• Sonuç bulunamadı

FEHÎM-İ KADÎM’İN HAYATI, SANATI VE ESERLERİ 1 HAYAT

2.1. Sanatına Genel Bir Bakış

Osmanlılarda şairlik bir meslekti. Şairler bir “hüner ve marifet” ortaya koyar ve bunun karşılığını da alırlardı. Bu karşılık kimi zaman maddi bir karşılık, kimi zaman da mesela şair bir devlet memuru ise, bu bir terfi olurdu (Çavuşoğlu 1999: 214). Henüz on sekiz yaşında iken, genç bir yaşta, tamamladığı Dîvânı (Mustafa Safâyî Efendi 2005: 443) ile dikkatleri üzerine çeken Fehîm’i şair olmaya veya onu şiir yazmaya sevkeden amiller nelerdir ve Fehîm’e göre şair olmanın kıymeti nedir? Onun gözünde iyi bir şairin ve iyi bir şiirin delilleri nelerdir? Şairlik onun gözünde de bir meslek midir?

Rum elinden şikayetlerini dile getirdiği 2 numaralı terkib-i bentte Anadolu’daki şairleri sert bir dille eleştirmesini dikkate alırsak, Fehîm’in karşılık bekleyerek şiir söylemeyi pek tasvip etmediğini söylemek mümkündür. Aşağıdaki beyitte bir rezil şair şiir okuduğunda, Rum elindeki alçak kimselerin birbirlerine işaret edip saraca "Katıra arpa al, zira yine para kalmamış" diyerek alay ettiklerini söyleyen Fehîm sadece insanların kaba davranışlarını değil, maddî beklenti içinde şiir yazan ve sunan şairleri de eleştirir aslında.

Bir şâcir-i rezîl ki bu kavme şicr okur Birbirine idüp o le'îmân işareti Serrâce derler estere yine şâcir al

Zîrâ yok akça deyü ederler zarâfeti (M.2 h.3/5-6)

Takip eden beyitte de Anadolu sahasında şairlerden başka kimsenin bu rezilliği kabul etmediğini söyleyerek şairleri eleştirmeye devam eder.

Ammâ ki hak elinde bu kavmün ki Rûm'da Şâcir kadar kabul eder yok rezâleti (M.2 h.3/7)

Aynı terkib-i bendin 4. hanesinde ise şairler mecmuasının karmâşıklığından dertlenir ve onların sözlerinin deli saçmasından bile karmâşık ve anlaşılmaz olduğunu,

Dâd ol sefîne-i şâcir-i bî-intizâmdan

Dîvâneyi hacil ide halt-ı kelâmdan (M.2 h.4/1)

Fehîm’in şikayetçi olduğu bir diğer husus da “bayağı mânâ hırsızları” olarak nitelediği, şiirde anlamı çarpıtan şairlerdir. Şair, bu şairlerin kendi tabiatlarının eğriliğinden dolayı ince mânâları da çarpıttıklarını söyleyerek onları da eleştirir.

Feryâd o düzd-i macni-i hâyîde-hvârdan

Hâm ide nice nükteleri tabc-ı hâmdan (M.2 h.4/2)

Şiirde yeni söyleyişler ararken sözleri, yeni kelimelerle perişan bir hâle gelmiştir, fakat onlar bunun farkına varmazlar ve inci dizisinin bozulduğunu sanırlar.

Elfâz-ı taze ile perîşân suhânları

Dürr-i nazîm düşdi sanurlar nizâmdan (M.2 h.4/2)

Fehîm’e göre, hala kendi beyitlerinin Kabe'den daha yüce olacağını düşünen bu şairler, aslında şiir yolunun birer haydutu olmuşlardır. Gerçek bir şairin kıymetini bilmezler, ancak bir çeşit dilencilik yaparak ihtişamdan, gösteriş ve kudretten bahsederler. Üstelik bir de çarşılarda, kendilerince şairliğin ne olduğunu herkese göstermek üzere sarıklarını çarpıtıp yana yatırarak yürürler.

Elfâz-ı taze ile perîşan suhanlan Dürr-i nazîm düşdi sanurlar nizâmdan

Olmış harâmi-i reh-i eşcâr her biri

Beytin sanur bülend ola Beytü'l-harâm'dan

Rûm içre Muhteşem de olursan hakîrsin Bunlarsa cerr idüp dem urur ihtişâmdan

Destârı kec idüp ide bâzârda hırâm

Teşhîr-i şâcirî ide mudhik hırâmdan (M.2 h.4/3-4-5-6)

Fehîm onlara o derece öfkelidir ki, onlar için eşek benzetmesini yapar ve onlarla ortak oluşundan, aynı işi yapıyor olmaktan haya ettiğini dahi ifade eder.

