unsuru olanVahdet-i Vücûd nazariyesi, tasavvufun bel kemiğidir. Cüneyd Bağdadî, Bâyezid-i Bistâmî, Ebu Said Ebulhayr gibi sufiler tarafından ortaya atılan “Vahdet-i Vücûd” nazariyesi, İslâm âlemi Yunan felsefesiyle yakından ilgilenmeye başladıktan sonra İbn Sina, Sühreverdî gibi Müslüman filozoflar tarafından geliştirilmiş, ve nihayetinde İbnü'l-Arabî gibi büyük bir sufi tarafından sistematize edilmiştir (Köprülü 1980: 122).

Vahdet-i Vücûd nazariyesi varlığın tekliği üzerine kurulmuştur. Varlık hakikatte birdir, Vacibü'l- Vücûd olan Allah Teâlâ'nın vücûdu ve zatıdır. Buna "Mutlak Vücûd, Vücûd-ı Sırf" adları da verilir. Şekil, sûret, hat, kayıt, parçalanma ve noksanlaşmadan münezzeh olan bu "Mutlak Vücûd” pek çok farklı suretlerde tezahür eder (Eraydın 1994: 243). Her ne kadar âlemde bir çokluk müşahede edilmekte, akıl da Hak-halk ikiliğini müşahede ve ikrar ediyor ise de, gerçekte ikilik ve çokluk yoktur. Hak ve halk, aslında sadece hakikatin iki ismi veya vechidir. Mahlukat sadece mutlak, fakat tek varlık olan Allah'ın türlü hayalleri; mükevvenât ise Allah'ın sıfatlarına bir aynadır. Ancak, sufiler bu durumu hem kendilerinden, hem de mahlûkattan fânî olduklarında, Allah'la kaldığı tecrübe vasıtasıyla elde edebilirler, çünkü akıl tek başına bu birliği idrak edemez (Ebu'l-Alâ Afîfî 1996: 162).

Fehîm Dîvânı’nda her ne kadar “Vahdet-i Vücûd” terim olarak çok sık zikredilmemiş ise de, vahdet nazariyesi pek çok beyitte sık olarak işlenmiştir. Vahdet-i Vücud nazariyesinin hissedildiği şu beyitte “Vahdet”e ulaşan şair, aşk deryasında boğulduğunu, bu bakımdan faniliğin ne olduğunu bilmediğini söyler.

Garîk-i lücce-i caşkam fenâ nedür bilmem Ümîd-i sâhil içün âşinâ nedür bilmem (G.205/1)

Dîvân şiirinde yaygın olarak vahdet bir denize teşbih edilmiştir. Fehîm de geleneğin sınırları dahilinde vahdeti bir deniz olarak tahayyül ettiği şu beyitte, kendisinin vahdete ulaştığını, hatta bu denizin içinde tamamıyla gark olup, içinde boğulduğunu, onunla tamamen bütünleştiğini, bu nedenle de deniz gibi coşarsa buna şaşmamak gerektiğini iddia eder:

Müstağrak-ı bahr-ı vahdet oldum

Deryâ gibi eylesem n'ola cûş (M.3 h.6/4)

Yine aynı terkib-i bendin başka bir beytinde ise, vahdeti bir şarâba teşbih ederek, vahdet şarabı coşunca, ay ve güneşin de onun sarhoşu olduğunu ifade eder:

Cûş eyleyicek şarâb-ı vahdet

Oldı meh ü mihr ana serhoş (M.3 h.6/9)

1.2.12. Belâ

Belâ kelimesi sözlük anlamı itibariyla azab, musîbet, felâket, ibtilâ, imtihan, deneme anlamlarına gelmekle birlikte, tasavvuf ıstılahında Allah'ın kulunu imtihana tabi tutup, onu sıkıntıya sokup, azab çektirmek suretiyle kendinde mevcut olan iyi hallere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesidir (Uludağ 1991: 91).

Dîvân şiirimizde en sık kullanılan unsurlardan biridir. Âşık belâların en kötüsüne kendisinin uğradığına inanır. Sevgilinin güzelliği ile ilgili her şeyi bir belâ olarak telakkî eder. Ayrıca, belâ kelimesi Arapça’da "evet" anlamına geldiği için de “Kâlû Belâ” arasında kelime oyunu içinde kullanılmıştır (Pala 1995: 82).

Fehîm Dîvânı’nda en sık kullanılan tasavvufî unsurlardan olan “belâ”, murg-ı belâ, ser-leşker-i iklîm-i belâ, zahm-ı şemşîr -i belâ, belâ vü mihnet-i dehr, belâ-ender- belâ, murgân-ı belâ, bahr-ı belâ, nâhudâ-yı yem-i belâ-mevc, bâlâ-yı belâ-hîz, şemşîr -i

cân, berk-ı belâ, belâ-yı şehr, bend-i belâ, devr-i girdâb-ı belâ gibi tamlamalar içinde somut ve soyut benzetmeler ile birlikte işlenmiştir.

