• Sonuç bulunamadı

Ekonomi–Siyaset Ayırımı ve Bütüncül Yaklaşım: Demokrasi Nerede ve Nasıl?

3.2. Küresel Siyaset ve Siyasal Alanda Devlet ve Demokrasi

4.1.1. Ekonomi–Siyaset Ayırımı ve Bütüncül Yaklaşım: Demokrasi Nerede ve Nasıl?

Çalışmanın köken kısmında anlatıldığı gibi; tarihsel, ekonomik ve politik anlamda kapitalizmi kendinden önceki diğer üretim biçimlerinden farklılaştıran en önemli özelliklerden birisi, toplumsal/politik hayata katı, geçirgen olmayan bir ekonomik alan/olan ve siyasal alan/olan ayrımı getirmesidir: Siyasal alanda, normatif eşitlik ilkesi ve tanınan temel hak ve hürriyetler aracılığıyla bireysel eşitlik/özgürlük devlet eliyle sağlanmaya çalışılırken, ekonomik alanda devlet müdahalesi istenmemiş, girişimciler arasında rekabetin, hayatta kalmanın ve eşitsizliğin getirdiği ‘dinamiklik’ ekonominin temel ilkesi olarak öngörülmüştür. Dahası, kapitalizmle eş anlamlı kullanılan serbest piyasa düzeni, demokratik rejimlerin olmazsa olmazı addedilmiş ve aralarında sembiyotik bir ilişkinin olduğu vurgulanmıştır. Bununla birlikte; söz konusu bu ayrım ve ilişki üzerine bina edilmiş liberal- demokratik model, özellikle sosyal refah devleti döneminin 1970’lerin ortasından itibaren sonlanması ve 80’lerden sonra neo-liberalizmin siyasette ve ekonomide günümüze değin süren hegemonyasıyla birlikte sorgulanmaya başlanmıştır. Sorgulamanın bir ucu, ekonomik gücün siyasal rekabette önemli bir belirleyici olduğu gerçeğinden yola çıkarak, ekonomi- siyaset ayrımının dengesizliğine ve geçersizliğine dayanırken; diğer ucu ise özellikle Çin örneğinden yola çıkarak, “kapitalizm ya da piyasa ekonomisi ile demokrasi arasındaki evliliğin” sona erdiği sonucuna ulaşmaktadır.

Günümüzde baskın olan devlet, siyaset ve yönetim anlayışı liberal düşüncenin kabullerine dayanmaktadır: Devlet, toplumun bütün kesimlerine aynı mesafede duran/durması gereken ve toplumsal çıkar çatışmalarını uzlaştıran bir hakem olmakla birlikte, düzeni sağlayan kurumdur. Bununla birlikte; söz konusu bu devlet ya da politik birim algısı daha soyut ve geniş bir kabulden kaynaklanmaktadır: Ekonomik alan/olan ve siyasal alan/olan ayrımı.

Tekrar vurgulanırsa; bir ‘kopuş’ olarak kapitalizmin kendinden önceki üretim biçimlerinden ve toplumsal yapılardan farklılığı ya da özgüllüğü, siyasi ve ekonomik alan

arasında yaptığı katı ayrımdır: Yöneten – yönetilen ilişkisi siyasi alana özgülenmiş, ekonomik alandaki ilişkiler ‘sözleşme serbestisi’ temelinde işçi ve işveren (kapitalist mülk sahibi) ikiliği üzerinden tanımlanmaya başlamıştır. Söz konusu kopuşun, köken kısmında anlatıldığı gibi 17. ve 18. Yüzyıl’lara, yani bilim ve teknolojinin büyük atılım yaptığı, demokrasi düşüncesinin yeniden gözde olduğu Aydınlanma dönemine rastlaması bir tesadüf olmamakla birlikte, bir üretim biçimi yalnızca teknoloji değildir, fakat ilgili üretim faaliyetinin toplumsal düzen ve iktidarla olan ilişkisidir (Wood, 2008, s. 43 & 47).