Âr eylerem şerîk-i harân olduğum meğer

cîsâ gibi kaçam feleke bu makâmdan (M.2 h.4/7)

Yukarıdaki beyitlerden sadece Fehîm’in şairlikten ne anladığını, bir şairden beklentilerinin de neler olduğunu anlayabiliyoruz. Yukardaki mısraların yanısıra, Fehîm gibi genç bir şairin tertip ettiği ilk Dîvânı yakıp, Dîvânını yeniden tertip etmiş olması da, onun şiir hususunda titiz olduğunu, şiire dair kaygılar taşıdığını ve kafasında “iyi şiir nasıl olmalı?” sorusuna bir cevabı olduğunu veya en azından buna dair kaygılarının olduğunu gösteriyor.

Dîvân’ın içeriğine gelince, Dîvân’da 17 kasîdesinden sadece 4 tanesini birilerine ithaf eden şair, bu 4 kasîdeden birini IV. Murad’a, ikisini Mısır Valisi Eyup Paşa’ya, birini de Mısır Dizdarı Mehemmed Ağa’ya sunmuştur. Bu 4 kasîdenin dışında, Mısır’da çok bunalan ve İstanbul’a geri dönmenin yollarını arayan Fehîm, Mehemmed Ağa’ya ikinci bir kasîde sunarak geri gönderilmesinin teminini istirham eder. Tahir Üzgör’ün de dikkatimizi çektiği gibi, Mehemmed Ağa’ya yazdığı bu ikinci kasîdesi ile Fehîm’in sadece iki kasîdesinde bir talep ifadesi olduğunu görüyoruz. (Üzgör 1991: 13) Bu duruma şairin bizzat kendisi bir açıklama getirir. Kendisinin şair olduğunu fakat dilenci olmadığını, dilenci ise de zenginleri rahatsız etmediğini, her ne istiyorsa güzellerden istediğini söyler. Onların görünürde lutf ile ona bakmaları ve tenhada onu öpüp kucaklamaları onun güzellerden de tek arzusudur. Yani, yine maddi bir beklenti içinde değildir:

Ben şâ‘irem ammâ degülem pek cerrâr Cerrâram u agniyâyı itmem bizâr Her ne talebüm var ise dilberdendür

yaşlarda başladığını biliyoruz. Daha on yaş civarındayken onun Urfi Dîvânı’nı istinsah etmiş olması onun Farsça’ya olan hakimiyetinin bir göstergesi olduğu kadar, Sebk-i Hindî’nin büyük şairi Urfi’nin onun şiirindeki etkilerine de bir işarettir.

Kendinden emin ifadesini sürekli vurgulayan şair, şiirlerinde genellikle başka şairlerden övgüyle ve beğeni ile bahsetmez. Kendisini şairler içinde, korkusuz bir yiğit olarak ifade eder. Kadın tabiatli sefiller gibi incelik, zarafet taslamak şairler için bir felakettir onun gözünde:

Merd-i bî-bâk-levendem şucarâ içre Fehîm Zen-tabicat süfehâ gibi tazarruf ne belâ (G.4/7)

Ona göre, İran şiirinin iki büyük şairi Hâkânî ve Dîvânı’nı istinsah ettiği Urfi bile kendinden daha iyi şairler değildir, ya da başka bir ifadeyle kendisi de onlar kadar iyi şairdir. Bir rubâîsinde Hayyâm’a bağlandığını söyleyen şair, bir gazelinde de Edirneli Zehr-i Mâr-zâde Seyyid Rızâ’ya atıfta bulunur. Şair Şeyhî ile yakın bir dostluğu olduğunu şiirlerinden çıkarırız ama, onun şairliği için ne düşündüğünü bizimle paylaşmaz.

