• Sonuç bulunamadı

Siyasal Sınırların Coğrafi Ölçeğinde Demokrasi ve Rejim Tipleri

2.4. Liberal ve Sosyal Demokrasinin Doğuşu: ‘Uzun’ 19 Yüzyıl, ‘Kısa’ 20 Yüzyıl

3.1.1. Siyasal Sınırların Coğrafi Ölçeğinde Demokrasi ve Rejim Tipleri

Çalışmanın başında da belirtildiği gibi yönetim olgusu özellikle kafa/kol emeği ayrımının belirginleştiği, belirli bir değerin üretilip buna ilişkin paylaşım mücadelesinin başladığı kentlerde ortaya çıkmıştır. Demokrasinin ilk pratiğinin kent-devlet ölçeğinde olması bu anlamda şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte; köken kısmında anlatıldığı üzere Yunan kent- devleti değerleri, imparatorlukların kozmopolit hale getirdikleri fakat bunu demokratik eşitlik için değil, aksine eşitsizliği ve mutlak yönetimi meşrulaştırmak üzere kullandıkları bir araç olmuştur. İmparatorlukların dağılmaya başlaması, Avrupa’da uzun süren bir feodal döneme açılmış, bölgesel aktörler ön plana çıkmıştır. Her ne kadar bu aktörlerin demokratik olmadığı açıksa da, bağlılıkların belli bir prosedüre göre yapılması, temsil kurumunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Demokrasinin tekrar ‘canlanması’; feodal bölgesel yönetimlerin sonunu getiren krallıkların yetkilerinin sınırlanmaya ve uluslar olarak ayrışmaya başladığı dönemde olmuştur. Dünyadaki siyasal coğrafyaya 200–300 yıldır damgasını vuran ulus-devlet ölçeği de küreselleşme ile birlikte aşınmaya başlamıştır.

Ulus-devlet ‘bildiğimiz demokrasi’nin; coğrafik, politik, sosyal ve kültürel olarak en uygun örgütlenme ölçeği olarak yüzyıllar boyunca kabul edilegelmiştir. Günümüzde ise, yerküreye ilişkin olgu ve sorunların (nükleer enerji gibi çevresel, göç gibi sosyal, sermayenin serbest dolaşımı gibi ekonomik, ulus-aşırı terör gibi politik) hem nicelik olarak artmasıyla hem de nitelik olarak değişmesiyle ya da kısaca küreselleşmesiyle birlikte ulus-devlet ve ulus- devlet tabanlı demokrasiler de kapsam ve kapasite yönlerinden sorgulanmaya başlamıştır. Diğer bir deyişle; bölgesel/yerel sorunların çözümünde aşırı büyük ve hantal, küresel sorunlar karşısında ise küçük ve yetersiz görülen ulus-devlet ile birlikte ortak bir karara varmanın en meşru yolu olarak addedilen demokrasinin 21. Yüzyıl’daki tasavvurları küreselleşme ile birlikte önemli biçimde değişmiştir.

Politik birimin sınırı ve ölçeği sorunu ise yine küreselleşme bağlamında, küresel ve yerel diyalektiği çerçevesinde tartışma alanı bulmuştur. Çalışmanın köken kısmında da görülebileceği gibi; mekân/alan, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkması anlamında kurucu bir role sahiptir. Yine önceden anlatıldığı üzere, her tarihsel dönemin ve maddi koşulların baskın, belirgin bir politik ölçeği bulunmaktadır ki kapsam/ölçek/sınır siyasal ilişkilerin de ‘aynasıdır’. Bu bağlamda; küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan ölçek tartışmasının konuları; küresel politik ölçek, ulus-devlet ve yerel dinamiklerdir (Şengül, 2004, s. 119–120).

Küreyi ekonomik-politik olarak tanımlamak ve anlamlandırmak için onu coğrafi olarak ‘bölmek’ her zaman için başvurulan bir yöntem olmakla birlikte, ‘hızlanan zaman aracılığıyla mekânın üstesinden gelinmesi’ kapsam/ölçek anlamında da anılan bölümlemeyi değiştirmiştir. Yeniden kalibrasyon ya da yapılandırma olarak adlandırılabilecek bu süreç; AB gibi devlet-üstü yapılanmalar ve BM, IMF, WTO, G-8 gibi küresel yönetişimin kurumlarıyla sembolize edilmektedir. David Harvey bu konuda kapitalizmin kendi krizlerine yanıt arayışı içerisinde sürekli genişleme ve yeniden yapılanma eğilimini ve buna yönelik ‘çare’yi “mekân ayarı” terimi ile ifade etmektedir68

. Yazar terimi, sermayenin karlı coğrafi alanlara gitmesi ve oralarda tutunması anlamında kullansa da, mekân ayarının politik alansal sonuçları bulunmaktadır: Küreselleşmeye özgü mekân ayarları, yukarıda anılan küresel yönetişim kurumlarını çok daha güçlü ve önemli hale getirmiş, AB, NAFTA, MERCOSUR gibi ulus- üstü küre-bölgesel ekonomik-politik aktörleri başat ölçek kılmıştır (Harvey, 2001, s. 24, 27 & 29).

