• Sonuç bulunamadı

Demokratik Kapsayıcılık Bağlamında Ulus-Ötesi Demokrasi

2.4. Liberal ve Sosyal Demokrasinin Doğuşu: ‘Uzun’ 19 Yüzyıl, ‘Kısa’ 20 Yüzyıl

3.1.2. Demokratik Kapsayıcılık Bağlamında Ulus-Ötesi Demokrasi

Bir demokratik rejimin vermesi gereken ilk karar, demosun/halkın kim olacağıdır. Bu soruya verilen yanıt, politik birimin ve rejimin demokrasi bağlamında kapsayıcılığının da en açık yanıtıdır. İlk demokrasi pratiğinde bu sorunun yanıtı; Atina’da doğmuş, belli bir yaşın üzerindeki erkeklerdir. Kadınların yönetime dâhil edilmeye başlanması içinse 19. Yüzyıl’ın sonu, 20. Yüzyıl’ın başına kadar beklenmiştir. Elbette demokrasi ile birlikte diğer yönetim şekilleri de; hem yönetici sayısı hem de kararların alınmasına kattığı insanların nicel ve nitel özellikleri bakımından tartışıla gelmiştir fakat yine aynı dönemde artık tartışılmaya başlayan demokrasiye karşı demokrasidir.

Demokratik kapsayıcılık bağlamında, halkın sınırlarını çizmekte kullanılan ölçütler; “etkilenen herkes” (all-affected principle), “ülke sınırları”, “rıza”, “milliyet” (nationality), “coğrafi belirginlik” ve “özerklik” gibi kabul ve ilkelerdir. İlk bakışta kapsayıcılık ve dışlamanın ele ele gittiği bu ilkeler, demokrasi/ulus-ötesi demokrasi perspektifinden değerlendirilse:

İlk ilke olan; “etkilenen herkes”, her türlü sorunun çözümünün ve ona ilişkin karar ve düzenlemelerin ondan doğrudan etkilenen insanlar tarafından sağlanacağını belirtmektedir. Zira alınan kararlar sadece karar alıcıları değil, o karardan etkilenecek diğer herkesi de bağlamaktadır. Bu anlamda; alınan kararın yükünü taşıyacak herkes o karara katılabilmelidir. Elbette böylesi bu durum; ne ulus ne de ulus-ötesi ölçekte uygulanabilir gözükmediğinden, temsil mekanizması devreye girmiştir (Whelan, 1983, s. 16–17). Bunun yanında; etkilenen herkes ilkesi, ulus-üstü ölçekte farklı bir perspektifle de değerlendirilebilmektedir. Örneğin; Latin Amerika ülkelerinden ABD’ye her yıl onbinlerce insan göçmen olarak geçmektedir ve başta göçmenlik kanunu olmak üzere, tabi oldukları hukuksal kurallar yalnızca ABD vatandaşlarının temsilcileri aracılığıyla belirlediği kanunlara dayanmaktadır. Diğer bir deyişle, karara muhatap olanlar/karardan etkilenenler kararın oluşturulmasında söz sahibi değildir (Song, 2012, s. 50–52). Böylesi bir tartışma ister istemez, ‘sınırları olmayan bir halka/demos’a çıkmaktadır ki bu noktada “ülke sınırları” ilkesi devreye girmektedir.

Ülke sınırları ilkesi; kararı alanların ve karardan etkilenenlerin arasında, “zorlayıcılık” (coercion) bakımından bir ayırım yapmaktadır. Yine göçmen hukuku örneğinden hareket

edersek; göçmen yabancıların tabi oldukları kanunu, o ülkede ikamet etmekle birlikte söz konusu devletin ‘meşru zor gücünü’ tanıyanlar temsilcileri aracılığıyla belirlemiştir. Bu bağlamda, söz konusu zorlayıcılığa tabi olan vatandaşlar, böylesi bir tabiyeti bulunmayan göçmenlerin bir adım önündedir. Etkilenen herkes ilkesi gibi bu ilke de ‘bulanık’tır zira bu anlatılanın tam tersi, göçmen kabul eden ülke vatandaşları için de geçerlidir. Başka bir deyişle; aktif vatandaşlığın sınırları ‘dalgalı ve akışkandır’ ve demokratik rejimler herkese eşit muamele etmekle yükümlüdür (Song, 2012, s. 52 & Whelan, 1983, s. 20). Oysa Atina demokrasisi düşünüldüğünde, böylesi bir ‘sorun’ yoktur, zira yabancıların politikaya katılması söz konusu olmadığı gibi, kararlar yapıcı ve uygulacı ayrımı bulunmamaktadır.

