• Sonuç bulunamadı

1.3. Ulus-Ötesi (Transnasyonal) Demokrasi Tartışması ve Kuramı

1.3.5. Sosyalist Enternasyonalizm

Bilimsel sosyalizmin öncüsü Karl Marx (1818 – 1883) hayatının büyük bir bölümünü sürgünde geçirmiş ve salt memleketine geri dönme arzusu yerine, ulusal sınırların önemini kaybettiği uluslarüstü bir dünya hayali kurmuş ve ona ilişkin küresel bir siyasal perspektif geliştirmiştir. Marx’ın bu konuda diğer bir özelliği ise, çağdaşı ve aynı düşünce hattında olan diğer düşünürlerin aksine küresel kapitalizm ile mücadelede çözümü, ‘tarihin tekerleklerini geriye döndürmekte’ değil, tam tersine direksiyonu ele alarak yeni ve daha iyi bir uluslararası düzene gitmekte bulmasıdır (Puchner, 2005, s. xvi & xvii). Komünist Manifesto adlı eserde Marx ve Friedrich Engels’in (1820 – 1895) de belirttiği gibi, kapitalizmi ve kapitalistleri diğer eski dönem üretim tarzlarından ve üreticilerinden ayıran temel özellik, kapitalizmin üretim araçlarını, üretim ilişkilerini ve dolayısıyla toplumdaki tüm ilişkileri durmaksızın değiştirmeleri, sürekli büyüyen pazar arayışı içerisinde dünyanın her yerine ‘yuvalanmaları’, yerleşmeleri ve ilişkiler tesis etmeleridir. Böylelikle, üretim araçlarını elinde tutan burjuva sınıfı, dünya pazarını sömürü aracılığıyla üretime ve tüketime kozmopolit bir karakter vermiştir. Ve yine bu yolla, ulusal münzevilik ve kendine yeterlilik yerini ulusların evrensel olarak birbirlerine karşılıklı bağımlılığına bırakmıştır. Dahası, burjuva sınıfı kırı kente, tarım devletlerini burjuva devletlerine, nihayetinde Doğu’yu Batı’ya tabi kılmıştır (Marx ve Engels, 2005, s. 10–11). Söz konusu bu durum ise, küresel politiğin sosyalist açıklamasında, emperyalizm kavramı etrafında ele alınmıştır. Emperyalizme ilişkin Marxist kuramlar genel olarak üç hat/yaklaşım üzerinden takip edilip açıklanabilir: Birincisi, Karl Kautsky’nin (1854 – 1938) “ultra-emperyalizm” kavramı etrafında geliştirdiği teoridir. İkincisi, Kautsky’nin teorisinin şiddetli bir eleştirisi olan Lenin – Buharin kuramıdır. Üçüncüsü ise,

David Harvey’nin “yeni emperyalizm” kavramı etrafında şekillenen teorik açıklamalardır

(Callinicos, 2007, s 535–536)38.

38 Emperyalizm kavramını sömürgecilik ile birlikte ele alıp onu kültürel etkileriyle değerlendiren bir çalışma için

Kautsky, “Ultra-Emperyalizm” adlı makalesinde, sanayileşmiş kapitalist ülkeler arasındaki rekabetin emperyalizmi doğurduğunu söylemekte ve emperyalist ülkeler arasındaki paylaşım kavgasının da azgelişmiş tarım bölgeleri olduğunu belirtmektedir. Zira Kautsky’e göre, kapitalizmin çelişkisi sanayi sektörü ve tarım sektörü arasındadır, birincisinin gelişme koşulu ikincisindeki üretimin genişletilebilmesidir ki bu aynı zamanda emperyalizmin sınırını oluşturur çünkü azgelişmiş/kapitalistleşmeye açık tarımsal bölge ve ülkeler emperyalist yarış içerisinde günden güne azalmaktadır. Bununla birlikte; Kautsky’nin düşüncesinin özü, emperyalizmin maddi sınırlılığının, kapitalizmin sınırlılığı anlamına gelmediğidir. Kapitalist ülkeleri karşı karşıya getiren emperyalist rekabet belli bir aşamadan sonra bir çeşit işbirliğine dönüşebilir ki bunun adı ultra-emperyalizmdir. Diğer bir deyişle, savaşa ve dolayısıyla yıkıma neden olan emperyalist kavga, ultra emperyalizm aşamasında kapitalist ülkelerin savaştan kaçındıkları bir duruma ve rasyonelliğe açılacaktır (Kautsky, 2004, s. 164–165)39

.