Köken kısmında anlatıldığı üzere, küreselleşmenin yoğunlaşmasıyla birlikte en çok hissedilen etkilerden birisi de üretim ile alansallığın birbirinden kopuşu olmuştur. Bunun aynısı, politik alan için de geçerlidir. Özellikle ekonomik kararlar ile birlikte ilgili sosyal ve politik kararlar da ulusallıktan kopmaya başlamıştır (Robinson, 1998, s. 568). Kısacası, en etkili olduğu 1945–70 arasında dahi iki kutuplu dünya sisteminin gölgesinde kalan ulus- devletler, 21. Yüzyıl’da demokrasinin başat politik birimi ya da ölçeği değildir. Zira hem küreselleşme hem de yerelleşme/bölgeselleşme ülke/devlet ölçeğine meydan okumaya başlamıştır. Bununla birlikte; uluslararası ve ulus-ötesi kuruluşların kurucu unsurları olan ulus-devletler coğrafik ve kültürel açıdan referans olmaya devam etmektedirler.

68 Harvey, “spatial fix” terimini kullanırken, “fix” kelimesinin birden çok anlama geldiğinin altını çizer. Kelime,

bir şeyi bir yere sabitleme anlamına gelmekle birlikte, yakıcı bir soruna cevaben bulunan bir ayarlama, çare olarak da kullanılabilmektedir. Yazarın tercih ettiği anlam, soruna bulunan ayarlama, çözümdür ki bu yüzden terim için “mekân ayarı” karşılığı tercih edilmiştir. (bkz: Harvey, 2001, s. 24)

Küreselleşmenin diyalektik diğer bir boyutu olan yerelleşme; kararların, onu çözmeye yönelik sorunların kaynağında, ortaya çıktığı yerde alınmasının ve uygulanmasının altını çizmektedir. Bununla birlikte, ülke içerisindeki bölgelerin arz ettikleri sosyal ve kültürel çeşitliliğin hem ekonomik hem de politik yansıması olarak da yerelleşme söz konusudur. Örneğin; İspanya’da Katalonya, Birleşik Krallık’ta İskoçya gibi yerel politik birimler söz konusu bu çeşitliliğin özerklik statüsüne kavuşmuş örnekleridir.69

Demokrasi tartışması açısından yerelleşmenin önemi, kararların karardan etkilenenlere ve kararları uygulayanlara olabildiğince yakından alınmasında yatmaktadır. Hatta radikal ulus-ötesi demokrasi kuramlarının da desteklediği görüş, demokrasinin yerelde ve doğrudan pratiğe geçirilmesidir. Hem küreselleşmeyi hem de yerelleşmeyi (küyerelleşme) hem ekonomik hem de siyaset alanında yaşayan dünyada ise, ülke-devlet ölçeği küreselin olmasa bile yerelin önündedir, denilebilir.

Devletin; ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel hayatın etkin düzenleyicisi olmasından beri devletin yaygın biçimi cumhuriyet, yönetiminse popüler biçimi demokrasi olmaya başlamıştır. Demokrasinin tarihsel arka planında da anlatıldığı üzere, dünya savaşları sonrasında parçalanan küresel politik düzenin tekrar inşa edilmesi süreçlerinde demokrasi ve ona ilişkin hem biçimsel hem de öze ilişkin öğeler gelişme ve genişleme göstermiştir. Örneğin; gelişmiş Batılı devletlerde liberal demokrasi ona ilişkin değerlerle birlikte yükselmiş ve demokrasi bir ideal olarak kavranmıştır. Bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerdeyse normatif demokrasi motifleri olmakla birlikte, kalkınma hedefi demokrasinin önüne geçmiştir. Diğer bir deyişle; demokrasi, kalkınmanın bir aracı olarak algılanmıştır. Bu genel stratejiler çerçevesinde yönetim tarzları da çeşitlenmiştir. Aşağıdaki tablo, hem Freedom House’un hem de Birleşmiş Milletler’in demokrasi endekslerine göre, devletleri yönetim biçimlerine göre tasniflemektedir:

