• Sonuç bulunamadı

2.4. Liberal ve Sosyal Demokrasinin Doğuşu: ‘Uzun’ 19 Yüzyıl, ‘Kısa’ 20 Yüzyıl

3.1.3. Ulus-Ötesi Demokrasi ve Evrensel İnsan Hakları

Bundan önceki iki altbaşlıkta anlatıldığı gibi, hem rejimlerin niteliği hem de kapsayıcılığı demokrasinin iki önemli sorunudur. İnsan hakları, düşüncesi ve uygulamasıyla bu iki soruna en kesin ve net cevabı vermektedir: İnsan; yalnızca insan olması vesilesiyle, dokunulmaz ve devredilemez haklara sahiptir ki bu kapsayıcılık konusunda açık bir nokta bırakmamaktadır. İnsan haklarını tanımayan, korumayan ve geliştirmeyen rejimlerse demokratik sayılmamaktadır ki bu da rejimin demokratikliği konusunda “ya – ya da” kesinliğinde bir yanıtın önünü açmaktadır.

Çalışmanın demokrasi düşünürlerinin ve düşüncelerinin ele alındığı bölümünde anlatıldığı gibi, insan hakları kavramı doğal hukuk anlayışının bir sonucudur. Akinolu Thomas’tan, Grotius’a, John Locke’tan Immanuel Kant’a kadar insan haklarının felsefi ve teorik zemini doğal haklar teorisine göre biçimlenmiştir ki bu yaklaşım yönetim ve politik sistemlerin karşısında bir pozisyon almaktadır. Şöyle ki; doğal haklar insan aklının, muhakemesinin bir sonucudur ve devlet ve diğer idari mekanizmalardan çok daha öncesine dayanmaktadır. Bu yüzden; doğuştan edinilen, dokunulmaz ve devredilmez haklar olan insan hakları yönetimler tarafından yok sayılamayacak, bilakis tanınacak, korunacak ve geliştirilecek haklardır.

Ölçekleri genişleyen sorunların da ortaya çıkardığı ve gösterdiği bir gerçek olan küresel siyasetin en müşahhas örneklerinden birisi de insan haklarıdır. Zira insan hakları; çevresel sorunlar, silahlanma ve diğer ulus-ötesi sorunlar gibi bütün küreyi ilgilendiren bir konudur. Diğer bir ifadeyle; insan hakları hem ulusal siyasetin hem de uluslararası sistemin önemli bir unsurudur (Dağı, 2000, s. 11). Bu anlamda; Westphalia ile birlikte devletlerin kazandığı güçlü egemenliğe ilk kısıtlamalardan birisi insan haklarıdır. Daha önemlisi, insan haklarını tanımayan herhangi bir rejimin, politik kurumun demokratik olarak tanımlanması da olanaksızdır. Böylesi bir rejimin, devletin ve onunla ilişkili diplomatik olsun olmasın kişi ve heyetlerin ulus-ötesi siyasette aktif bir aktör olarak tanınması da imkânsızdır olmuştur (Cohen ve Sabel, 2006, s. 763).

İnsan hakları evrensel bir olgudur ve demokrasiyle sıkı sıkıya bağlantılandırıldığında demokrasiyi de evrenselleştirmektedir. Dahası, insan hakları kavramının hegemonikleştiğini söyleyenler bulunmakla birlikte, teori ve köken kısmında da belirtildiği üzere demokrasi kavramı da 20. Yüzyıl’ın başından bu yana baskın hale gelmekte ve hegemonikleşmektedir. Yine önceden anlatıldığı gibi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi yalnızca bir prosedür, kolektif karar almanın çoğu yollarından birisi olarak değil, özellikle insan hakları ve bağlantılı

değerlerle birlikte özsel bir içeriğe de gönderme yapılarak tanımlanmaya başlamış, insan hakları gibi “sağın ve solun ötesinde yükselen bir değer olarak” benimsenmiştir.

Yukarıda bahsedilen demokrasi ve insan hakları bağlantısının diğer bir önemli boyutu da, demokrasinin insan haklarına ilişkin değerle doldurulmasının yanında, yine insan hakları öğretisi ve uygulamalarıyla haklılaştırılmasıdır. Çoğunluk iradesine karşı azınlığın korunmasını telkin eden demokrasi düşüncesi bunun sağlanması konusunda insanlık onuru ve dokunulmaz hakları öne çıkaran insan haklarına başvurmaktadır, denilebilir. Hatta bu durum, demokrasinin ahlaki olarak gerekçelendirilmesinde kullanılan ahlaki özerklik, doğal eşitlik ve kişinin kendi kaderini tayini gibi bireysel hakların gerçekleşmesinin de en önemli koşullarından birisidir. Demokrasi ve insan hakları arasındaki söz konusu bu ilişki, 1993 yılında Viyana’da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda kısa ama etkili bir biçimde dile getirilmiştir: Demokrasi ve insan hakları “karşılıklı birbirine bağlılık ve karşılıklı birbirini destekleyicilik” ilkeleriyle bir araya gelmektedir (Uygun, 2003, s. 295–296).

