• Sonuç bulunamadı

Demokrasinin Optimum Mekânsal Ölçeği: Ulus-Devlet?

3.2. Küresel Siyaset ve Siyasal Alanda Devlet ve Demokrasi

3.2.1. Demokrasinin Optimum Mekânsal Ölçeği: Ulus-Devlet?

Devlete ve onun işlevlerine yaklaşımlar farklılaşsa da ve önemli tartışmalara neden olsa da, devletin tanımına ilişkin sosyal bilimcilerin ortaklaştığı üç önemli özellik vardır: İlkin devlet, bir kurumlar bütünüdür ki bu kurumlar devletin kendi kadrosuyla (bürokrasi) yönetilir.

İkincisi, söz konusu kurumlar belli bir coğrafi alanın (territory) üzerine kuruludur. Üçüncüsü,

devlet kendi sınırları içerisinde en üstün otorite olarak yönetimi tekelinde bulundurur ve yurttaşların paylaştığı ortak bir politik kültürü yaratmaya uğraşır. Ulus-devletin hususiyeti ise bu noktada ortaya çıkar, zira “olgun devletlilik” (stateness) her devletin arzu ettiği bir durum olmakla birlikte, bağımsızlıklarını göreli geç kazanmış ülkelerde ortak bir politik kültür

70 Denilebilir ki; ulus-devletler “kader birliği” (common fate) gibi bir birleştirici düşünce üzerine kurulmuştur.

oluşturmak zor olduğu gibi bu ülkeler örgüt olarak devleti tesis etmenin daha başındadırlar (Hall ve Ikenberry, 2000, s. 11–12).

Devletin özel bir formu olan ulus-devletin de kendine özgü özellikleri bulunmaktadır: İster ulustan devlete, ister devletten ulusa olsun ulus-devletin kuruluş sürecinde ve devamında siyasal kimlik, ülkeye ya da alana özgülenmiş vatandaşlık ile ele ele inşa edilmektedir. Tebaadan yurttaşlığa geçişte yönetimin demokratikleştiği gözlenir olmakla birlikte, yurttaşlığın soy, etnik orijin gibi objektif özellikler yerine toprağa dayandırılması katılım boyutunun genişlemesine ve ulusal kültürün oluşturulmasına yardımcı olmuştur. Diğer taraftan ulus devlette kültür dikey ve homojenleştiricidir. Öncesinde özellikle dinsel öğelerle ilintilendirilen kültür yatay, heterojen ve devletten bağımsızken, ulus-devlet ile birlikte dil ve kültür devletin koordine ettiği tekil bir biçim almıştır. Benedict Anderson’un da vurguladığı gibi, yazılı/basılı dil (gazete, roman) ve iletişim biribirlerinin yüzlerini görmeyen insanları aynı ‘dava’ için motive etmeye başlamıştır. Dil; bunun yanında, çeşitli yollarla yurttaşlığın da önkoşullarından olmuştur. Ulus-devletin diğer bir önemli boyutu, para basma tekelini kendi uhdesine almasıdır. Köken kısmında anlatıldığı üzere para ekonomisinin gelişmesi, feodal düzenin çözülmesinde önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin, 15. Yüzyıl Almanya’sında 600 para basma yetkilisi bulunmaktayken, ulus-devlet ile birlikte bu bir kuruma geçmiştir. Tek para birimi, sanayileşmenin gelişmesi, vergileme gibi konular da ekonomik olduğu kadar siyasal sınırları da tahkim etmiştir. Ulus-devletin tekeline aldığı önemli bir husus da şiddettir. Ulus-devlet ile birlikte feodal dönemdeki özel ordular ortadan kalkmış, iç (polis) ve dış (askeri güç) arasında bir ayrım ortaya çıkmıştır (Kaldor, 2000, s. 63–64).

Köken kısmında da belirtildiği gibi; idari bir aygıttan ulusa ait olmaya giden yolda, devletin ekonomi ve siyasetteki alanı genişlemiş böylelikle toplumsal ve kültürel hayatı da etkisine almaya başlamıştır. Eğitim sistemi, zorunlu askerlik, resmi dil gibi uluslaştırma araçlarını elinde bulunduran devlet aygıtının ulusal bir kimlik inşa etmesi de zor olmamıştır. Özellikle 1945–1970 arasında kapitalizme altın çağını yaşatan sosyal refah devleti uygulamalarıyla birlikte vatandaşlık bağı sadece alansal ve doğuma bağlı değil, ‘duygusal’ bir boyuta da taşınmıştır. Zira ulus-devlet bu özelliğiyle sosyo-ekonomik hayat şartlarının iyileştirilmesinde ve eşitsizliğin dengelenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki, pek çok ülkedeki ulusalcılık akımları hala bu altın günlerin ‘romantizmini’ sürdürmektedir.

