• Sonuç bulunamadı

1 DİN – TASAVVUF 1.1 Din

1.2.4. Tarîk, Mezheb

Kelime olarak yol anlamına gelen “tarik” beyitlerde tasavvufî anlamı ile birlikte düşünülmemiştir. Aynı şekilde mezheb de gidilen yol anlamında olup, dinî bir kavram olarak dinin şubelerine verilen isimdir. Geçtiği beyitlerde, mezheb de tarik-i mezheb-i

erbâb-ı aşk, hem-mezheb-i pervâne ve mezheb-i rindân tamlamalarında olduğu gibi daha ziyade gidilecek yol, usul, erkan olarak karşımıza çıkar.

Olmaz tarîk-i mezheb-i erbâb-ı caşkda

İhrâm-best-i kûyuna Beytü'l-harâm farz (G.147/6)

Sofuların, şarâbın tadına bakmadan rintlerin yolunu anlamaları mümkün değildir.

Mezheb-i rindânı bilsün mi Fehîmâ zâhidân

Ben hezârân-sâl mey-nûş olmayınca bilmedüm (G.219/5)

Mezheb ve akıl sahibi olmak birbiriyle alakalıdır ve ikisi de çeşitli mesuliyetler gerektirir. İnsan aklı ile gideceği yolu tayin eder, fakat beyitte her ikisinin de aşkın dîvânesi olan âşığın gönlünden uzaklaştığını, böylece âşığın da her türlü külfetten kurtulduğunu görüyoruz.

Oldı dilden mezheb ü cakl-ı tasarruf ber-taraf

Bacd-ezîn divâne-i caşkam tekellüf ber-taraf (G.155/1)

Bir beyitte ise sevgili âşığa karşı olan temkinsiz ve farklı tutumları nedeniyle âlüfte-mezheb yani karışık mezhepli olarak nitelenmiştir.

Bî-amân hançer be-dest âlüfte-mezheb olmasun

Böyle zâlim dilber-i hûn-hvâresi bir kimsenün (G.179/6)

1.2.5. Şeyh, Pîr-i Mugân

Şeyh tarikatta seyr ü sülûk yolundaki sâlike yol gösteren kişidir. Yaratan’a giden yolda, henüz yola çıkmış acemi sâlike rehberlik eder, onun tehlikelere karşı uyarır ve tehlikelerden nasıl kendini kurtaracağı hususunda ona yardımcı olur. Sayariın ifade ettiği gibi “Sufinin içsel yolculuğu zor bir zihinsel ve ruhsal yolculuktur; çünkü her düşünme ve arınma eyleminde yanılsamaya düşme tehlikesi vardır. O yüzden sufi

geçmiş birisidir. Davranışsal ve zihinsel değişim için arayıcıya durumunu hatırlatacak ve yola koyulan kişiye talimatlarla değil yaşantılarla yol gösterecektir” (Sayar, 2003: 29). Şeyhler bu rehberlik etme sürecinde, gerektiğinde müritlerinin rüyalarını da tabir ederler. Kimi zaman sadece kendi müritlerinin değil, kendilerine rüya tabiri isteği ile gelen herkesin rüyalarını da tabir ederler. Beyitte şeyh bu yanıyla işlenmiştir. Ancak şehrin şeyhin kendi rüyası yanlış çıkmıştır.

Bildi tacbîrin dürûğ-âmizdür câlem sahîh

Şeyh-i şehrün olmada gitdükçe rü’yası galat (G.149/3)

“Pîr-i Mugân” ise Dîvân şiirinde önemli bir karakterdir. Gün görmüş, hikmetli sözler söyleyen, dünyaya itibar etmeyen, cömert bir kişidir. Ayrıca meyhâneyi çekip çevirir, herkese miktarınca içki sunar (Pala 1989: 266). Dîvân’da zikredildiği beyitte bağbozumundan geride kalan, dökülen üzümleri toplayan bir meyhâneci olarak tasavvur edilmiştir.