Birbirleri arasında emperyalizme bakışta farklılıklar olsa da, Kautsky’nin tezine muhalefet konusunda aynı olan Lenin – Buharin çizgisi de iki yazarın ayrı ayrı görüşleri özetlenerek verilebilir: Lenin için emperyalizm, ünlü eserinin başlığında da belirtildiği gibi, “kapitalizmin en yüksek aşaması”dır. Lenin söz konusu bu tabiri, kapitalizmin gelişmişliğinin doruğu manasında değil, tersine onun düşüşünün başlangıcı olarak kullanmış ve emperyalizmi “proleter sosyal devrimin arifesi” şeklinde nitelendirmiştir. Anılan aşama ve dönemde üretim toplumsallaşmış fakat üretim aygıtları toplumsallaşmamıştır, bununla birlikte artığa el koyma hala ‘özel’ ellerdedir. Bunun sonucu olarak, serbest rekabetin aksine bir tekelleşme sürecine girilmiştir ki bu süreçte hâkim sermaye dilimi finans-kapitaldir40

(Lenin, 2010, s. 10 & 25).

Buharin ise; emperyalizmi “finans-kapitalin fetih politikası” olarak görmekle birlikte, merkezileşme eğilimi gösteren sermayenin savaş alanının bütün bir dünya olduğunun altını çizer, hatta söz konusu rekabetin uzak sonucu, baskın ülkelerin güdümünde bir dünya devletidir. Bu yüzden düşünüre göre, “Her şey her şeye bitişmiş, her şey her şeyden etkilenir,

herkes herkese sürtünür durumdadır.” (Buharin, 2004, s. 171-172, & 174). David Harvey ise,

emperyalizmi kapitalizmin son aşaması olarak değil, burjuva sınıfının politik üstünlüğünün ilk aşaması olarak ele almakta, yukarıda anlatılan kapitalist birikim düzeninin yanına, tekil

39 Aynı makalede Kautsky, “... büyük emperyalist güçler arasındaki Dünya Savaşı’nın sonucu, silahlanma yarışından vazgeçen en güçlü emperyalistler arasında bir federasyon oluşturulmasına neden olabilir.” diyerek,

bugünkü Avrupa Birliği’nin siyasal yapısına ilişkin ‘yakın’ bir tahminde bulunmuştur.

40 Lenin’in bahsettiği finans-kapital ile bugünün moda kavramı haline gelen finans-kapital birbirlerinden farklı

ve başkadır: Lenin bahsettiği; sanayide oluşan sermayenin bankacılığa aktarılması ve banka sermayesinin giderek sanayi sermayesine hâkim olmaya başlaması, yani sanayi sermayesinin banka sermayesi haline gelmesidir. Günümüzdeki finans-kapital deyimi ise, paradan para kazanma anlamında finans sektörüne yöneltilen sermayedir, daha doğru bir ifadeyle finansal sermayedir (bkz. Savran, 2011, s. 61).

devletlerin politik tercihlerini yansıtan ve belirli özgüllüklere neden olan alansal (territorial) mantığı koymaktadır. Böylelikle küresel siyaseti biçimlendiren yalnızca ekonomik sistemin mantığı değil, ülkelerin jeo-politik duruş ve hareketleridir (Harvey, 2003, s. 42; Callinicos, 2007, s.547) . Yeni emperyalizm teorisine göre eski sömürgecilikteki fetih ve zor politikası yerini tamamen olmasa da büyük oranda iktisadi zorunluluklar adı altında güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri sömürmesine bırakmıştır. Nasıl ki işçi ile işveren arasındaki ilişki görünüş itibariyle eşit ve özgür bir karakter göstermektedir, uluslararası alanda da egemen ülkelerin ilişkisi buna benzemektedir. Dahası yeni emperyalizmin belirleyici niteliği kapitalist oluşundadır ki böylelikle keskin bir ekonomi – siyaset ayrımı demokratik hesap verilebilirliğe konu olacak çoğu şeyi ekonominin doğal, değişmez, teknik olarak kavranan alanına sokar ve bu taleplerin önünü alır (Wood, 2014, s. 21 & 28).

Sosyalist düşünürlerin küresel yönetimi algılama ve anlamlandırmada başvurdukları diğer bir önemli kavram hegemonyadır. Özellikle Antonio Gramsci (1891 – 1937) tarafından siyasal eyleme rehberlik eden stratejik liderlik olarak tanımlanan kavram, demokrasinin tanımlanması bağlamında, kitlelerin rızasının fabrikandan okula, okuldan aileye kadar geniş bir toplumsal yelpazede kazanılması ve yeniden üretilmesine dayanmaktadır (Buci- Gluksmann, 1982, s. 119). Bununla birlikte hegemonya düşüncesinin global siyasete uygulanışı “farklı sınıflar, ideolojiler ve kurumlar ile maddi güçler arasındaki tarihsel uyum” olarak ulus-ötesi tarihsel blok kavramına açılmaktadır. Neo-Gramscian olarak da bilinen bu yaklaşım; üretim süreçlerinin biçimlendirdiği toplumsal güç ilişkilerinin küreselleşme süreci içerisinde ulus-ötesi nitelik kazandığını ve sınıf ilişkilerinin değişen bu bağlamda ele alınması gerektiğini söylemekte, devlet aktörünün küresel siyasette en önemli aktör olduğu düşüncesine karşı çıkmaktadır (Gökten, 2013, s. 50 & 55). Bu akımın önde gelen düşünürü

