• Sonuç bulunamadı

Demokrasinin Demokratikliği Sorunu: Demokrasi vs Demokrasi

4.2. Ulus-Ötesi Demokraside Aktörler, Süreçler ve Mekanizmalar

5.1.1. Demokrasinin Demokratikliği Sorunu: Demokrasi vs Demokrasi

Önceden de değinildiği üzere demokrasi ve siyaset/yönetim farklı yazılsalar da aynı anlama gelen terimler olarak nitelendirilebilir. Yönetim ve siyasetin; iktisadi, toplumsal ve kültürel alanda ‘dokunmadıkları’ nokta olmadığından, demokrasi de çok boyutlu/katmanlı ve ‘çok anlamlı’ bir kavramdır. Bununla birlikte; demokrasi ile “iyi yönetim” ya da daha revaçta olan bir terimle, “iyi yönetişim”in eşanlamlı olup olmadıkları sorusu tartışmalıdır (Dunn, 2014, 9–10 & Bobbio, 1989, s. 136).93 Çalışmanın ilk kısmında verilen demokrasi tanımlarının çokluğu ve aralarındaki farklar göz önüne alındığında bu durum daha net ortaya çıkmaktadır: Prosedürlere önem atfeden tanımlar ya da minimalist demokrasi anlayışı ile demokrasiyi belli değerlerin çağrıştırıcısı olarak ele alan maksimalist anlayış arasındaki gerilim demokrasinin demokratikliği konusunda da kendisini göstermektedir.94

Demokrasinin demokratikliği sorunu veyahut demokrasiye karşı demokrasi tartışmasının etrafında döndüğü en önemli kavram ise meşruiyettir. Demokratik prosedürlerin ve süreçlerin kendi başlarına, otomatik olarak meşruiyet getirmediği, demokrasinin değerler ve etik ölçütlere dayanması gerektiği fikri demokrasinin demokratikliği sorununun ana eksenidir (Delbrück, 2003, s. 33). Demokratik yönetimler meşruiyetini; bireylerin haklarını korumalarında (pozitif) ve doğrudan ya da dolaylı olarak siyasal katılımı engellememelerinde (negatif) bulmaktadır. Diğer bir deyişle; modern demokraside meşruiyet, politik özneler olarak belli haklarla donatılmış vatandaşların yönetime katılmasından geçmektedir. Dahası; politik gücün merkezileşmesi ve otoriterleşmesini önlemek için güçler ayrılığı ilkesinin, öngörülebilir ve evrensel hukuk kuralları ile birlikte insan haklarıyla uyumlu bir yönetim için hukuk devleti ilkesinin benimsenmesi meşruiyetin halktan kaynaklanmasında vazgeçilmezdir (Aytekin, 2000, s. 167–168). Aksi takdirde; düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı, kamuoyunun serbestçe oluşmadığı bir yönetim, Sartori’nin tabiriyle “seçimli demokrasi”

93 Hatta Bobbio, “Politik düşüncenin bütün tarihi, en iyi yönetim sisteminin ne olduğuna dair tartışmalarla bilmecelenmiştir ve bu tartışmanın içerisinde demokrasi taraftarlığı ve karşıtlığı sürekli tekrar eden bir temadır.” diyerek ilgili tartışmayı yetkin bir biçimde özetlemektedir. (bkz. Bobbio, 1989, s. 138 vd.)

94

Yine ilgili bölümde belirtildiği üzere, en sağlıklı yaklaşım olarak, hem prosedürel yeterlilikleri hem de öze ilişkin gereklilikleri birlikte değerlendiren ve bunları birbirlerinden ayrılmaz addeden “demokratik minimum” uzlaştırıcı bir ölçüt ve terimdir.

olacaktır ki seçimlerin sorunları çözmediği, sorunları çözecekleri belirlediği; onlara yönelik siyasaları oluşturdurmadığı, yalnızca siyasaları oluşturacak kişileri bulduğu aşikârdır (Sartori, 1996, s. 119). Hatta teknokrasi yönetimi ve uzmanlaşma göz önüne alındığında, seçimler söz konusu bu uzmanları seçecekleri seçer ki bu durum demokrasiyi usullere indirgemenin yanlışlığının açık örneklerinden birisidir.