Evliya Çelebi’nin “yâr-ı gar-ı cân-berâberümüz” diyerek zikrettiği, Seyyid Rızâ, Mücib Mustafa Efendi, Safâyi ve Tevfik Efendi gibi tezkire yazarlarının sitayişle bahsettiği (Üzgör 1991: 14), Gibb’in “hayallerini tanıdık çevreden almakla kalmaz günlük hayata ait bazı hadise ve manzaraları tasvir eden yekpare gazeller yazarak seleflerinden de bir adım öne geçer” (Gibb 1999: 207) diyerek devrindeki şairlere kıyaslayarak özel bir değer verdiği şairin kasîde ve gazellerine pek çok şair tarafından nazireler yazılmıştır. Edirne Şeyhi Ahmed Dede ve Gedikpaşalı Yahya Nazîm (ö. 1727) şairin ‘ruz u şeb’ redifli na’tini tanzir etmişlerdir. Ayrıca Şeyh Gâlib (ö. 1799), Âşık Ömer (ö. 1707), Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829), Bursevî Celvetî Hasan Efendi (ö. 1751), Nevres-i Kadîm (ö. 1762), Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Halim Girây (ö. 1824) ve Hersekli Arif Hikmet Bey gibi isimleri iyi bilinen şairlerin Fehîm’in şiirlerine yazıldığı tesbit edilmiş nazireleri vardır (Üzgör 1991: 66-82). Tahir Üzgör, Encümen-i Şuarâ’nın

başını çeken şairlerden olan Kazım Paşa ve arkadaşları üzerinde çok etkili olan Fehîm’in bazı şiirleri ile Vecdî (ö. 1662), Tıflî (ö. 1644-45), Sürurî (ö. 1814), Nâbî (ö. 1712), Cevrî (ö. 1655) ve Süleyman Nahifî Dede (ö. 1738) gibi ünlü şairlerin bazı şiirleri arasında dikkat çekici paralellikler ve benzerlikler tespit etmiştir. (Üzgör 1991: 71-75). Bunlara ilaveten, Şener Demirel de, şair Şehrî’nin (Malatyalı Ali Çelebi) şiirleri ile Fehîm’in şiirlerinde pek çok benzerlikler tespit etmiştir (Demirel 1999: 36-45).

Ayetlerden yaptığı iktibaslar ve telmihlerden ve başta Hz. Muhammed olmak üzere, Hz. İsa, Yusuf, Yakup, Musa, Nuh gibi kendinden önceki ve devrindeki şairlerin telmih yoluyla sık sık zikrettiği peygamberlerden ve Hızır (AS) gibi dini şahsiyetlerden bahsetmesi onun yetiştiği geleneğin sadece vezin ve kafiye bazında teknik açıdan değil, kültür olarak da takipçisi olduğunun bir işaretidir. Gerçekte devrin genel şiir anlayışı göz önüne alınınca, Fehîm’in gelenekten uzaklaşmak veya geleneği yıkmak gibi bir çabasının olmadığı açıktır. Fakat, onun imaj dünyasını kurmada yeni söyleyişler aradığını görebiliyoruz. Onun, daha o günlerde henüz “rüşdünü ispat etmemiş” “ter ü taze” bir şair olarak Sebk-i Hindî’ye yönelmesi de kanaatimce onun bu arayışının bir ifadesidir.

Osmanlı’da şair olmak bir takım teknikleri, usul, yol, yöntem, aruz, kafiye, redif bilmeyi; yani şiir ilmini bilmeyi gerekli kılıyordu ve ancak bu teknikler edinildikten sonra şair olmak yolu açılıyordu. Orijinal mazmun yaratma iddiası ve çabası içinde gördüğümüz şairimiz de, Faruk Kadri Timurtaş tarafından “Manaya ve kusursuz ifadeye çok dikkat eden Fehîm, kudretli ve titiz bir sanatkardır” (Timurtaş 1981: 225) denilerek methedilmiştir. Fehîm de kendi sözünü/şiirini bir gül bahçesine benzetir ve temiz, saf, el değmemiş, orijinal mazmunların dikensiz bir “hüner” goncası olarak o bahçede yetiştiğini iddia eder. Öyle ki, “mana” yı bir inci olarak düşünen şair, kendi şiirini de bu incinin içinde yetiştiği bir sadefe teşbih eder. Şiirinin sadefi olduğu her mânâ incisi, (el değmemişliği ile) gerçek incileri kıskandırır ve ağlatır:

Gülzâr-ı kelâmumdaki ebkâr-ı mezâmîn Her birisi bir gonca-i bî-hâr u hünerdür

Reşk ile Fehîmâ sebeb-i eşk-i güherdür (G.106/10-11)