69 Bu iki özerk birim de ulusal bağımsızlığa meyletmektedir. Yakın zamanda İskoçya, yaptığı referandumla

ulusal bağımsızlığa “hayır” demiştir. Fakat bu hayırdan daha önemlisi, İskoçya’yı referanduma götüren nedenlerdir. İskoçya’nın en temel bağımsızlık argümanı, ekonomik kaynakların yine kendileri tarafından, sadece kendileri için kullanılmasıdır. Diğer bir argüman ise, çalışmanın biçim bölümünde anlatılacağı gibi, yeni egemenliğin belirleyici bir özelliği olarak uluslararası siyasete aktif bir katılımcı olarak dahil olmaktır. Zira İskoçya’dan çok daha küçük ülkeler (Malta, Lüksemburg gibi) AB organlarında temsilci sahibi olabilirken, İskoçya’nın böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Yanı sıra Katalonya da, 2014 Kasım ayında İspanya’dan ayrılmak üzere bir sembolik bir referanduma gitmiştir.

Tablo 3.1 Siyasal Rejimlerin Küresel Dağılımı 1972–2012

Kaynak: Moller ve Skaaning, 2013, s. 99

Yukarıdaki tablo; sayısı 200’e yaklaşan devletlerin yönetim biçimlerini, çalışmanın ilgili

kısmında bahsedilen “üçüncü dalga” hareketinden sonra tasniflemeye yöneliktir. Tabloyu yorumlamadan önce adı geçen rejim tiplerinden kısaca bahsedilirse: “Minimalist Demokrasi”, çalışmanın ilk kısımlarında demokrasi tasnifleri yapılırken anlatıldığı üzere, siyasal rekabetin biçimsel koşullarının (serbest ve düzenli seçim gibi) sağlandığı ve söz konusu rekabetin sonucunun bilinmediği rejim tipidir. Buna yanında, “Seçim Demokrasisi”, minimalist demokrasiye benzemekle birlikte seçime ilişkin standartların daha adil olduğu bir rejimdir. Poliarşi, modern demokrasi tartışmalarında anlatıldığı gibi, ifade ve örgütlenme hürriyeti gibi önemli kurumların biçim olarak demokrasiye özsel bir içerikle eklenmesidir. “Liberal Demokrasi” ise, hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik gibi liberal değerlerin anılan

biçimsel öğelerle ele ele gitmesidir. Tabloda görülen “Kapalı Otokrasi” tanımı, çok partili siyasal rekabetin olmadığı rejim tipine karşılık gelirken, “Çok Partili Otokrasi”, seçim özelliği taşımasına rağmen, seçimlerde rekabetin olmadığı dolayısıyla sonucun/kazananın kim olacağının bilindiği rejim tipidir (Moller ve Skaaning, 2013, s. 98).

“Üçüncü Dalga” 1974’te Portekiz’deki faşist rejimin sonlanmasıyla başlasa da, zirvesini 1989-91’de SSCB’nin doğrudan ve dolaylı etkisinden kurtulan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin biçimsel olarak demokrasiye geçmesiyle yaşamıştır. Bununla birlikte; dalganın güçlü bir geri çekilmesi olmamıştır fakat 2008 Finansal Krizi, Çin gibi otoriter bir rejimin ekonomik başarısı ve yeni demokrasilerin performanslarının beklenildiği gibi olmaması, demokratik rejimlerin sayısında 2005’ten beri bir düşüşe yol açmıştır. 1978 yılında 158 devletten sadece 49’u demokratik olarak tanımlanırken, 2012 yılında 195 devletin 117’si demokrasi sınıfına girmektedir. Sayı 2005’te 123’dir ki düşüş sadece 6 devlete denk gelmektedir. Buradan çıkarılabilecek sonuç, Hungtington’un yükselme dalgalarını izleyen geri çekilmeleri, üçüncü dalga için yaşanmamıştır. Zira bu dönemin zeitgeist’ının demokrasi ve demokrasiyi küresel düzeyde korumak olduğu düşünülmektedir. Yanı sıra, yapılan anketlerde de hemen her ülkede insanlar demokrasiyi diğer rejim tiplerine tercih etmektedir. Buna paralel olarak, 1988 yılında 9 olan minimalist demokrasiler, 2012’de 30’a çıkmıştır. Yine 1988 yılından bugüne çok partili otokrasiler 21’den 56’ya ulaşmış, kapalı otokrasilerse aynı tarih sırasıyla 76’dan 22’ye gerilemiştir. Tabloda vurgulanması gereken diğer noktaysa, aslında tablonun göründüğü kadar ‘pembe’ olmadığıdır: Kapalı otokrasiler gerilese de, tablonun diğer marjında bulunan poliarşilere ve liberal demokrasilere geçiş beklenildiği kadar büyük değildir. Diğer bir deyişle, otokratik ve demokratik özellikleri bir arada bulunduran hibrid rejimler tabloda önemli bir ağırlığa sahiptir (Moller ve Skaaning, 2013, s. 97, 100 & 106).