Ulus devletin ‘yad edilmesinin’ başka sebebleri de bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, küreselleşme ve ulus-ötesileşme ile birlikte ortaya çıkan etnik aşırılıklarıdır. 21. Yüzyıl’da

“öteki” ne karşı duyulan nefret ve hoşgörüsüzlük; etnik, dinsel, milliyetçi aşırılıklar şeklinde o kadar fazladır ki, dünya neredeyse eski sınıf mücadelelerini arar durumdadır. Zira sınıf mücadeleleri ulus-devletlerin ‘uzlaştırabildiği’, denetleyebildiği, yönlendirebilidiği somut taleplere ve müzakerelere dayanmıştır. Şimdiyse, söz konusu aşırılıkların rasyonel talepleri olmadığı gibi, ulus-devletler de bu yıkıcı güçleri kontrol altına alacak hukuki ve siyasi araçlardan yoksundur (Çelebi, 2002, s. 17). Dahası; çokuluslu şirketlerin sağladığı hızlı sermaye dolaşımı sürecinde zaten yatırım kararları konusunda etkisizleşen, küresel kapitalizmin ‘müşterisi’ haline gelmiş ulus-devletler küresel siyasetteki pozisyonunu yitirmiştir. Önceden alansal rekabet içerisinde olan devletler çabalarını artık teknolojik bilgi rekabeti ve denetimi konusuna yöneltmiş, bilgiye/enformasyona ulaşan egemen karar vericiler de siyasal sınıftan değil, şirket liderleri ve üst-düzey yöneticiler gibi bir katmandan gelmeye başlamıştır (Lyotard, 1990, s. 12–13 & 23).

Bugün politik egemenlik ve iktisadi güç anlamında tartışılan hatta çoktan tarih olduğu söylenen ulus-devlet, Amerikan ve Fransız Devrimleri’nin izinde 200 yıllık gelişimsel bir sürecin ürünüdür. Her ne kadar, form olarak ulus-devlet dünya siyasi haritasında bir ‘her yerdelik’ (ubiquity) gösterse de, İran’daki teokratik yapıdan, Kenya’daki klan organizasyonuna özsel olarak farklı rejimler sergilemiştir (Habermas, 2001, s. 62). Çalışmanın köken kısmında da belirtildiği gibi, Westphalia, dinin devletten ayrışması veyahut devletin siyasal iş ve ilişkilerinde dinden bağımsız olmasıdır. “Post”, önekiyle nitelendirilen dönemde ise, devlet ulustan ‘kurtulmak’ istemekte, sermaye ise devletten ve onun düzenlemelerinden kurtulmak istemektedir. Zira hem ulus hem devlet küresel kapitalizmin önünde birer engel olarak görülmektedir. Devletin ulustan kurtulması, onun toplumuna/ulusuna olan ekonomik ve sosyal yükümlülüklerinden vazgeçmesi olarak ortaya çıkmaktadır (Çabuklu, 2004, s.83). Bununla birlikte; söz konusu bu durum devlet aygıtının ulus-ötesileşmesiyle ilgilidir ki küresel kapitalizmin devletten kurtulmak istediği yönündeki görüş bu itibarla şüphelidir. Kapitalizmin ve ulus-ötesi kapitalist sınıfın piyasa düzeninin önünde engel olarak gördükleri, ulus-devlettir, devlet aygıtının kendisi değil. Diğer bir deyişle, küresel ekonominin varlığını sürdürebilmek için ulus-devletler sistemine ihtiyacı yoktur fakat ulus-ötesi rasyonaliteyi içselleştirmiş devlet aygıtına ihtiyacı vardır (Şenalp ve Şenalp, 2008, s. 75).