Sebû-be-dûş-ı mey-i feyz-i caşk olam tâ kim Misâl-i pîr-i mugân hûşe-çîn-i engûram (K.14/43)

1.2.6. Dergâh

Dergâh ve tekkeler tarikat mensuplarının bir araya gelip, ibâdet ettikleri mekanlara verilen isimdir. Osmanlı sosyal ve kültürel hayatında en az medreseler kadar önemli bir yer tutan tekkeler, her tabakadan halka açık olan tekkeler adeta bir “Dârü’l-İrfân-i İlâhî” olarak etkin olmuşlardır (Revnakoğlu, 2003: 191-192). Tekkeler tasavvufî, dinî ve edebî kültürün adeta taşıyıcısı ve daha geniş kitlelere aktarıcısı olarak işlemişlerdir. Ayrıca aydınların rağbet gösterdikleri ancak medreselerde öğretilmeyen Farsça da tekkelerde ögretilerek, tekkeler oldukça özel bir kültürel ve eğitimsel görev de yüklenmişlerdir (Açıkgöz 1999: 414-415).

Fehîm Dîvân’ında sadece bir kaç beyitte zikredilmiştir. Şair, Hz. Peygamber’e ithafen yazdığı ilk naatte yeryüzünü Peygamber’in dergâhı olarak, güneş ve ay’ı da onun

dergâhının toprağına yüz süren dervişler olarak tasavvur eder.

Çihre-sây-ı hâk-i dergâhun olaldan mihr ü meh Her biri feyziyle eyler hâki gevher rûz u şeb (K.1/37)

Sultan Murad için kaleme alınmış şu beyitlerde ise, dergâh, padişahın bulunduğu mekan anlamında kullanılmıştır. Felek, onun dergâhını, kapı halkası gibi çok dolanmış, fakat onun yüceliğinin halvet sarayında kapıyı açamamıştır.

Çok tolandı halka-i der gibi dergâhun felek

Olmadı halvet-sarây-ı rifcatünde feth-i bâb (K.5/48)

Şu beyitte ise Defter Emini Avni Efendi’nin makâmı gam hastalarına şifa dağıtan bir dergah olarak düşünülmüştür.

Hasta-i gam dergehine varsa ger-timâr içün

Ana bir sâfî cevâb itmekle dermân gösterür (K.10/31)

1.2.7. Macrifet

Allah’ı hakkıyla tanımak, gönülle bilmek, tasavvufta mârifet diye isimlendirilir. Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmek ise mârifetullahtır. Fehîm Dîvânı’nda çok sık olmamakla birlikte karşımıza çıkan bir unsurdur. Bir beyitte Fehîm marifetten şikayet eder ve uğradığı zulmün marifetten dolayı olduğunu söyleyerek Allah’tan bu irfânı kendisinden almasını ister. Burda her ne kadar şair şikayet ediyor gibi görünse de aslında kendi ile iftihar etmekte, kendisinin “marifet makâmı”na ulaştığını ilan etmektedir:

Bana hep çevri macrifet itdi

Al elümden Hudâ bu cirfânı (K.17/8)

Bu beyti takibeden beyitlerde de yine marifetten yana şikayetleri devam eder. Marifet, mal ve canın düşmanıdır; ruhânî bir belâdır, insanı iflas ettirir:

Macrifet-düşmen it beni ki odur Düşmen-i cins-i mâlî vü cânî

Macrifet oldı mûris-i iflâs

Macrifetdür belâ-yı ruhânî (K.17/9-10)

Şu beyitte ise Sebk-i Hindî’nin güzel bir örneği olarak “damarlarımı çıplaklık kumaşının çözgü ve atkısı yapan” diyerek, şair önce soyut bir kavram olan “çıplaklık”ı kumaşa, daha sonra da kendi damarlarını bu kumaşın atkı ve çözgülerine teşbih eder. Bu, âşığı kendinden geçirip dünya ile ilgisini kesip, şairi hiç bir şeysiz ortada bırakan marifet nedeniyle olmuştur:

Habbezâ macrifet ki itdi regüm Târ u pûd-ı kabâ-yı curyânî (K.17/11)

1.2.8. Hırka

Hırka, tasavvufî anlamda yamalı yün elbise olup, dervişlerin zikir sırasında giydikleri kıyafettir. Edebiyatta sık olarak işlenmiştir. Fehîm Dîvânı’da ise “hırka-i peşmîne” şeklinde zikredilmiştir. Baht, (derviş) hırkasını çıkarmazsa, gül gömlekli gonca ile vuslat mümkün değildir. Tasavvufta gonca vahdeti simgeler. Vahdete ulaşmanın yolu herşeyden hatta tarikattan da geçmektir.

Olmaz Fehîm o gonca-i gül-pîrehenle vasl Baht eylemezse hırka-i peşmîneden cüdâ (G.2/5)

Dervişler fakr içinde bir lokma ve bir hırka ile yaşarlar. Şair kendini fakirliğin perişan ve azıksız olarak yün hırka içinde halvette olan bir ipekböceği olarak tasavvur eder.