Ulus-ötesi demokraside de, biçim kısmında anlatıldığı gibi, teknokrasi ve uzmanlaşma sorunu, demokrasinin demokratikliği ya da meşruiyet konusunda önemli bir yerde durmaktadır. Ekonomik, siyasal, toplumsal, çevresel vd. ulus-ötesi düzlemde alınan pek çok düzenleyici karar ‘yüksek uzmanlık’ bilgisi gerektirdiğinden bahisle aslında ilgili teknokratlarca alınmaktadır. Aynı sorun ulusal siyasette de yaşanmaktadır fakat politik kurumsal ölçek büyüdüğünde, karar alıcılar ve karardan etkilenenler arasındaki mesafe arttığında bu sorun çok daha yakıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Nihayetinde yakın gelecekte doğrudan temsile dayalı bir ulus-ötesi düzen kurulamayacağından, ulus-ötesi kurumların meşruiyeti ulusal temsilden ve temsilcilerden alınmaya çalışılacaktır. Kararlardaki teknokrasi hâkimiyetiyse, siyasete, ideolojik düşünmeye/davranmaya ve ‘ulusal çıkar’a bir panzehir olarak gösterilecek ve böylece kabul edilecektir (Shapiro, 2004, s. 343–344 & 354 ).

Yukarıdaki görüşün yanında; özellikle AB’de, söz konusu bu sorunu hafifletmeye yönelik “komitoloji” kavramı ve uygulaması bulunmaktadır: Teknokrasinin ‘iyi tarafını’ görerek, ulus-üstü kurumların uzmanlık, danışma ve denetim bilgisinden faydalanılması ve ulusal temsilcilerin bu kurumları olabildiğince etkilemeye çalışması komitoloji olarak adlandırılmaktadır. Hatta Habermas; komitolojiyi, hükümetlerarası bir pazarlıktan ziyade ihtiyat, tartışma ve uzlaşının hâkim olduğu teknokratik bir müzakereci model olarak algılamaktadır (Pollack, 2004, s. 142–144). Böylelikle; ifade ve düşünce hürriyeti, kamuoyunun serbest oluşumu gibi ilke ve değerler, demokrasiyi demokratik yapan önemli noktalar olmakla birlikte, usullerin de üzerinde düşünülmesine ve demokratikleşmesine vurgu yapılmaktadır. İlgili teorik kısımda anlatıldığı üzere; müzakereci demokrasi, demokratik meşruiyetin önemli uğrakları olarak tartışma ve müzakereyi vurgulamaktadır. Konuşmanın, tartışmanın, müzakerenin meşruiyet için hayati olduğunu vurgulayan yaklaşım, katılımcıların da eşdeğerliliğine vurgu yapmakta ve bu temelde eylemde bulunmayı ve konuşmayı desteklemektedir (Doğanay, 2003, s. 44–45).

Demokrasinin, özellikle liberal demokrasinin demokratik olmadığı eleştirisiyle yola çıkan diğer bir yaklaşımsa yine ilgili teorik kısımda ele alınan radikal demokrasidir. Siyasal

süreçlere katılımın tıkandığı ve bu yüzden insanların siyasal süreçte yalnız ve desteksiz bırakıldığı, siyasetteki kurumsal yapılanmanın da katılımı zorlaştırıcı ve oligarşik bir yapıda olduğunu söyleyen radikal demokrasi yerleşik demokrasi düşüncesine önemli bir eleştiri getirmektedir. Dahası; radikal demokratlara göre, kolektif birimler siyasal iradeyi yansıtmadığı gibi devlet de liberal teoride düşünüldüğü gibi tarafsız değildir ve siyaset dönüştürücü gücünü kaybetmiş, gündelik işlerin yürütülmesine indirgenmiştir (Öztürk, 2005, s. 65–66).