Robert Cox (1926 – …) küresel politikayı ve hegemonyayı anlamak için “sosyal kuvvetler”

kavramına başvurmaktadır: Düşünceler, maddi olanaklar ve kurumların etkileşiminden doğan ulus-ötesi sosyal kuvvetler, devlet aktörünün ötesine geçip tarihsel ve siyasal bağlamda dünya düzenini açıklamaktadırlar. Düşünceler, ilgili olduğu dönemin baskın fikirsel eğilimleridir; maddi olanaklar üretici güçler ve kurumlarsa, çeşitli sorunların çözümünde zora başvurmayı gerektirmeyen, belirli bir düzeni istikrarlı ve sürekli hale getiren yapılardır. Hegemonya, yani belirli bir dünya düzenin normal ve evrensel kabul edilmesi, özellikle kurumlar aracılığıyla tesis edilse de yalnız bu kurumlara indirgenemez; zira maddi ve ideolojik kuvvetler de kurumlar kadar önemlidir (Cox, 1999, s. 218–220).

Üretimin uluslararası nitelik kazanmasıyla doğan sosyal güce dayalı ve daha bütünleşik, hegemonsuz ve güç çekişmelerine dayalı ve üçüncü dünyanın kimi merkez ülkeleri üzerinden karşı hegemonik olan üç tür dünya düzeni tasavvur eden Cox küresel politikaya özgün bir yaklaşım ortaya koymuş ve devleti açıklayan değil açıklanan bir öğe olarak değerlendirmiştir (Bostanoğlu, 2009, s. 53–54). Bu yaklaşımın diğer bir önemli temsilcisi ve Cox’un öğrencisi olan Stephen Gill, dünya sistemi için Amerika Birleşik Devletleri (ABD) merkezinde oluşan ulus-ötesi bir siyasal ve ekonomik formasyonu önermektedir. Cox’tan farklı olarak bu süreçte devletin uluslararasılaşmadığı, ulus-ötesileştiğinin altını çizen Gill’e göre tarihsel orijini iki dünya savaşı arasında bulunan ulus-ötesi hegemonya, ulusal ve ulus-ötesi sermayenin maddi çıkarlarının uyumlulaştırıldığı ve Japonya ile birlikte Doğu Asya’nın da sisteme entegre edildiği bir tarihsel blokun altını çizmektedir. Bunun sonucunda ana dayanağı söz konusu bu ‘uyum’u sağlayan disipline edici neo-liberalizm olan yeni bir anayasalcılık (new

constitutionalism) belirmiştir. Yeni anayasalcılığın özünü, devletlerin ulus-ötesi/uluslararası

kurumların ortaya koyduğu kurallara ve kavramlara bağlanma taahhütleri oluşturmaktadır. Böylelikle devletler neo-liberal, ABD yönelimli hegemonyayı içselleştirmekte ve ulus- ötesileşmektedir (Gill, 2008, s. 79 & 93–94). Küresel dünya düzeninin oluşumunda tarihselliği ve hegemonyayı vurgulayan diğer bir düşünür olan Immanuel Wallerstein (1930 - …) kapitalizmin gelişmeye başladığı 16. Yüzyıl’dan beridir global/küresel olduğunu vurgulamakta ve ülkeler arasındaki ilişkileri, iktisadi ve ekonomik hakimiyetleri olmayan çevre ve yarı-çevre ülkelerden güçlü ülkelere kaynak aktarımın olduğu bir dünya-sistemi olarak tanımlamaktadır (Wallerstein, 2001, s. 19).

Sonuç olarak; sosyalist düşünce, devletler ve ona dayanan emperyalizm ve hegemonya kavramları önemli teorik araştırmaların konusu olsa da, en başından beri devleti ve ulusu aşan bir teorik yaklaşım içerisindedir, denilebilir. Liberal yaklaşımın aksine, devlet (siyaset alanı) ve sivil toplum (ekonomi alanı) konusunda kesin bir ayrım yapmayan Marxist düşünceye göre, üstyapı kurumu olan devlet, maddi üretim ilişkilerinin gerçekleştiği yapının kendisi olan sivil toplumun güdümündedir, onun bir belirimidir. “Üretici güçlerin belirli bir aşamasında bireyler arasındaki bütün maddi ilişkileri kapsayan” sivil toplum söz konusu bu özelliğiyle devleti ve ulusu aşmaktadır (Carnoy, 2001, s. 254).