Bahsedilen bu katı ayrımla birlikte ortaya çıkan ekonomik, siyasal ve toplumsal sonuçlar ve bunların demokrasi ile ilişkisi izleyen maddelerle şöyle açıklanabilir: Birincisi; ekonomi, siyasal olay ve mücadelelerden bağımsız, yansız ve doğal bir alan olarak kabul edilmiştir.

İkincisi, toplumsal mücadele ‘objektif’ şartlar altında yaratılan ekonomik değerin

paylaşımının temsil mekanizmalarıyla gerçekleştiği siyasal alana hapsedilmiştir. Böylelikle, gelir dağılımında ve yaşam şartlarındaki eşitsizlik hukuksal-siyasal bir sorun olarak addedilmiş ve çözüm yönetim alanındaki önlemlerle sınırlandırılmıştır. Bu noktada, yönetsel/hukuksal araçlarla donatılmış ulus-devlet ve onun üzerinde yükselen biçimsel demokrasi kapitalizmle birlikte belirginlik kazanmıştır (Akbulut, 2005, s. 191–194).

Devletin rolü, toplumsal mücadelenin sürdüğü siyasal alanda bir aktör hatta aktörlerin aktörü olmakla beraber, ekonomik alan ile siyasal alan arasındaki köprüyü kurmak ve ilişkileri düzenlemek olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte; söz konusu yönetsel/bürokratik devlet aygıtıysa, bizatihi üretim biçiminin yerine, anılan ayrımda ekonominin teknik-doğal- yansız bir alan olduğundan hareketle, kapitalizmin girdiği ekonomik krizler sonrası yeniden yapılandırılmaya tabi tutulmuştur (Hay, 2006, s. 63). Bu anlamda, söz konusu liberal ayrımın ötesinde, bu alanların birbirleriyle olan yakın ilişkisi gözden kaçırılmamalıdır, zira siyasal mücadelede ekonomik güç, her zaman için ve de günümüzde daha fazla bir biçimde önemli bir belirleyici olmuştur. Söz konusu toplumsal/sınıfsal iktidar mücadelelerin en önemli ‘arena’sı ise devlettir. Bu yüzden, devlet yapısı ve işleyişiyle, siyasal ilişkiler ve demokrasiyi anlamlandırmada kilit bir kavramdır. Zira devletin yapısına, işlev ve yetkilerine yapılan her müdahale doğrudan doğruya demokrasiyi de etkilemektedir.

Çalışmanın kapsam kısmında da belirtildiği gibi; devlet aygıtı da reformlar yoluyla yeniden ve yeniden yapılandırılarak küçültülmüş ve ekonomik alandan koparılarak sadece siyasal alana hapsedilmiştir. Bundaki en güçlü rasyonel ise neo-liberalizmdir: Sosyal devleti çok büyük ve hantal kabul eden neo-liberal ideoloji, büyük devletin kaçınılmaz olarak

verimsiz, ağır işleyen, piyasaya ayak bağı olan bir bürokrasiyle sonuçlandığını ileri sürmektedir. Bunun yanında, devlet küçüldükçe sivil topluma yer açılacak ve neo-liberal demokrasi modelindeki çoğulculuk problemi de çözülmüş olacaktır. Mamafih; devlet küçüldükçe, sınırlandırıldıkça (minimal devlet) vatandaş olmanın getirdiği kazanımlar da yok olmaya başlamaktadır. “Sınırlı yurttaşlık” olarak tanımlanabilecek bu durumda, eşitsizlikler doğal olarak kabul edilmekle birlikte, sosyo-ekonomik eşitsizliğin giderilmesine yönelik fırsat eşitliği, eğitim hakkı vd. gibi hakların da önü tıkanmaktadır. Zira neo-liberal demokrasi anlayışı sosyal ve ekonomik hakları içerisine almamakta, haklar olarak yalnızca devletin müdahalesiz/pasif kaldığı negatif statü haklarını tanımaktadır. Bu sebeple denilebilir ki; piyasa/ekonomi alanı büyüdükçe siyasal alan ile birlikte sivil toplum alanı da daralmaktadır ve piyasa devlet düzenlemelerinden giderek bağımsız hale gelip serbestleştikçe demokrasi nosyonunun da içi boşalmaktadır (Ataay, 2013, s. 8–9).

