• Sonuç bulunamadı

1 DİN – TASAVVUF 1.1 Din

1.2.14. Hicâb, Perde (Nikâb)

Hicâb ve perde (nikâb) nerdeyse aynı anlama gelen iki tasavvufî kavramdır. Hicâb; perde ve örtü anlamları yanısıra “sâlik ile muradın arasına giren engel”, veya âşıkları sevgiliden ayrı tutan mania anlamında kullanılır (Uludağ 1991: 223). Nikâb ise kelime anlamı olarak perde, peçe, örtü anlamını taşımakta olup, tasavvufta sevgilinin kendi iradesiyle âşığı ile arasına koyduğu engel anlamına gelir (Uludağ 1991: 372).

Fehîm Dîvânı’nda perde ve hicâb kelimeleri hem gerçek anlamları ile hem de tasavvufî anlamları ile birlikte söz konusu edilmişlerdir. Perde kelimesi soyut ve somut benzetme unsurları içinde perde-i pîrâhen, hacle-gâh-ı perde-i çeşm-i hayâ, perde-i müşkîn, perde-pûş, perde-i haya, perde-der-i cısmet-i nâkûs-fürûş, negam-perdâz-ı nâkûs, perde-der, perde-i çeşm-i bütân-ı şûh, perde-nişîn-i harem-i mihr, mahbûs-ı ser- â-perde-i fânûs, perde-i çeşm, perde-i eflâk, perde-i namus, perde-nişîn-i harem-i nûr,

perde-i hûnîn, perde-i zülf gibi tamlamalar içinde işlenmiştir. Bir beyitte sevgilinin yüzünü örten saçı perde olarak düşünülmüştür.

İstemez kâlâ-yı hüsni ola târâc-ı nigâh

Perde-i zülfin anunçün nîm-bâz eyler bana (G.6/3)

Hicâb kelimesi ise daha ziyade utanma ile birlikte düşünülmüştür.

Rûyından eyleyüp yine refc-i nikâb gül

Hurşîde verdi mâye-i reng-i hicâb gül (G.195/1)

İslâmi edebiyatlarda oldukça önemli bir yere sahip olan Yûsuf Peygamber’in hikayesinde Yakup peygamber’in Yûsuf’un hasretiyle ağlamaktan gözlerine perde inmesi olayına telmihen bir beyitte de perde gözün perdesi olarak karşımıza çıkar.

Perdesin pîrehen-i Yûsuf-ı maksûd itdüm

cAyn-ı Yackûb-ı emel muntazir-ı nûr henüz (G.120/5)

Sebk-i Hindî’nin başarılı bir temsilcisi olan Fehîm’in soyut ve somut unsurları başarıyla bir arada kullandığından bahsetmiştik. Bu minvalde perde de pek çok defa soyut unsur ve kavramlar için bir benzetme unsuru olmuştur. Aşağıdaki beyitte ise utanma duygusu bir perde olarak düşünülmüştür. Sevgilinin yüzünün ışığı utanma perdesinin arkasından dahi görünür, çünkü mehtâbın parlaklığına Samanyolu engel olamaz.

Şucac-ı rûyun olur perde-i hayâdan taş

Olur mı pertev-i mehtâba kehkeşân mânic (G.151/2)

Yanaktaki ayva tüyleri de sevgilinin yüzünün mumuna miskten yapılmış bir perde çekmiştir. Bu nedenle rüzgâr bir yol bulup onun yüz güzelliğini seyredemez.

Şemc-i ruhsâruna hat perde-i müşkîn çekeli

1.2.15. Gayb, Sır, Esrâr, Râz

Gayb gizli, göze görünmeyen, âşıkar, kayıp gibi anlamlar taşır. Tasavvufta ise Allah'ın insandan gizlediği her şey gayb olarak tanımlanır. Görünen âlemin dışında kalan bir âlem olan gayb âlemi, edebiyatta sırlar âleminden kinâyedir ve bu nedenle esrâr ile birlikte kullanılır. Sevgilinin ağzı o derece küçüktür ki gâyibdir. Gâyib olduğu için de konuşmaları da gaybden haber vermek gibidir (Pala 1995: 197).