Kapalı otokrasilerin azlığı ise, dünyada yükselen demokrasinin ülkelerin bigâne kalamayacağı seviyeye geldiğinin açık kanıtıdır. Bugün kişiler, kuruluşlar, şirketler ve ülkeler için ‘kapalı kalma’, dünyanın hızla değişen ortamına ve yapısına ayak uyduramamakla eş değerdedir. Kapalı olmak; hızla değişen dünyanın gidişatına istikamet verememek, küreyi ilgilendiren konularda ve sorunlarda karar mercii ve mekanizmalarına katılamamak, dünyanın geri kalanından soyutlanmak anlamına gelmektedir. Öyle ki, ekonomik ve politik anlamda kapalı devletler (ki örneği pek fazla bulunmamakla birlikte, Kuzey Kore bu tanıma uymaktadır) küresel siyasetin, medya ve sivil toplumun hem eleştiri hem de alay konusudur.

Sonuçta; demokrasi hem düşünsel olarak hem de politik birimin ölçeği olarak pratikte üç aşamadan geçmiştir, denilebilir: Birinci aşama, çalışmanın köken kısmında da belirtildiği gibi, Yunan kent/site-devletleri aşamasıdır. İkinci aşama, Fransız Devrimi’yle hız kazanan modern ulus-devletlerde somutlanan temsili demokrasi aşamasıdır. Üçüncü aşama ise, küreselleşmeyle nitelendirilebilecek ve ulus-devletin ötesinde cereyan eden bir siyasal pratik olarak küresel demokrasi aşamasıdır. Demokrasinin “üç hal yasası” olarak nitelendirilebilecek bu süreç içerisinde demokrasi hem biçim hem de öz olarak önemli bir şekilde değişmiştir (Sağır, 2004, s. 3).

Devlet ve demokrasi açısından bakıldığında; çalışmanın demokrasi düşünürleri ve köken kısmında da belirtildiği gibi Sokrates, Platon ve Aristoteles kent-devletin içerisine düştüğü bunalıma yanıt üretmeye çalışmışlardır ve takiben sorun Makedonyalılar’ın önayak olduğu ve Romalılar’ın geliştirdiği impartorlukla çözülmüştür. Machiavelli, Bodin ve Hobbes’un çözüme kavuşturmaya çalıştıkları sorun ise, feodal kurumların yükselen kapitalizmi karşılamakta yaşadıkları bunalımdır ki bu da ulus-devletin kurulmasıyla çözülmüştür. Locke, Montesquieu ve Rousseau ise, kapitalizme ayakbağı olmaya başlayan devletin sınırlandırılması sorunuyla uğraşmışlardır. Denilebilir ki; bir politik örgüt olarak [ulus]- devlet, tarih boyunca değişime ve dönüşüme uğramıştır ve günümüz koşullarında yeni dünyanın toplumsal, siyasal ve kültürel gereksinimlerini karşılayacak kapasitede değildir (Eroğul, 2002, s. 17–18).

Yine de, her değerlendirmede olduğu gibi, bir ‘ihtiyat payı’ bırakmak önemlidir. Her ne kadar ulus-devlet bugünkü sorunları çözmede yetersiz görülse de, coğrafi bir ölçek olarak elverişli ve köklü bir idari birimdir. Ulus-ötesi alınan kararların uygulayıcıları olma fonksiyonlarının yanında küresel istatistiklerin de dayandığı birimler, devletlerdir. Dahası; çalışmanın biçim kısmında anlatılacağı gibi, uluslararası örgütlerin ve hatta ulus-ötesi yönetişim ve sivil toplum kuruluşlarının temsil mekanizmalarında ulus ölçeği ve devlet menşei hala kurucu, ayırıcı ve çeşitlendirici bir nitelik göstermektedir. Elbette ki bu durum; yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, farklı yönetim biçimlerine sahip 200 devlete yakın ulus-ötesi siyasette bir karmaşa ve karışıklığı da yol açmamaktadır; bilakis siyasal coğrafya küreselleşmeye ve ulus-ötesi demokratik kurumlar ve prosedürler güçlenmeye devam etmektedir. Ölçek açısından burada kısmen ele alınan ulus-devlet, aşağıda kapasite ve yetkileri bağlamında daha ayrıntılı ele alınacaktır fakat burada anlatıldığı kadarıyla ortaya çıkan sonuç, ne krallıklar kadar büyük ne de şehir devletleri kadar küçük olan politik birim olarak ulus-devlet, demokratikleşmeye önemli bir zemin oluşturmuştur ve ulus-devletlerin

yukarıdaki tabloda gösterildiği gibi ‘dalga dalga’ daha demokratik rejimleri tercih etmesi ulus-ötesi demokrasiye de aralanan kapı olmuştur.