Yukarıda anlatılan iki ilke dikkate alındığında; demosun bölünemeyeceği ya da sınırlandırılamayacağı bir açmaz söz konusudur. Bu açmazdan çıkmak için, ölçek sorunu; yukarıda bahsedilen rıza, milliyet, coğrafi belirginlik ve özerklik ilkeleriyle tekrar düşünülmektedir.

Rıza, herhangi bir politik birimin kuruluşuyla birlikte alınan her türden kararın da ön koşuludur. Yanı sıra; rıza, kolektif/ortak karar vermede paylaşılan değerlerin, gönüllü birlikteliklerin de örgütlendiği ilkedir. Ülke ya da devlet üyeliğinin doğuştan edinilen ve zorunlu niteliği düşünüldüğünde, rıza ile bir araya gelen toplulukların daha yerel, gevşek ve spontane olduğu söylenebilir. Dahası; küçük topluluklarda alınan kararların, etkilenen herkes koşulunu sağlamasının verdiği avantajla üyelerin iradelerini daha iyi yansıttığı ve daha meşru olduğu açıktır. Sözü edilen topluluk ise, dini bir cemaatten (bir kilisenin üyeleri gibi) bir kasaba ya da federal birim/kanton üyeliğine kadar çeşitli olabilmektedir (Whelan, 1983, s. 25–26). Rıza ilkesinin çözdüğü sorun, etkilenen herkes ile ülke sınırlarıysa, ortaya çıkardığı veya mantıksal olarak ilişkili olduğu sorun toplulukların birbirlerinden nasıl ayrılacağıdır. Milliyet ve coğrafi belirginlik bu noktada işin içine giren ilkelerdir.

Milliyet ilkesi; klasik milliyetçilikten farklı olarak, “metodolojik bir milliyetçilik” anlayışı sunmaktadır. Milliyet ilkesi, devlet ve toplumun kendi farklılıklarının altını çizmesinden ziyade, toplulukları diğer topluluklardan ayıran noktaların öne çıkarılmasıdır. Diğer bir ifadeyle, küreselleşmenin homojenleştirici etkisine karşılık bir topluluğun kendi homojenliğini ortaya koymasıdır. Bu ilkede, her ne kadar milliyetçilik gibi bir dışlayıcılık olmasa da, belli bir ethosun ve kültürün homojenliğine yapılan vurgu, klasik milliyetçiliğin yalıtıcı politikalarının topluluk düzeyinde ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Topluluk

düşüncesinden farklı olarak ulus-üstü düzeyde, Avrupa Birliği’nin kimlik politikası dahi, post-milliyetçilik adı altında bir izolasyon/ayırıcılık önermektedir (Schaffer, 2012, s. 323).

Coğrafi belirginlik ilkesi, izolasyona varmayan bir ayırım için ortaya atılmıştır. Milliyet ilkesinde olduğu gibi, milliyetçilik ile coğrafi belirginlik arasında da bir bağlantı vardır. Zira Ortaçağ’ın akışkan ve belirsiz politik sınırlarına birikmiş bir tepki olarak açıkça tanımlanmış ve üstünde devletin zorlayıcı otoritesinin bulunduğu coğrafi bir alan olarak ülke ve devlet, milliyetçiliğin önde gelen kabullerindendir. Coğrafi belirginlik ise, sınırların doğrusal/kalemle çizilmiş (linear) olmasına karşılık olarak, “doğal ve kaçınılmaz sınırları” vurgulamaktadır. Coğrafi/fiziksel belirginliğin yaşam şartları ve ona ilişkin kararların alınmasında demokratik bir ölçüt olduğunu savunan ilke, bir topluluğun diğer topluluklardan böylelikle ayrılabileceğini belirtmektedir. Bununla birlikte; coğrafi belirginlik ilkesi de, doğal/fiziksel özelliklerin tek başına yeterli olmadığını ona yüklenecek tarihsel ve siyasal anlamın da önemli olduğu düşüncesiyle eleştirilmektedir. Örneğin; Ren-Alpler-Pireneler üçlüsünün gerçekten de Fransa’nın doğal sınırları olduğu konusu tartışmalıdır çünkü bunun coğrafi özelliklere siyasal anlam yüklemek suretiyle Devrim Fransası’nın bir ürünü olduğu da iddia edilebilir (Whelan, 1983, s. 35–36). Tarihsel ve siyasal özelliklerin coğrafi belirginlik ile birlikte düşünülmesi, demokratik kapsayıcılığın burada ele alınacak son ilkesi olan özerkliğe açılmaktadır.