Demokrasiyi demokratikleştirmeyi hedefleyen bir siyaset projesi olarak radikal demokrasi; kimlik-fark ilişkisine dayanan ve devlet egemenliğini sorgulayan ve siyasal alanı yerelden küreye/küreden yerele iki taraflı genişleten, sivil toplumu da etkili bir politik özne olarak kurgulayan, böylelikle demokratik bir devlet-toplum ilişkisi yaratmaya çalışan bir yaklaşımdır. Liberal demokrasiyi derinleştirme güdüsünden doğan radikal demokrasi; çoğulculuğun ve kimliksel farklılığın, ulusal kimliğin gölgesinde kalmamasını, kimsenin ötekileştirilmemesini, artık bir çeşit monoloğa dönüşmüş olan siyasal iletişimin diyalojik hale gelmesini istemektedir. Buradan hareketle; liberal ideolojinin farklılıkları bir potada eritme düşüncesine karşı çıkmakta, siyaseti birbirlerini yok etmeyen farklılıkların yapıcı çatışması olarak kavramakta ve her farklılığın/kimliğin “siyasal etki eşitliği”ni tanımakta ve teslim etmektedir (Keyman, 2000, s. ix & 36–37). Müzakereci demokrasideki “katılımcı eşdeğerliliği” ile buradaki “siyasal etki eşitliği” benzeşmektedir. Bununla birlikte; radikal demokrasinin vurgusu, ilgili kısımda da belirtildiği üzere; doğrudanlığa ve küçük topluluklara dayanan demokrasidir. Öyle ki bu şekilde; devletin ötesinde bir siyaset, partinin ötesinde bir siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde bir siyasal öznenin bulunduğu siyasal bir iletişim ortamı ve demokrasiye ulaşılacaktır. Liberal demokraside bulunan eşitlik ve özgürlük, radikal demokrasi aracılığıyla gerçek anlamlarına kavuşacak, demokrasi demokratikleşecektir.

Yukarıda değerlendirilen demokrasinin meşruiyet ve demokratikliği sorunu, yine demokrasi içerisinde çözülmeye çalışılmış, hem biçime (müzakereci demokrasi) hem de öze yönelik (radikal demokrasi) eleştiriler daha esaslı ve demokratik bir demokrasi için yapılmıştır. Bununla birlikte; demokrasiyi demokratik bulmayan ve bunun da demokrasi içerisinde iyileştirmelerle değil, doğrudan demokrasiye karşı olabileceğini savunan yaklaşımlar da bulunmaktadır.

5.1.2.‘Demokrasisiz Demokrasi’: Eleştiri ve Alternatif

Ulus-ötesi demokrasi teorileri anlatılırken belirtildiği üzere; radikal demokratik çoğulculuk gibi, sosyalist enternasyonalizm ve anarşist yaklaşım da (radikal yaklaşımlar) demokrasinin en önemli özelliği olarak doğrudanlığı, aracısız yönetimi koymaktadır. Bununla birlikte; Marx’ın ve diğer sosyalistlerin doğrudan demokrasiye temayüllerini teslim etmekle birlikte, Çulhaoğlu, “Biçimsel demokrasinin alternatifi, doğrudan demokrasi değil, doğrudan doğruya

demokrasinin aşılmasıdır.” diyerek hem biçime hem de öze ilişkin demokrasiye alternatif

yönetim tasavvurlarının çıkış noktasını ortaya koymaktadır (Çulhaoğlu, 2003, s. 102).

Demokrasinin evrenselleşmesi/küreselleşmesi, ona yönelik herhangi bir alternatif düşüncenin de aynı oranda evrensel olmasını gerektirmektedir. Çalışma boyunca dile getirildiği gibi, 21. Yüzyıl’ın demokrasi ve toplumsal mücadele tahayyülleri ve stratejileri, sorunların ve onlara yönelik çözümlerin ve çözüm mekanizmalarının ölçeklerinin genişlemesiyle birlikte, ister istemez küreselleşmiştir. Bunun yanında; demokrasiyle ‘karşılaşma’, hem Antik düşünürlere farklı bir yaklaşımla geri dönerek hem de günümüzdeki demokrasi düşüncesi ve pratiği eleştirilerek yapılmaktadır.

‘Geri dönüş’ anlamında karşılaşmayla başlarsak; demokrasi bu kadar yüceltilen bir terim olarak herkesin kullanımına açıktır. Bununla birlikte; “politik toplumun” bayrağı olan demokrasi, içeriği ve sembolize ettikleriyle de eleştiriye açık ve alternatife söz konusudur.

Alain Badiou, varolan demokratik yaklaşımı dışlayıcı bulmakla birlikte Tocquaville’in

demokratik yönetimde yaşayan insanlar için öngördüğü sıradanlık ve kayıtsızlık tuzağına gönderme yapmaktadır: Demokrat insan bencil, haz ve ‘hız’ düşkünü olmakla, başkalarına kör, aptal bir hayat sürdürmektedir.95