Başka bir beyitte ise sevdiği güzel hem utangaç, hem dilber hem de şair olduğu için, kendi şiirinin eşi benzeri olmadığını ifade ederek, onun şiirine yön veren ilham kaynağının diğer şairlerinkinden farklı olduğunu ve bunun da onun şiirini ötekilerden farklı kılan amil olduğunu söyler:

Bî-nazîr oldı Fehîm’ün sözi kim sevdügi şûh

Hem hayâ-perver ü hem dilber ü hem şâcirdür (G.107I/5)

Kendisini Tâlib-i Amül, Senâî, Enverî, Zâhirî ve Hâkânî gibi İran şiirinin büyük ustaları ile kıyaslayan ve kendini onlara eş, hatta onlardan üstün gören Fehîm, aynı gazelin son beytinde kendisini, İran’da bir eşi olmadığını söylediği Sebk-i Hindî şairi Urfi’ye muadil tutar:

Misli yokdur cAcem’de gerçi Fehîm Rûm’da cUrfi’ye nazîr benem (G.206/16)

Şairin daha pek çok fırsatta şiirinin şekli ve görünüşünün yeni olduğunu ifade ettiğini ve bununla iftihar ettiğini görüyoruz:

Oldı tab‘um nüsha-i câyîne-i feyz-i ecel Ol sebebden sûret-i şicr-i metînüm tâzedür

Gülbün-i lafza degül macni târvet-yâb ise

Ey Fehîm itme tacaccüb kim zemînüm tâzedür (G.94/5-6)

Fehîm Dîvân’ı, şairin henüz ergenlik çağını idrak ettiği bir döneminde tamamlanmış olması açısından oldukça dikkate değerdir. Şairin on sekiz yaşında tertip ettiği ilk Dîvânı elimizde olmadığı için, ikinci tertip ettiği Dîvânında hangi kriterleri dikkate alarak yeni bir düzenleme yaptığını bilemiyoruz. Fakat onun ilk Dîvânını yakıp, yenisini hazırlaması, ciddi anlamda sanat kaygıları taşıdığının ve sanat hususunda titiz davrandığının göstergesidir.

Fehîm, Dîvân şiiri geleneği içinde yetişmiş, bu kültürden beslenmiş, sanatını kurarken bu geleneğin içinde kalmış olsa da; geleneği –en azından- bazı noktalarda kırma çabası içine görülüyor. Dîvân şiirinde -bilinçli bir şekilde- yenilik yaratmadan ziyade, geleneksel kalıplardan bir nebze sıyrılma -belki bir nefes alma- çabası içindedir. Bu noktada şairin Dîvânından ve diğer manzum eserlerinden yola çıkarak onun şiire yönelik bakış açısını anlamaya çalışıyoruz. Fehîm’in, kanaatimce, bu yönde bir arayışı olduğunu bize en güzel gösterecek ‘delil’ onun henüz dışarıdan gelen ve Osmanlı şiirinde çok yeni bir geçmişi olan Sebk-i Hindî içine dahil olmuş olmasıdır.

Manası bir beyit ile tamamlanmayıp, bir sonraki beyit ile bütünleşen beyitlere beyt-i merhun adı verilir. Tahir Üzgör’in de dikkatimizi çektiği gibi (Üzgör 1991: 19) Fehîm’in şiirinde özellikle kasîde ve gazellerindeki kompozisyon ve anlam bütünlüğü, bazan beyitlerin yerini oynatmayı dahi imkansız kılar.

Sensin ol kim ben hazân-perverd gül-i pejmürdeyi Eylese feyz-i nesîm-i iltifâtun behre-yâb

Keyf-i bûyumdan iderdüm şîşe-i mül goncayı

Reng-i rûyumdan gül-i racnâ olurdı pür-hicâb (K.5/51-52)

Beyt-i merhûnun kullanımına bir diğer başarılı örnek ise, yine Üzgör’ün belirttiği gibi 257 numaralı gazeldir.

Diğer Dîvân şairleri gibi Fehîm de şiirlerinde çeşitli deyimleri kullanmıştır. Dîvân’da kullanılan deyimlere örnek olarak ayağına düşmek (K.0/19a), can vermek (K.11/5b), aman zaman vermemek (K.11/8b), feda etmek (K.13/17a), berbat eylemek (K.16/15a), nazar eylemek (G.267/5b), siper eylemek (G.267/3b), kurban olmak (G.279/2a), gözünde olmamak (G.266/2a), pâmâl etmek (ayaklar altına almak) (G.243/3a), rüsvâ-yı cihân etmek (aleme rezil etmek) (G.244/3a), kulak asmamak (G.212/6a), ayağı yer(e) basmamak (K.8/31b), bel bağlamak (M.1 h.6/10a), hayal etmek (G.88/5a) zikredilebilir. Bunların içinde en sık kullanılan deyim “kurban olmak”tır. Deyim 4 numaralı terkib-bendin 6. hanesi için de ayrıca redif olarak da kullanılmıştır.