Sır veya râz ise, tasavvufî olarak anlam itibariyle mevcut olan, var-yok arası kapalılık ve Hakk'ın gâib hâle getirip halka bildirmediği şeydir. Yani sır bir gizemlilik halidir (Uludağ 1991: 430). Beyitlerde mahrem-i râz, keşf-i râz, müsvedde-i mecmuca-ı esrâr-ı füsûn, mest-i neşve-i esrâr-ı hüsn-i dilber, mâcni-i esrâr-ı dil, mahrem-i esrâr, levha-i esrâr-ı üten, esrâr-ı elest gibi tamlamalarda işlenmiştir. Bir beyitte şair âşık için tek sırdaşın yine ancak âşığın kendi gönlü olduğunu ifade eder. Öyle ki sevgiliyi dahi sırrına ortak etmez.

Eylemez dilberi de sırrına mahrem câşık

Yine râz-ı dilini kendüye hem-râz eyler (G.58/4)

Âşıklar sürekli gözyaşı döktükleri için gözleri kızarıktır. Kimi zaman ise aşırı ağlamaktan Yakup Peygamber gibi gözlerine bir perde iner ve görme yetilerini kaybederler. Bir beyitte buna işareten âşık gözündekinin, kanlı siyah perde değil, büyü sırları mecmuasının müsveddesi olduğunu söyler.

Çeşmünde siyeh perde-i hûnin degüldür

Müsvedde-i mecmuca-ı esrâr-ı füsûndur (G.73/5)

Hâl, Allah’ın kullarına bir lutfudur. Hâl, kulun bir gayret göstermeksizin kalbinde hasıl olan heyecan, sevinç ve ferahlık gibi durumlardır. Bunlara “ehl-i hâl” adı verilir. Hâl ilmi ise ibâdet usullerinden bahseden bir ilimdir. Kâl ise sözdür ve “Kâl ü hâl” kişinin söz ve davranışlarına işarettir (Pala 1984: 390). Aşağıdaki beyitte buna bir gönderme yapan şair “eğer hâlin ne olduğunu anladıysan söze bulaşma; sırlara mahrem

olan, sırları bilen, hâl ehli olur” der.

Hâl anladunsa olma gel âlûde-i kelâm

Esrâra ol ki mahrem ola ehl-i hâl olur (G.81/6)

Cebrail Allah ile peygamberleri arasında bir aracı olması, onlara Allah’tan haber getirmesi nedeniyle İlâhî sırlara vakıf olarak düşünülür. Fakat, bu sırları kimseyle paylaşmaz. Bu özelliği ile Cebrail ve sır bir kaç beyitte birlikte zikredilmiştir.

Nükte-i râz-ı dehânun yine ser-beste eyledi

Ruh-ı kudsi ile ger mahrem-i esrâr olsam (G.200/4)

Elest meclisi her ne kadar şairler tarafından sık işlenen bir unsur ise de, insanoğlu için hala bir sırdır. Fakat varlık noktasını sevgilinin dudağının beninden bilen âşık için gönüllerin, elest sırrını keşf etmeleri o kadar da önemli değildir.

Keşf eylese diller ncola esrâr-ı elesti

Hâl-i dehenünden bilürüz nokta-i hesti (G.290/1)

1.2.16. Terk, Ferâgat, Teslîm, İstiğnâ, Fakr, Sabr, Kanâcat “Terk” kavramı tasavvufî bir ıstılah olarrak dört şekilde ele alınmıştır: Zâhidin

bütün dünya nimetlerini, malı, mülkü ahiret için terk etmesi "terk-i dünya", ârifin cenneti ve oradaki nimetleri ilâhî cemâlî temâşâ için terketmesi "terk-i ukba", saliğin kendi varlığını da terkederek Hak'ta fani olması "terk-i hestî", kâmil ârifin aklında ve zihninde terk diye bir kavramın kalmaması da "terk-i terk"tir (Uludağ 1991: 482).