Siyaset ve ekonomi ayırımı belki analitik olarak ‘kullanışlı’ olabilir fakat gerçek dünyada böylesi bir ayrım hem siyasal süreçlerin incelemesinde ve arkasındaki gerçeklerin görülmesinde önemli bir engel oluşturmaktadır. Dahası; söz konusu bu ayırım, siyasetin eksik ve sorunlu tanımlanmasına dolayısıyla demokrasinin de ‘yanlış anlaşılmasına’ neden olmaktadır. Zira ekonominin alanına giren (ki neredeyse girmeyen hiçbir şey yoktur), gündelik hayatın içerisindeki pek çok unsur teknik, uzmanlık bilgisi gerektiren, siyasetten arındırılmış konular olması bahisleriyle sadece demokratik hesap verilebilirliğin değil siyasal ve toplumsal mücadele alanının da dışarısına çıkarılmaktadır. Bu ayırımın sonuçları sadece ulusal siyasette değil, küresel siyasette de kendisini göstermektedir. Çünkü güçlü devletler küresel siyasette ve diğer ülkeler üzerinde etkili olmak için artık silah ve zor yerine, kapitalist mantığın/işleyişin getirdiği iktisadi ‘zorunlulukları’ kullanmaktadır (Wood, 2014, s. 28–29).

Ekonomi-siyaset ayırımı, ilgili başlıklarda anlatılacağı üzere, özellikle IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası örgütlerde kendisini göstermektedir. Zira bahsedilen kabülden yola çıkarak bu örgütlerde kararlar ‘ekonominin objektif/yansız/teknik’ kurallarından anlayan teknokratlar tarafından verilmektedir. Yine bu ayırıma yaslanan önemli bir uygulama olan yönetişim, ulusal ve uluslararası örgütlerin yönetsel mantıklarını ve uygulamalarını etkilemektedir.

4.1.2. Küresel Siyasetin ‘Sihirli’ Kavramı: Yönetişim ve Ulus-Ötesi Demokrasi

Yönetişim; 1989 yılında Dünya Bankası’nın Afrika’nın Sahra Altı bölgesinin kalkınmasına ilişkin hazırladığı bir dokümanda ortaya atılmış bir kavramdır fakat kavramın olgunlaşması ve geliştirilmesi yine DB’nin 1992 yılındaki “Yönetişim ve Kalkınma” ve 1997 yılında

yayımladığı “Değişen Bir Dünyada Devlet” adlı raporularıyla olmuştur. ‘92 yılındaki rapora göre; yolsuzluğun yaygın, bürokrasinin ağır işlediği ve karar alma süreçlerinin şeffaf olmadığı siyasal ve idari sistemler kötü yönetişim, öngörülebilir hukusal/kurumsal bir düzenle birlikte hızlı ve adil bir yargının bulunduğu ve hesap verebilirlik, şeffaflık, insan haklarına saygı gibi ilkelerin hâkim olduğu sistemler iyi yönetişim olarak nitelendirilmiştir. ‘97 yılındaki raporda ise iş dünyasının ve sivil toplumun yönetim süreçlerine ve mekanizmalarına katılmalarının gerekliliği vurgulanmış, yerelleşmenin ve yerel yönetimlerin öneminden bahsedilmiştir (Kalfa ve Ataay, 2008, s. 232–233).

Sürdürülebilir kalkınmaya ilişkin olan ve idari/yönetsel boyutları ağır bassa da, yönetişim kavramının demokrasi açısından da önemli sonuçları olmuştur. Zira yönetişim kavramı, liberal demokrasi modelinin, özellikle çoğulculuk ve katılımcılık noktasında yaşadığı tıkanıkların aşılması için bir fırsat, alternatif bir model olarak sunulmuş, özel sektörün ve sivil toplumun karar alma süreçlerine katılmasıyla birlikte daha çoğulcu ve piyasanın ihtiyaçlarına daha duyarlı bir sistemin oluşacağı ileri sürülmüştür. Bununla birlikte; yerel aktörlerden uluslararası kurum ve kuruluşlara, bütün siyasal ve yönetsel yapılar için önerilen ve uygulanan yönetişim, özel sektörün ve sivil toplumun alanının genişlemesiyle birlikte devleti ekonomik ve sosyal alanda kısıtlayan, onu uluslararası ve ulusal düzeyde alınan kararları koordine eden ve uygulayan bir idari birime indirgemektedir (Kalfa ve Ataay, 2008, s. 236– 238).