Özerklik ilkesi; yukarıda değerlendirilen milliyet ve coğrafi belirginlik ilkelerini kapsayan ve onları siyasal olarak yeniden kuran ilkedir. Hem tarihsel olarak hem de coğrafi anlamda (kader ve doğa) bir araya gelen topluluğun siyasal anlamda güvencesi olan özerklik, büyük değil küçük politik birimler içerisinde, o birimleri etkileyen ve yine o birimler tarafından etkilenen kararların bizatihi özerk ya da otonom birimlerce alınmasını öngörmektedir. Böylelikle hem karar alma süreçlerine katılım anlamında aktif yurttaşlık hem de siyasal sistemin yurttaşların taleplerine yanıt verebilirliği optimum düzeye çıkacaktır (Whelan, 1983, s. 38). Zira Dahl’ın da uyarısı bu yöndedir: Politik birim küçüldükçe katılım anlamında demokratikleşme ve aktif yurttaşlık artmaktadır fakat küçük politik birimlerin de yurttaşların taleplerine yanıt verme kapasitesi (sistem kapasitesi) azalmaktadır (Dahl, 1994, s. 28).

Çalışmanın teorik tasnif bölümünde, ulus-ötesi demokrasi kuramları anlatılırken değinildiği gibi; radikal kuramlar (radikal demokratik çoğulculuk, sosyalist enternasyonalizm ve anarşist yaklaşım) demokrasinin ulusu aşmasında doğrudanlığı ve devlet aygıtının yokluğunu vurgulamaktadır. Diğer bir deyişle; bu kuramlar, politik birimin ölçeği küçüldükçe demokrasinin hem usul/prosedür bağlamında hem de özsel olarak ilerlediğini söylemektedir.

Bu altbaşlık altında yapılan tartışma da, radikal kuramların iddialarını doğrular niteliktedir. Radikal demokratik çoğulculuk, doğrudanlığı ve topluluğun sınırı coğrafi olarak birbirleriyle aynı kaderi paylaşanlar (coğrafi belirginlik) olarak almaktadır. Sosyalist enternasyonalizm ise, Paris Komünü’nün deneyiminin ‘ilhamı’ ile doğrudan demokrasiyi her halükarda desteklemektedir. Anarşist yaklaşım da, içerisinde barındırdığı güçlü ekolojik damar sebebiyle, komün tipi örgütlenmeyi desteklemekte ve birbirleriyle sıkı ilişkide bulunan konfederal ve federe birimleri demokrasinin temel yapı taşları olarak almaktadır.

Mamafih, radikal kuramların yanında anlatılan liberal yaklaşımlar da (liberal enternasyonalizm, kozmopolit demokrasi, müzakereci demokrasi) yukarıda anlatılan bu ilkeleri başka bir şekilde ele almaktadır. Örneğin; uluslararası ya da ulus-ötesi kuruluşların güç kazandığı bir dünyada; göç sorunundan küresel ısınmaya, asit yağmurları ve kirlenen su kaynaklarından uluslararası terörizme ilişkin çözüm önerileri ve kurallar küresel olarak konulacak ve devletler vatandaş ve ülke ayırmaksızın herkese aynı kural ve kanunlarla eşit muamelede bulunacaktır. Yine kozmopolit demokrasi perspektifinden bakıldığında, küreselleşen sorunlara genişleyen politik birimler (kıtalara dayanan bölgesel birlikler) ve doğrudan/kapsayıcı temsille verilecek yanıtlar (BM’deki Halklar Meclisi gibi) söz konusu bu ilkelere ters düşmeyecektir. Müzakereci demokrasi penceresinden bakıldığındaysa, etkilenen herkesin kararlara katılım yolları açık olduğunda (ilgili kısımda belirtildiği gibi ‘söylemin gücü’ ve iletişimin sınır tanımazlığı) demokratik meşruiyet hâlihazırda sağlanmış olacaktır (Schaffer, 2012, s. 325 & 329–330).

Buraya kadar bahsedilen ilkeler topluca değerlendirildiğinde, demokratik teorinin en önemli meydan okumalarından birisinin demosun/halkın sınırlarının çizilmesi ve onun kuruculuğunun rasyonel temellere oturtulması ve söz konusu demosa ‘politik bir habitat’ bulunması olduğu görülmektedir. Zira “etkilenen herkes” gibi minimal/prosedürel/biçimsel ölçütlere başvurulduğunda birilerinin muhakkak dışarıda kaldığı görülmektedir. Demokrasinin özüne ilişkin değerlere dönüldüğündeyse dışarıda kimse kalmamaktadır fakat bu sefer mesele bu değerlerin meşrulaştırılması, haklılaştırılması (justification) olarak ortaya çıkmaktadır (Miller, 2009, s. 204). Söz konusu bu değerler özellikle insan hakları kuramı ve nosyonuna dayanmaktadır. İnsan haklarının temellendirilmesi büyük ve geniş bir felsefi- politik tartışma olmakla birlikte, aşağıdaki başlıkta insan haklarının demokrasi düşüncesinin evreselleşmesinde ve dolayısıyla ulus-ötesi demokrasinin zeminin oluşmasında oynadığı rol ve yaptığı katkı değerlendirilecektir.