95 Badiou; Platon’un Devlet’inin VIII. kitabından yaptığı şu ‘hiper-çeviri’ ile genel durumu özetlemektedir:

“Demokrat insan yalnız şimdi’de yaşar, yalnız gelip geçen arzuyu yasa sayar. Bugün kendisine dörtbaşı mamur

bir ziyafet çeker, ertesi gün Buddha misali çilekeş oruçtan, duru sudan ve sürdürülebilir kalkınmadan başka bir şeyi olmaz. Pazartesi, yerinden kıpırdamayan bir bisikletin üstünde saatlerce pedal çevirerek formuna kavuşur, Salı sabahtan akşama kadar uyur, ardından sigarasını tüttürüp tıkınır. Çarşamba, felsefe okuyacağını duyurur, ama sonunda hiçbir şey yapmamakta karar kılar. Perşembe, öğle yemeğinde politika konusunda galeyana gelir, komşusunun görüşü hakkında esip gürler, mangalda kül bırakmaz ve aynı öfke seliyle tüketim toplumu ve gösteri toplumunu yerin dibine batırır. Akşam, sinemaya gidip ortaçağ üzerine vurdulu kırdılı b.ktan bir film izler. Eve dönüp esaret altındaki halkların silahlı kurtuluş mücadelesine katılacağını hayal ederek uykusuna dalar. Ertesi gün akşamdan kalma bir halde işe gider ve komşu büronun sekreterini baştan çıkarmak için boş yere uğraşır durur. Ahdetmiştir, ticarete atılacaktır! Gayrimenkullerin rantı kendisine kalacaktır! Ama gene hafta sonu gelmiştir, kriz gelip çatmıştır, neyse hepsinin icabına gelecek hafta bakılacaktır. Alın size hayat! Ne düzen, ne fikir, ama yine de hoş, mutlu, özellikle de, anlamsız olduğu kadar özgür diyebiliriz. Özgürlüğün bedelini anlamsızlıkla ödemek, pek de pahalı sayılmaz hani.” (Badio, 2010, s. 21).

Platon’daki aristokratlığı da farklı (hatta biraz ‘zorlama’) bir şekilde yorumlayan yazar, demokrasinin zıttı olarak (ki yazara göre bir şeyin karşıt alternatifi, o şeyin basit bir biçimde tersi değil onun argümanlarını çürüten “yaratıcı bir önerme”dir), herkesin aristokrat olduğu komünizmi göstermektedir. Diğer bir deyişle; içeriği kapitalist değerler ile doldurulmuş cari demokrasinin zıddı, despotluk, diktatörlük veyahut totaliterlik değil, komünizmdir. Dipnottaki alıntıda da vurgulandığı gibi, “tüketime adanmış hayatlar, aynı zamanda tükeniş” olduğundan, herkesin üretken, bilinçli ve ‘aristokrat’ olduğu bir yönetim olan komünizm, demokrasiye alternatiftir (Badiou, 2010, s. 22–23).

Demokrasi ile karşılaşmanın diğer bir boyutu ise daha pratik alanlardaki sorunların çözümünü kapitalizm ve demokrasi dışında bir alternatifte aramaktır: Demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişki, üzerinde pek çok tartışma olan bir konudur. Önceki bölümlerde belirtildiği gibi, demokrasi ve herhangi bir devlet biçimi arasında zorunlu bir ilişki söz konusu olmadığı gibi, demokrasi ile kapitalizm arasında da zorunlu bir ilişki ya da bir-aradalıktan bahsedilemez. Bununla birlikte; kapitalizm ve biçimsel demokrasi belli koşullarda bir araya gelebilmektedir.

Wood’un tabiriyle “kapitalizmin demokrasiye tahammül edebilmesinin” özgül şartlarından en önemlisi, biçim kısmında anlatılan ekonomik alan ve siyasal alan ayrımıdır. Köken kısmında görüldüğü üzere, modern temsili devletin zemini feodal hiyerarşinin ve aristokratik imtiyazların çözülmesiyle oluşmuştur ki bu bir anlamda ilerlemedir. Genel oy hakkının yayılması ile birlikte çalışan sınıfların siyasal aktör olarak ortaya çıktığı ve kapitalist sınıfın görünürdeki egemen sınıf özelliğini yitirdiği de doğrudur. Mamafih; sınıfsal tahakkümün yeri ve kaynağı siyasal alan değil, mülkiyetin ve maddi gücün belirlediği ekonomik alandır. Hayatlarını idame ettirmek için emeklerini serbest pazar koşullarında satanları baskılamak için siyasal güce gerek yoktur; objektif, doğal, değişitirilemez iktisadi zorunluluklar bu işi yerine getirmektedir. Diğer bir deyişle; sadece siyasal alanda demokrasi vardır ama hayatın geri kalanında yoktur. Kapitalist demokrasi biçimsel anlamda demokrat, özsel anlamda demokrat değildir (Wood, 2013, s. 144–145).