Aşağıdaki rubâîde ise şair belâyı her elemi idrak etmek olarak tanımlar. Ancak aptal olanlar elemi unutarak zevk içinde yaşayabilirler ve ancak ârif olan kişi feryat etmez.

cÂlemde belâ her elemi izcândur Müstağrak-ı zevkdur o kim nâdândur Ger ârif isen Fehîm efgân itme

Hirmân-ı ebed lâzıme-i irfândur (R.20)

“Belâ” redifli 4 numaralı gazelde şair tarafından şunlar âşıklar için bir üzüntü ve sıkıntı kaynağı olarak telakki edilmiş ve bir belâ olarak tanımlanmıştır: Dosta düşmana ikiyüzlülük yaparak dostça görünmek ve nazikçe muamele etmek; gönle teklif yükleyecek sevgili; aşk şarabının kötü sarhoşluğuna bekleyiş; vuslat ânını delicesine özleyerek bekleme ve ayrılığa derinden üzülme; tasavvuf aksinin şekillerini, resimlerini seyretmek ve kadın tabiatlı sefiller gibi incelik, zarafet taslamak.

Başka bir beyitte ise, Dîvân şiirinde sıkça görmeye pek alışık olmadığımız bir benzetme unsuru olarak belâ bir kuşa teşbih edilmiştir. Belâ kuşu, âlemde uçmak için, sevgilinin külahının ucunun kımıldanışından izin ister, diyen şair, sevgilinin külahının ucunun kımıldayışı ile âşıkların akıllarının başlarından gittiğini, gönüllerinin karıştığını vurgular:

Murgân-ı belâ eylemeğe âleme pervâz

Destûr diler cünbiş-i perr-i külehünden (G.237/3)

Dîvân edebiyatında sevgili ve sevgili ile ilgili hemen hemen bütün unsurlar belâ sebebi olarak düşünülmüşlerdir. Aşağıdaki beyitlerde, bir örnek olmak üzere, sevgilininin kakülü ve bakışı belâ olarak nitelenir.

Ne belâ âfet-i dildür göricek kâkülini

Bend-i zencîr-i cünûn oldı Fehîm-i âzâd (G.38/11) ... .... ...

Tîg ü tîr-i kazâ nigâhundur

Bâcis-i her belâ nigâhundur(G.72/1)

Aşkın bir deniz olarak tasavvur edildiği şu beyitte ise aşk denizi dalgıcına şarap ve kadeh olarak belâ anaforunun dönüşü ve kazâ tûfânının dalgaları kâfidir.

Devr-i girdâb-ı belâ mevce-i tûfân-ı kazâ

Gûta-hor-ı yem-i caşka mey ü peymâne yeter (G.62/2)

Belânın bir pazar yeri olarak tasavvur edildiği şu beyitte ise “put gibi güzellerin kaküllerine sevdalı âşıklar gönüllerini satışa çıkarırlar.”

Sevdâ-ger-i turra-i bütânuz

Bâzâr-ı belâda dil-fürûşuz (G.122/6)

Kimi zaman belâ denize, kimi zaman ise denizin dalgaları belâya teşbih edilmiştir. Âşık ise bu belâ dalgalı denizin anafordan korkmayan tecrübeli kaptanıdır.

Hele ben uğramadum caşk gibi girdâba

Mevc-veş gerçi ki sad bahr-ı belâdan geçdüm (G.218/8) ... ... ...

Nâhudâ-yı yem-i belâ-mevcem

Bîm-i girdâb n'iydügin bilmem (G.204/6)

1.2.13. Zâhir, Bâtın

Hakk'ın zıt istikâmetlere bakan iki vechesi olan zâhir ve bâtın, Dîvân şairlerinin en sık kullandıkları tasavvufî kavramlardır. Bâtın, Hakk'ın kendini gizleyen, zâhir ise açıp, izhar eden yönüdür. Sözlük anlamı itibarıyla, bir şeyin dış yüzü ve görünen tarafı anlamına gelen “zâhir”, tasavvuf ıstılahında şeriat ve tecellî eden Hakk anlamlarında

“bâtın” ise, tasavvufta çeşitli anlamlar içinde kullanılmıştır: Allah'ın dört adından biri (Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın); ayet ve hadislerin ancak ârifler ve veliler tarafından bilinen gizli manaları; sâlikin kalbi ve ruhu, iç âlemi gibi (Uludağ 1991: 87).

Hak, yani gizlenmiş Tanrı, birinci vechesiyle bir mutlak “bilinmez-bilinemez”, ezelî bir metafizik sırdır. İnsan idraki tarafından Hakk'ın salt negatif tarafı olan bu gizliliği Izutsu’ya göre “Hakk'ın kendisi açısından sahip olduğu tüm mümkün yönlerin en pozitifidir, çünkü bu ‘vücûd’un kayıtsız kemaliyetini ifade etmektedir.” Zâhir ise insan zihni açısından Hakk'ın pozitif vechesidir. Yani, Hak, zâhiri âlemin metafizik mebdeidir (Izutsu: 64).

Fehîm Dîvânı’nda bu iki unsur beyitlerde tasavvufî bir anlamı açıkça ifade eder şekilde işlenmemişlerdir. Aşağıdaki beyitte de görüleceği üzere “zâhir olmak,” daha ziyade ortaya çıkmak, tezahür etmek anlamlarında çeşitli unsurlar için kullanılmıştır.

Mâcil-i şâm-ı cefâdur dâ'imâ huffâş-ı baht

Pertev-i mihr-i kemâlüm zâhir olmış olmamış (G.139/3)