Şimdi kurbânun olam söyle nedür n'oldı sebeb Âşinâ-yı ezelîye bu tecâhül bu gazâb (M.4 h.4/5)

Aynı deyim, aşağıdaki şu beyitte ise “kurban eylemek” şeklinde işlenmiştir.

Bilürem cîd-i visâlün bana câvîd olmaz

Eyle kurbân beni kim böyle güzel cîd olmaz (G.113/1b)

Şiirde kullanılan deyimlerden bir diğeri de “göz hapsine almak” deyimidir. Sevgili usta bir binici olarak tasavvur edildiği şu beyitte, âşığın inleyen gönlünü göz hapsine alarak avlamak için üstünde iki doğan salmıştır.

Göz habsine bırakıldı dil-i zârı sayd içün Bir sacve üzre saldı iki şahbâz hayf (G.159/6)

Şiirde ayrıca dikkat çeken bir diğer husus da çok sık olmamakla birlikte, aşağıdaki beyitlerde olduğu gibi, şairin bazan bir beytin alt mısraını takibeden beytin ik mısraında aynen tekrar etmesidir.

Çözse nâgeh cukde-i ham-der-hamın dest-i sabâ Ser-be-ser sahrâ-yı Çîn eyler havâyı turrası

Ser-be-ser sahrâ-yı Çîn eyler havâyı hem Fehîm Deşt-i sünbülzâr eder dest-i sabâyı turrası (G.278/4-5)

Sebk-i Hindî şairlerinin sosyal hayatı şiirlerine taşımaları üslubun bir gereği olsa da, Faruk Kadri Timurtaş’ın ifade ettiği gibi Fehîm’in şiirlerinde “Dış dünyaya ait izler çok az olduğu gibi içtimai hayatı tenkid eden hususlar hemen hemen yoktur.” (Timurtaş 1981: 225). Fakat Fehîm’in daha özele inerek, mesela şair Şehrî’nin başına gelen felaketleri sayarken aniden çocuğunun ölmesi ve ardından da evinin iki hırsız tarafından soyulması gibi şahsi meseleleri de şiirine taşıması, onun duyarlı bir kişi olarak etrafında olup bitenlerle ilgili olduğunun da bir göstergesidir.

Hiyel-i çarh-ı dûn-ı şucbede-bâz Ki odur Yûsuf’ı iden çâhî

Şehrî-i nac-murâda gör n'itdi Yeridür yaksa câlemi âhı

Nâgehân fevt oldı mahdûmı Bu yeterken kazâ-yı nâgehânî

Cümle esbâbın itdiler sirkat

Bir iki hâne-düzd güm-râhî (Kt.4/1-2-3-4)

Fakat dikkat çekicidir ki, şair kendi özel hayatına dair nerdeyse hiç bir ipucu vermez. Şairin bir takım iç sıkıntılarının olduğunu şiirlerinde bariz olarak görmek mümkündür. Rum ilinde kıymetinin bilinmediğinden şikayet eden şair, Mısır seyahatinden de memnun kalmış görülmez. Fehîm’in özellikle Mısır seyahati üzerine olan beyitlerde bize sunduğu detaylar, sosyal hayatın onun şiirine yansımasının güzel bir örneğidir (Kt.3/1-16).

Fakat şairin, ne ailesi ne de dostlarına dair bir ipucu bulamayız. Mesela şairin babasının ve de kendisinin mesleği olarak bilinen unculuk üzerine Dîvân’da tek bir tasavvurun dahi olmaması enteresandır. Ancak, şair kendi kişisel ve sosyal hayatını şiirinden uzak tutmasına rağmen, yaşadığı dönemin pek çok özellikleri beyitler ve mısralar arasına serpiştirmiştir. Çalışmamızın “Toplum” başlıklı bölümünde gelenek ve göreneklerin şiire yansıması ilgili alt başlık altında ilgili beyitlerden örnekler getirilerek incelenmiştir.