Tasavvufta fakr, kişinin her şeyin Allah’a ait olduğunu bilmesi ve kendinin de hiç bir şeye malik olmadığının idrakinde olmasıdır (Uludağ 1991: 171). Bir beyitte şair, fakr ilmini bilerek hareket ettiği için, Efrasiyab'ın mülkünü terk ettiğini söyler.

cİlm-i fakrı ile olup câmil Terk-i mülk-i Ferâsiyâb itdüm

Âşıklar, zahitleri dinin sadece şekil yönüyle meşgul olmakla ve dinin özünü kavrayamamakla suçlarlar. Ham sofuya seslendiği şu beyitte de şair yine, sofuları taklit ile suçlar ve Hakk'a vasıl olmanın ancak taklidi terk ederek mümkün olacağını söyler.

Terk-i taklîd idüp vâsıl-ı Hakk ol sofi

Yohsa her düzd ki berdâr ola Mansûr olmaz (Kt.1/4)

Bir beyitte ise terk tasavvufî anlamdan ziyade “dinden çıkmak” anlamında kullanılmıştır. Dîvân şiirinde âşığa olan zulmü nedeniyle kâfir olarak tasavvur edilen sevgilinin gamzenin kâfircesine bakışının korkusuyla, âşık İslâmın doğru yolunu terk eder.

Bîm-i kâfir-nigâh-ı gamzenden

Terk-i İslâm-ı bâ-savâb itdüm (K.2/25)

"Vaz geçme, el çekme" anlamlarında kullanılan ferâgat kelimesi, Türk edebiyatında yine aynı şekilde “dünyadan el-etek çekme, zâhirî âlemle yani bu dünya ile ilgili arzu ve heveslerden nefsini alıkoyma” anlamlarında kullanılmıştır. Fehîm Dîvânı’nda ferâgat kelimesinin tasavvufî bir anlamda dünyadan el etek çekme manası içinde kullanıldığını görmüyoruz. Aşağıdaki beyitte olduğu gibi, kelimeyi sözlük anlamı içinde "vaz geçme, el çekme" anlamlarında kullanmıştır. Bayram gelince herkesi bayram coşkusu sarar ve içkiden el etek çekenler dahi içki meclislerine sohbet arkadaşı olurlar.

Mahbûb u meydür râh-zen kıldum ferâgat cümleden Âhir nedâmetdür diyen meclislere oldı nedîm (K.6/4)

Ferâgat kelimesi, bir beyitte âşıktan uzak duran sevgiliye sitem için kullanılmıştır. Şair sevgiliye sitem ederek başlangıçta vaz geçme fikri olduğu halde, niçin kendisine bu kadar sıcak yakınlık gösterdiğini sorar:

İtmek idi garazun çünki ferâgat evvel

Ne idi tâ bu kadar germi-i ülfet evvel (M.4 h.4/3)

Başka bir beyitte ise sevgilinin aşkıyla helâk olan kimseye can korkusu olmadığı için “eğer bütün dünya kendisinin helâk olmasını engellemeye kalksa, yine de helak olmaktan vaz geçmeyeceğini” ifade eder.

Helâk-i caşkuna olmaz çü bîm-i cân mânic

Ferâgat etmezem olsa eğer cihân mânic (G.151/1)

Bahsettiğimiz gibi, ferâgat, nefsin dünyevî zevklerden uzak tutulmasıdır. Halbuki Fehîm, şarap içmeye ve genç dilber sevmeye devam etmeyi tavsiye ederken, asıl şikayet etmekten vazgeçmeyi söyler:

Şarâb iç taze dilber sev cihânda herçi bâd-â-bâd

Fehîm insaf besdür bes ferâgat kıl şikâyetden (K.15/49)

Aynı şekilde bir inciye benzettiği âşığın ferâgat köşesinde yeterince oturduğunu ve artık bunu bırakmanın zamanı geldiğini ifade eder:

Serün güher gibi galtîde itme her hazefe

Sadef-nişîni-i künc-i ferâg yetmez mi (G.286/3)

Tasavvufta “teslîm”, yakîn sahiplerinin hâli olup, tevekkül makâmından daha mükemmel bir hâl olarak kabul edilir. Allah’a kayıtsız şartsız itaat ve cereyan eden bütün olayları tam bir serinkanlılıkla karşılamak, Allah’ın hoşa gitmeyen emirlerine bile itiraz etmeme, kaderin tecellîsini rıza ile karşılama, mukadderatı kabullenme ve başa gelen her türlü belâ ve musibete sebat göstermektir (Uludağ 1991: 483).