Yönetim anlayışından yönetişim modeline gelinen süreçte; ulusal ya da ulus-devlet egemenliklerinin karşılıklı bağımlılığa, devlet-merkezli aktörlerden devlet-dışı aktörlerin güçlenen nüfuzuna ve yerel politikaların küreselleşmesi/küresel politikaların yerelleşmesine bir geçiş söz konusudur.

Devlet gücünün içeride diğer bütün güçlerden üstün olması, dışarıda ise kendi münhasır gücüne dayalı olarak uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde serbest hareket kabiliyeti olarak tanımlanabilecek egemenlik, küreselleşmeyle birlikte sarsılmaya başlamıştır. Zira bir önceki kısmında da belirtildiği gibi, sorunların ölçeği büyümüş ve çoğu sorun onlarla ilişkili olmasına karşın ulus-devletlerin egemenlik sınırlarının dışarısına ‘düşmüştür’.80

Örneğin; çevresel sorunların küreselliği ile ulusal egemenlikler arasındaki gerilim eskiye dayansa da, küreselleşmeyle birlikte bu daha görünür hale gelmiştir. Ulus-devlet demokrasilerinin kısa

80 Denilebilir ki; teorik tasnifte değinilen Bodin’in “mutlak egemenliği”, 21. Yüzyıl’ın dünyasında “muğlak

vadeli ve sonuç odaklı politikaları ile çevresel sorunların uzun vadeli ve döngüsel vizyona sahip politikaları açık bir karşıtlık sergilemiştir. Bu anlamda; yönetişim modeliyle birlikte ortaya çıkan diğer bir konu, devlet-dışı aktörlerin giderek artan etkinlikleridir. ‘90’lardan sonra küreselleşmenin getirdiği tartışmalarla birlikte çoğu devlet-merkezli uluslararası ve ulusal kurum güncel ve küresel sorunları çözmekte etkisiz ve yetersiz görülmeye başlanmıştır. Zira bu kurumlar; günümüzün iç içe geçmiş ve karmaşıklaşmış küresel problemlerine uygun dizayn edilmediklerinden ötürü eleştirilmişlerdir ki bu eleştirinin sonucu olarak özel şirketler ve sivil toplum örgütleri başta olmak üzere devlet-dışı aktörler yönetimde önem kazanmıştır. Son olarak; yönetimden yönetişime geçişte, yukarıda kapsam kısmında ayrıntılı bir şekilde tartışılan ölçek sorunu, ulus-ötesi/küresel konu ve sorunların ulusalın önüne geçmesiyle sonuçlanmıştır. Yerel sorunların küreselleştiği, küresel sorunların yereli etkilediği (küyerelleşme/küreyerelleşme) bir konjonktürdeyse bunun anlamı, ulus-üstü ve ulus-altı yönetişim kurumlarının etkin hale gelmesi ve ulus-devletin ise önceden belirtildiği gibi koordinasyonu sağlayan ve toprak ve nüfusu temsil etmesi sebebiyle ‘istatistikî’ bir referans noktasına dönüşmesidir (Topçu, 2008, s. 191; 203–204 & 209–210).