Râst-kirm-i pîle-fakram bî-ser ü sâmân u zâd

Goncagüle insani hasletler yükleyip teşhis eden şair, onun kısacık süren ömrüne rağmen bülbülün yün hırkasına ve lâlden tacına kıskançlık gösterdiğini söyler.

Tâc-ı lacline gül-i gonca-i kütâh-hayât

Reşk ider bülbülinün hırka-i peşmînesine (G.269/4)

1.2.9. Tecellî, Hayret, Cezbe, Temâşâ Tecellî, kelime anlamı ile âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhur etmek

anlamlarında olup, tasavvufta gaybden gelen ve kalbde zâhir olan nur, görünmeyenin kalblerde görünür hâle gelmesi demektir (Uludağ 1991: 472). Fehîm Dîvânı’nda nahl-ı tecellî, tecellî-geh-i dost, şucle-i şemc-i tecellâ, mir'ât-ı tecellî, şâhçe-i nahl-i tecellî, şemc-i tecellâ, gülbün-i gonca-i gülzâr-ı tecellâ, tecellî-fürûş-ı hüsn-i metac, tecellî-zâr, tecellî-semer, şemc-i tecellî-i Hudâ, âteş-i nahl-i tecellâ tamlamaları içinde soyut-somut ilişkisi içinde işlenmiştir.

Dîvân’da en sık işlenen tasavvufî unsurlardan olan tecellî daha ziyade Mûsâ peygamberin Tûr Dağı’nda gerçekleşen hikayesine telmihte bulunan unsurlarla birlikte işlenmiştir. Hikayeye göre Mûsâ peygamber Allah’ı görmeyi arzulamış ve “.. Rabbim, bana göster, Seni göreyim” (A'raf Sûresi, 143) diye dua etmiştir. Allah, Hz. Mûsâ'nın bu isteğine şöyle karşılık vermiştir: “Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de Beni göreceksin.” Rabbi dağa tecellî edince, onu paramparça etti ve Mûsâ bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: “Sen ne Yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim” demiştir. Nahl-i Tûr ise "Hz. Mûsâ (a.s)’ın Eymen vadisinde, üzerinde tecellî eden ilâhî nurlara şahitlik eden mukaddes ağaçtır. Nahl-i Tûr’dan Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bahsedilir: “Derken ona varınca vadinin sağ kıyısından o mübarek buk’ada (arazide) ağaçtan nida olundu. Şöyle ki: Ya Mûsâ! Haberin olsun benim, ben Allah rabbu’l-âlemîn." (Kasas, 30). Fehîm Dîvânı’nda sık sık Nahl-i Tûr’a işareten tecellî unsuru işlenmiştir. Aşağıdaki beyitte yüz güzelliğinin hayret şimşeğinin izinin ışığı, âşığın kirpiğini tecellî ağacının dalı hâline getirmiştir.

Nûr-ı eser-i bârika i hayret-i dîdâr (G.47/2)

Hayret, kulun ilahî tecellî halinde şaşkınlığa düşmesidir. Uludağ kelime olarak “şaşmak şaşırmak” anlamlarına gelen hayret makamı için şöyle der: “Kalbe gelen bir tecelli (vârid) sebebiyle sâlikin düşünemez ve muhakeme edemez hâle gelmesi” (Uludağ: 1991, 216). Hayret makamı, sâlikin mutlak hakikati bulma yolculuğunda önemli bir merhaledir. Cezbe içindeki sâlik eğer bu makamı aşamazsa, cünûna düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalır, vahdet yerine, deliliğe varır (Çapan, 2005: ). Dîvân’da ise nûr-ı eser-i bârika i hayret-i dîdâr, hayret-i nigâh, bî-hodî-i mest-i câm-ı hayret-i dildâr, gark-ı yem-i hayret, hayret-i hüsni, âyîne -i hayret, vâdî-i hayret, neşvecdâr-ı zevk-ı hayret bî-haber, mest-i câm-ı hayret-i dûşine, şarâb-ı hayret gibi tamlamalar içinde yine Sebk-i Hindî içinde soyut ve somut ilişkisi içinde çeşitli benzetme unsurları ile birlikte işlenmiştir.

Hayretin bir kadeh olarak düşünüldüğü şu beyitte ise şair, dün gece sevgilinin yüzüne baktığında, hayret kadehinin sarhoşu olduğunu ve bu sarhoşluğun kıyâmete kadar süreceğini ifade eder.