Aynı düşünceden hareketle Zizek de; ekonomik alandaki eşitsizliklerin hızla arttığı, güvenceli/güvencesiz çalışma şartları ne olursa olsun “sürekli bir işi olmanın” bile bir ayrıcalık haline geldiği konjonktürde, biçimsel, ekonomi-siyaset ayırımına dayanan liberal demokrasiyi ekonomideki dengesizlikleri ve buna karşı oluşan tepkileri absorbe eden bir sistem olarak görmekte, demokrasiyi yeniden düşünmenin karşılığını da komünizm olarak

koymaktadır. Hatta ona göre; bu radikal düşünce ütopik değil, var olan sorunları mütevazi değişim ve dönüşümlerle çözmeye çalışmak ütopiktir (Zizek, 2013, s. 9 & 65; Zizek, 2012, s. 99–101). Söz konusu yaklaşım; demokrasiyi demokratikleştirmeye çalışan yaklaşımları da eleştirmektedir. Mevcut şartlar altında demokrasi söylemi, kitleler için bir afyon olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta Jodie Dean’a göre bu afyondan radikal demokratlar da etkilenmiştir. “Demokrasiden yana olmak, demokrasiyi dışlama yoluyla kurulmuş bir düzene karşı çıkmak

anlamına gelir” diyen yazara göre, liberal demokrasiyi derinleştirmeye çalışan radikal

demokratlar, demokrasiyi radikalleştirmenin komünizmin yerine geçtiği yanılgısı içerisindedir (Dean, 2014, s. 38–39).

Nihayetinde küresel bir yönetim modeli olarak demokrasiye ortaya konan önemli alternatiflerden birisi, aslında ve yine de bir demokrasi eleştirisinden ortaya çıkan ve teorik kısımda ele alınan sosyalist enternasyonalizmle ilişkili komünizmdir. Liberal demokrasinin, liberal enternasyonalizmin ve 1980’lerden sonra baskın hale gelen neoliberal ideolojinin sert bir eleştirisinden doğan bu düşünce, elbette “reel sosyalizm” ya da Doğu Avrupa’daki komünist ülke deneyimlerinin (ki onlar bile kendilerine halk demokrasileri adını vermiştir) bir sonucu değildir. Marx gibi, yukarıdaki düşünürler de, komünizmi soyut bir çerçeve olarak düşünmekte, demokrasiye somut eleştirilerle birlikte ona ilişkin detaylarla uğraşmamaktadır. Hatta eleştirinin de eleştirisi olarak; hala reel sosyalizmin hesabını vermeye çalışan sosyalist ideoloji, demokrasiyi de eksik ve yanlış anlamakta ve bu algı üzerine düşüncesini bina etmektedir; zira demokrasiyi kapitalist modernliğin bir üst yapı kurumu olarak algılamakta, devlet ve ekonominin önünde bulunan siyasalın ve toplumsalın değiştirici gücünü yok saymaktadır (Gauchet, 2013, s. 12 & 25).

Demokrasiye diğer ‘alternatifler’ (ya da tehditler) de anti-demokratik düşüncelerden gelmektedir. Platon’dan Nietzsche’ye ve Carl Schmitt’e değin bir felsefi ve politik damar, demokrasinin ahlaki ve yönetsel anlamda bozulmuşluğunu vurgulayarak, demokrasinin çok daha kötü yönetimlere yol açabileceğini belirtmektedir. Platon’un ünlü paradoksu, demokrasinin yani halkın iradesinin anti-demokratik bir sistemi de getirebileceğini söylemektedir. Nazi Almanyası’nda Hitler’in, 1989’da Cezayir’de köktencilerin iktidara gelmesinde olan budur (Sağır ve Karkın, 2005, s. 5). Sonuçta demokrasi; demokratik olmadığı/demokratikleştirilmesi gerektiği yönünden de, kötü ve istenilir olmadığı değiştirilmesi/terk edilmesi bakımından da eleştirilmiştir. Yine de; demokrasi evrensel bir değer, bir yönetim tarzı olarak var olma ısrarını sürdürmüştür ki bu ısrarında yalnız değildir;

popüler destek de arkasındadır. Aşağıda bu ısrarın ve desteğin arkasındaki nedenler ve itkiler değerlendirilecektir.