İstiğnâ kelimesi sözlükte “zengin olmak, zenginlik istemek, ihtiyaç duymamak, tenezzül etmemek” anlamaları ile açıklanmıştır. Tasavvufta ise "Allah'la istiğnâ" ve "istiğnabillâh" ile "iftikâr-billah" şeklinde özel bir kullanımla karşımıza çıkar. Allah'la istiğnadan murat seyr ü sülûk yolunda ilerleyen sâlikin Allah'ın kend isine kâfi

etmemesidir. Sufiler için kişinin zenginliği kendini Allah'a ne kadar muhtaç hissettiği ile ölçülür. Allah'dan istiğna ise kesinlikle caiz kabul edilmemiştir (Uludağ 1991: 257).

Fehîm Dîvânı’nda “istiğnâ” kavramı şairin iltifat ettiği bir kavramdır. Dîvân sadece “istiğnâ” değil, ayrıca bir de “müstağni” redifli bir gazel dahi mevcuttur. Kendisini “Şâh-ı istiğnâ-sipâh” (G.6/5) olarak tanımlayan şair, istiğnâ kelimesini sayd-ı bend-i istignâ, der-kemend-i istignâ, süvâr-ı semend-i istignâ, şehlevend-i istignâ, nûş- hand-i istignâ, behre-mend-i istignâ gibi tamlamalar içinde işlemiştir.

Şaire göre aşk sahiplerinin kayıtsızlık denizinde boğulmaları gerekir, bu nedenle de mum ile âteşböceğinin dost olmaları mümkün değildir.

Garka-i deryâ-yı istignâ gerek erbâb-ı caşk

Bunda ey dil şemc ile pervâne olmaz âşinâ (G.11/3)

İstiğna redifli 9 numaralı gazelde kayıtsızlık/istiğnâ; sevgilinin saçı ve yanağını avlayan ipe, bir ceylana teşbih edilen güneşi yakalayan bir kemende, gamzenin bindiği bir ata, şehrin güzellerini ayakları altına alan at üstünde bir yiğide, sevgilinin dudağındaki tatlı bir gülüşe benzetilmiştir. Eğer sevgili, Fehîm'i kayıtsızlıkla nasiplendirseydi, onun gönlü de cilve ve nazdan doymuş hâle gelirdi.

O zülfü ruh ki ola sayd-ı bend-i istignâ Gazâl-i mihri ider der-kemend-i istignâ

Nigâhı tîg sunar çeşmi nîze müjgândan O gamze olsa süvâr-ı semend-i istignâ

Bütân-ı şehri ider nakş-ı pây-ı esb-i gurûr Sürünce rahşını ol şehlevend-i istignâ

Meges-misâl bulur tâze rûh cân-ı Mesîh Lebinden olsa cayân nûş-hand-i istignâ

Olurdı dünyede müstağnî-i kirişme vü nâz Fehîm, itse eğer behre-mend-i istignâ (G.9)

Fakr, yoksulluk anlamında bir kelime olmakla birlikte, tasavvufî ıstılahta sâlikin herşeyin Allah’a ait olduğunun, kendisinin de hiç bir şeye sahip olmadığının idrakinde olması ve buna göre hareket etmesidir. Fehîm Dîvânı’nda az sayıda beyitte işlenmiştir.

Fakirliğin bir elbise olarak tasavvur edildiği bir beyitte, “fakirlik elbisesini giyelden beri övünme kimyasını bulduk” diyen şair, Hz. Peygamber’in “fakirliğimle övünürüm” mealindeki “fakrî fahrî” hadisine telmihte bulunur.