İnsan haklarının uluslararası siyasete etkili bir biçimde dâhil oluşu, 1948 yılında BM tarafından kabul ve ilan edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ile birlikte olmuştur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 21. maddesi, “demokratik yönetimi” bir insan hakkı olarak ortaya koymuş ve yanında yönetime doğrudan ya da temsilciler aracılığıyla katılmayı, genel ve eşit oy hakkını, yönetimin halk iradesinden kaynaklanmasını, periyodik ve adil seçimlerle birlikte kamu hizmetlerine girmede eşitliği de saymıştır (Uygun, 2003, s. 296). Bildirge tek tek ülkeler tarafından tanınsa da, toplumsal ve siyasal gerçekliğin küreselleşmesiyle birlikte “iç–dış ayırımı” silikleştiğinden, insan haklarının etkisi doğal olarak ulusların ötesinde olmuştur. Diğer bir yandan; insan hakları yalnızca devletler ve onların kurdukları uluslararası örgütler tarafından değil, devlet/hükümet dışı kurum ve kuruluşlar, sivil toplum örgütleri gibi aktörler tarafından da desteklenmiş ve insan haklarını olumlayıcı bir siyasal irade küresel ölçekte ortaya konulmuştur. Her ne kadar, insan haklarının içeriği (sadece medeni haklarla mı kısıtlı olduğu yoksa sosyo-ekonomik ve toplumsal/kültürel diğer haklarla tamamlanması gerektiği) tartışmalı olsa da; dahası, Batılı liberal ülkelerin dünyanın geri kalanına tek taraflı bir şekilde öne sürdüğü eleştirileri bulunsa da, insan hakları bugün demokrasinin vazgeçilmez ölçütü olmuştur. Onun küresel/ulus-üstü politikadaki etkiliğine ilişkin ‘ulusal siyaset’ tartışması da, ulusal ve uluslararasının ekonomik, politik, sosyal ve hukuki bağlantılarının kurulmasıyla aşılmıştır (Dağı, 2000, s. 13–15).

Köken kısmında belirtildiği gibi; toplumsal mücadeleler ve önemli devrimler sonucu elde edilmiş haklar ve demokrasinin gelişmesi birbirleriyle koşutluk göstermiştir. Birinci kuşak haklar (kişi hürriyeti ve siyasal haklar) popüler iradeye dayanan rejimlerin ve siyasete katılımın 18. ve 19 Yüzyıl’larda yaygınlaşmasında önemli rol oynamıştır. İkinci kuşak haklar (sosyal haklar) sosyal refah devleti ve onun uygulamalarıyla güçlenen ulus-devlet demokrasileri için karşılıklı olarak destekleyici rol oynamışlardır. Ulus-ötesi demokrasi için de üçüncü kuşak haklar ya da “dayanışma hakları” olarak da nitelendirilen; çevre hakkı, barış hakkı, kalkınma hakkı gibi haklar benzer bir destekleyici ve de haklılaştırıcı özelliğe sahiptir. Çevresel, toplumsal, siyasal, kültürel vs. sorunların kapsamlarının genişlemesi veya küreselleşmesi ile birlikte bu sorunların çözümü için başvurulan yollar ve mekanizmalar da söz konusu ölçeğe uyum sağlamıştır, denilebilir. Bu bağlamda, ulus-ötesi demokrasinin öne çıktığı haklar üçüncü kuşak haklardır. Bununla birlikte; ulus-ötesi demokrasi diğer kuşaklarda bulunan hakları da tanımakta ve demokrasiyi hem biçimsel hem de öze ilişkin nitelikleriyle, diğer bir deyişle demokratik minimum ölçütüyle benimsemektedir.

Nihayetinde; demokratik kapsayıcılığın ve ulus-ötesi demokrasinin kapsamının rejim ve demos/halk boyutu yukarıdaki başlıklarda tartışılmıştır. Denilebilir ki; demokrasi düşüncesinin küreye yayılmasında, sayıları her geçen gün artan, demokrasiyi benimsemiş rejimlerin önemli bir etkisi vardır. Rejimlerdeki bu demokratikleşme, aynı zamanda demosun/halkın yönetime katılmasının da nicel ve nitel olarak gelişme ve genişleme gösterdiğini ortaya koymaktadır. Dahası insan haklarının özellikle 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından sonra uluslararası belgelerde ilan edilip normatif bir boyuta taşınması ve AİHM, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi hukuksal otoritelerin kurulması, hem ulusal hem de uluslararası/ötesi düzlemde kabul görmesiyle birlikte demokratik kapsayıcılığın sınırları önemli bir gelişme göstermiştir. Bu kısmın izleyen başlıklarındaysa; ulus-ötesi demokrasinin kapsamı, politik birim ile olan ilişkisi çerçevesinde ele alınacak, ulus-ötesi demokrasinin cereyan ettiği alan/ortam ve o alanın özellikleri değerlendirilecektir.