Yukarıda anlatılanlarla birlikte ve onlarla ilgili olarak yönetişimin küresel siyasete ve uluslararası ilişkilere yansıması da küresel yönetişim kavramı aracılığıyla olmuştur. “Küresel ölçekte kurumsallaşmış bir kural koyma ya da anlaşma yapma etkinliği” olarak tanımlanabilecek küresel yönetişim; insan davranışı ve etkinliğinin bir sonucu olan kurumların bir kere kurulduktan sonra, zamanla insan davranışlarını etkilediğini ve biçimlendirdiğini söyleyen yeni kurumcu iktisat anlayışına yakın durmaktadır. Bu bağlamda küresel yönetişim; formel ve/veya enformel bütün kurumları ve sözleşme gibi ilgili eylemleri içermekte, hiyerarşinin ve anarşinin bir karışımı olarak değişkenlik gösteren bir uluslararası düzen ortaya koymaktadır. Yanı sıra küresel yönetişim, sadece devletlerarası resmi sözleşmelerle değil STK’ların uluslararası mekanizmalara katılımıyla da desteklenmektedir. (Bayramoğlu, 2005, s. 126–127). Bu anlamda; ‘insan davranışları kurumları örgütlemekte, kurumlarsa zamanla insanların davranışlarını biçimlendirmekte ve örgütlemektedir’, düşüncesinden yola çıkarak yönetişimin demokrasiyle ilişkisi ya da demokratik yönetişim, biçimsel öğelere vurgu yapan minimalist bir pozisyonda durmakta ve meşruiyeti “işlerin nasıl yürütüldüğüne” dayanmaktadır (March ve Olsen, 2009, s. 6).

Yönetişim kavramı ve modeli, getirdiği yeni biçimsel özelliklerle birlikte özellikle 90’ların ikinci yarısından sonra hem ulusal hem de uluslararası/ulus-ötesi düzlemde karar alma süreçlerine önemli yenilikler getirmiştir. Bununla birlikte; DB tarafından bulunan ve

yaygınlaştırılan model, kalkınma ve ilişkili olarak demokrasinin her türlü sorununa çare olarak gösterilmekle birlikte, IMF ve DB’nin parasal yardımlarının da kapısını açan ‘sihirli’ bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat sihirine rağmen ulus-devleti aşan yönetişim; katılım bahanesiyle özel şirketlere ve sermayeye yönetim süreçlerinde tanınan bir ayrıcalık olması ve sivil toplum kuruluşlarının yönetimde katılım ve ‘etkililiği’nin ilerletilerek sendikal örgütlenmenin gölgelenmesi iddiasıyla önemli eleştiriler almaktadır (Güler, 2009, s. 115). Daha genel anlamdaysa; önceden belirtildiği gibi, sosyal devletin vatandaşlar bakımından kazanımları yönetimden yönetişime doğru gerçekleşen değişimde yok olmaktadır. Özelleştirilen kamusal hizmetlerden yararlanmada vatandaşlık (toprağa ve ulusa ait olma) yerine müşterilik (para sahibi olma) ön plana geçmekte ve ulus-devletin rasyonel temelleri sarsılmaktadır.

Nihayetinde; M. Castells, küresel yönetişim ve demokrasi bağlamında, “Eğer

uluslararası/ulus-ötesi kurumlar geliştirilir ve özerklikleri güvence altına alınırısa, eğer toplumlar bağımsız bilgi ve iletişim araçları ile donatılırsa, eğer kendi çeşitlilikleri içerisinde sosyal kuruluşların, sosyal hareketlerin ve genel olarak toplumun katılımına yönelik mekanizmalar uluslararası kuruluşlar seviyesinde kurulursa ve hükümetler bu uluslararası sistem içerisinde hukuk devletine saygı gösterirse, demokrasi ve siyasal idarenin/işletmeciliğin, insan hayatlarına ilişkin kararların alındığı küresel düzlemde, ileriye götürülmesi için bir fırsat bulunmaktadır.” demektedir (Castells, 2005, s. 16). Yukarıda

insanların gündelik hayatını ve dahası geleceğini etkileyen uluslararası/ulus-ötesi yönetimin ya da yönetişimin ana hatları ve mantığı anlatıldıktan sonra, aşağıda söz konusu bu “eğer”lerin koşulları, ulus-ötesi demokraside karar alma prosedürlerinin genel bir çerçevesi çizilirken ve uluslararası örgütler ile birlikte ulus-ötesi yönetişim ve sivil toplum kuruluşları örnekleri ele alınırken tartışılacaktır.

4.1.3. Klasik Prosedürlerden Yeni Prosedürlere: Ulus-Ötesi Düzlemde [Demokratik]