Giyelden câme-i fakrı bulup kimyâ-yı fahriyyet

Libâs-ı köhnemüz zıll-ı humâ-yı devlet olmışdur (G.77/4)

Fakirliğin bir övgü vesilesi olarak sunulduğu bir diğer beyitte ise, şair fakirliği ile o derece gururlanmaktadır ki, himmeti, devlet makâmında şahlara büyüklük satmayı öğretmektedir.

Ol kadar mağrûr-ı fakram Fehîmâ himmetüm

Mesned-i devletde şâhâne tacazzum ögredür (G.92/5)

Fakirlik her ne kadar perişanlık ve azıklıksız ise de, sâlik için yün bir hırka gibi bir halvet makâmıdır. Ayrıca sâlik de bu hırka içinde yuvalanan ve hayat bulan bir ipekböceği olarak tasavvur edilir.

Râst-kirm-i pile-fakram bî-ser ü sâmân u zâd

Nice demdür halveti-i hırka-i peşmîneyem (G.213/2)

Bir diğer beyitte ise tasavvufî terimler terk ve fakr birlikte kullanılmıştır. Sâlik bilir ki gördüğü hiç bir şey ona ait değildir. Herşeyin sahibi ve maliki, yaratıcısı olan Allah’tır. Bu fakrın idrakinde olan sâlik dünyaya ait herşeyi terk eder ve vazgeçer. Beyitte şair ilm-i fakrı bilerek hareket ettiği için, Efrasiyab'ın zenginlik, ihtişam,

cİlm-i fakrı ile olup câmil

Terk-i mülk-i Ferâsiyâb itdüm (K.2/33)

Aşağıdaki şu beyitte şair sevdaya tutulmuş âşığa seslenir ve feryadı kesip sabretmesini ister. Çünkü sevgili, naz nağmelerine başlamak üzeredir.

Nağme-i cişveye âheng ideyor sabr eyle

Besdür ey câşık-ı sevdâ-zede feryâd yeter (G.61/7)

"Düşünce, görüş..." gibi anlamları da olmakla birlikte, "tutumlu, gönlü zengin, tok gözlü olma, hırslı ve açgözlü olmamak" manalarında kullanılan kanâat kelimesi için Mahir İz, kanâatin tükenmez bir hazine olduğunu, kanâat edenin aç kalmayacağı meâlindeki hadis-i şeriflerin yanlış anlaşılıp, yanlış tefsirlere mesned gösterildiğini vurgular. Mahir İz, kanâati şu şekilde açıklar: "Kanâat çalışıp çabalayarak, bütün cehdini sarfettikten sonra, eline geçene razı olmaktır.'ben on saat çalıştım on lira aldım, o beş saat çalıştı yüz lira kazandı.' dediğin zaman kanâatin ne demek olduğunu anlamadığın ortaya çıkar." (İz: 1969 105).

Mutasavvıfların bir insanın güzel ahlâk sahibi sayılabilmesi için aradıkları özelliklerden olan “kanâat” kavramının "tutumlu, gönlü zengin, tok gözlü olma, hırslı ve açgözlü olmamak" gibi anlamlar çerçevesinde kullanımı Dîvân edebiyatında yaygındır. Kanâat hususuna Fehîm-i Kadîm çok az değinmiştir. Cenneti elinden kaçırsa dahi dilini hayıflama ve pişmanlıkla kirletmeyen kanâatkar bir şair olarak kendini tanımlayan şair, aynı beyti takibeden beyitte ise bir orduya teşbih ettiği ümîdin hücûmunun kendini yaralayayıp incitemeyeceğini, zira gönlünün içinde kanâattan sağlam bir kaleye sahip olduğunu vurgular:

Benem ol şâcir-i kânic ki cennet çıksa destümden Zebânum eylemem âlüde efsus u nedâmetden

Hücûm-ı leşker-i ümmîd itmez rahnedâr anı

1.2.17. Himmet, Lutf, Rızâ