Dün gece dîdâr-ı yâra bir nigâh itdüm Fehîm

Tâ-kıyâmet mest-i câm-ı hayret-i dûşîneyem (G.213/5)

Hayret öyle bir hâldir ki, hayrete düşen âşık, kendinden geçer ve hatta gece mi gündüz mü, hayal mi gerçek mi olduğunu dahi ayırt edemez bir duruma düşer.

Bilmezem rûz mı ya şeb mi ya hvâb u ya hayâl

Ol kadar câna hücûm eyledi hayret bu gece (G.257/10)

Hayretin teşbih edildiği unsurlardan biri de vadidir. Hayret vadisinde âşık kimi zaman düşünme yetisini dahi kaybeder, dili tutulur.

Endîşeyi de vâdî-i hayretde güm itdün Ey macnî-i esrâr-ı dil idrâk-nişîn ol (G.190/3)

... ... ...

Gark-ı bahr-ı carak-ı şerm olup oldum mebhût Hayret-i hüsni beni zikrden itdi hâmûş (G.144/10)

Cezbe kelimesi anlam itibariyle, “celbetme, çekme” gibi anlamlara tekabül etmekte ve çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan ifade etmektedir. Tasavvuf ıstılahında ise, yine bu anlamları koruyarak, “İlâhi inâyetin gereği olarak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyulan her şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine yaklaştırması” olarak tanımlanmıştır (Uludağ 1991: 117). Cezbe bu bakımdan Allah’ın kulunu kendine çekmesi, ve bundan hasıl olan vecd hali ve kulun beşerî sıfatlarından sıyrılarak İlâhî vasıflarla ahlâk-ı âliyeye ulaşmasıdır.

Cezbe, Fehîm’in şiirinde çok sık olmamakla birlikte karşımıza çıkan bir unsurdur. Aşağıdaki beyitte Fehîm için cezbe, sevgilinin anılmasının yanmasız çekiciliğidir. Sevgilinin namını işiten herkes onun şaşkını ve hayranı olur:

Habbezâ cezbe-i bî-sûziş-i zikr-i cânân

Gûş iden nâmunı vâlih ü hayrânun olur (G.83/2)

Başka bir beyitte ise, şair kendisinin artık cezbenin oluşturduğu gamdan ve aşk tasasından kurtulduğunu ifade ederken, aslında vahdete ulaştığının işaretlerini bize verir:

Bî-kayd-ı gam-ı cezbe vü bî-gussa-i caşkuz

Bir nice zamândur geçeli biz bu hevâdan (G.227/3)

Fehîm, aşağıdaki beyitte ise mahabbet güzelliğinin cezbesini “dostun aşkı ve aşkın dostu devamlı olarak arayıp sorması” olarak tanımlar:

Cezbe-i hüsn-i mahabbetdür kim eyler muttasıl Dost cüst ü cûy-ı caşk u caşk cüst ü cûy-ı dost (G.25/4)

işlenen temâşâ; kelime anlamı olarak "seyretme, müşâhede, mükâşefe" anlamlarına gelir. Fehîm tarafından da daha ziyade bu anlamlar çerçevesinde kullanılmıştır. Tasavvufta ise “Allah'ın isim, fiil ve sıfatlarının tecellîlerini seyretme, maddî ve manevî âlemlerdeki ilâhî güzelliği müşâhede etme” (Uludağ 1991: 480) şeklinde kullanılır.

Tasavvufun zor bir iş olduğunu ifade eden şair, şu beyitte varlığı ve yokluğu birbirine ayna bilerek seyreyleyince, tasavvuf aksinin şekillerini, resimlerini seyretmenin ne büyük bir belâ olduğunu söyler

Bil vücûd u cademi birbirine âyîne

Kıl temâşâ suver-i caks-i tasavvuf ne belâ (G.4/6)

Temâşâ, beyitlerde daha ziyade tasavvufî bir anlam içinde ve Mûsâ peygamber’in İlâhî tecellîye mazhar oluşu hikayesine telmihen zikredilmiştir. Âşık, sevgilinin güzelliğinin istilâsı nedeniyle, Tûr Dağı'nın âteşi de olsa, güneşi seyredemez.

cÂşıkam câşık ki istilâ-yı hüsn-i yârdan

Şucle-i Tûr olsa hurşîd i temâşâ eylemem (G.202/3)