Sosyal devlet uygulamalarıyla öne çıkan; ailenin, soyun, topluluğun ötesinde kolektif bir ulus kimliği inşa eden ve dahası eşit siyasal ve sivil haklarla donatılmış vatandaşların demokratik birliği anlamına gelen ulus-devlet, Habermas’a göre önemli ve başarılı bir politik

modeldir ve ölçektir. Hatta sosyal refah devleti, üretken kapitalizmin ulusal sınırlar içerisinde ‘evcilleştirilebileceğini’ ve anayasal demokratik bir devletle uyumlu hale getirilebileceğini göstermiştir. Bunun yanında; ekonomik küreselleşme ile birlikte ulus-devlet, küresel piyasaların kapsamı ve hızına ekonomik anlamda adapte olmaya çalışsa da (ya da zorlansa da) politik anlamda yetişememiştir. Küresel piyasa ya da global kapitalizm ise özellikle yönetsel ve siyasal kurumlarıyla ulus-devletin gerilemesinden doğan, özellikle bölüşüm ve yeniden bölüşüm politikalarındaki boşluğu doldurmakta güçlük çekmektedir. Bu haliyle, bölüşüme ilişkin ve düzenleyici politikaların devamı, ulus-devlet yetkilerinin ulus-ötesi kapitalizme ayak uydurabilecek daha geniş siyasal kurumlara devriyle mümkündür. Diğer bir deyişle, sosyal devlet siyasaları ulus-ötesi politik birimlerin faaliyet alanına kaymıştır (Habermas, 2001, s. 48 & 52).

NAFTA, APEC, AB gibi kıta-çapında (continent-wide) etkinlik gösteren ekonomik ve siyasal işbirliklerini “siyasetin ekonomiyi yakalamasına” yönelik ulus-üstü çaba ve kurumlar olarak gören Habermas yine de bunları yeterli görmemektedir. Zira 200’e yakın devletin oluşturduğu bir Birleşmiş Milletler, 350’ye yakın hükümetlerarası örgüt bulunsa da, ulus- devletin bir zamanlar etkin bir şekilde uyguladığı; sosyal, ekonomik ve emek piyasasına ilişkin, yeniden bölüşümü doğrudan etkileyen düzenleyici pozitif politik koordinasyon, ulus- ötesi düzlemde ortaya çıkmamıştır. Böylesi politik kurumların ortaya çıkması ve varolanların etkinliğinin artması, çalışmanın müzakereci demokrasi kısmında da belirtildiği gibi, birbirinden farklılaşan çıkarların ussal kabul edebileceği prosedür ve pratiklere de bağlıdır (Habermas, 2001, s. 54).

Siyasetin ulus-üstü/küresel ekonomiyi yakalaması konusunu Avrupa Birliği özelinde de düşünen Habermas, “ulus-üstü (postnational) demokrasinin ilksel biçimi” olarak nitelediği AB’yi dört farklı bakış açısından ele almaktadır: Avrupa-kuşkucuları (Euroskeptics), Avrupa- Piyasacıları, Avrofederalistler ve küresel yönetişim taraftarları. Birinciler; ulus-devletler toplamı olarak ‘gevşek’ bir Avrupa’yı kabul ederken, piyasacılar bütünleşmenin ekonomik ve neoliberal boyutuna vurgu yapmakta, federalistler ise uluslararası antlaşmalar üzerinden yürüyen süreci, siyasal bir anayasayla derinleştirmeye çalışmaktadır. Küresel yönetişim tarafları ise, AB’yi dünya çapında daha etkili bir siyasal aktör olarak tasavvur etmektedir. Bununla birlikte; AB için temel sorun, sosyal adalet ile piyasa etkinliği arasındaki kadim sorundur. Bu ikisinin uzlaşısı, AB’nin ulus-ötesi politik geleceği için de belirleyici olacaktır, zira daha ‘sıkı’ bir politik birlik için ekonomik ve sosyal politikların ulus-üstü organlarca

pozitif koordinasyonu71 gerekmektedir. Söz konusu koordinasyonun bir ayağı, Avrupa’daki ulusları ‘düzlemeden’ kolektif bir kimlik olarak bir Avrupa Ulusu ve kamusal alanı yaratabilmek ve diğer ayağı demokrasinin biçimsel meşruiyetinin kaynağı olacak, uluslararası anlaşmaları aşacak bir anayasadır. Böylelikle, bölüşüm ve yeniden bölüşüm politikaları ulus- ötesi irade-oluşumunun (will-formation) konusu olacak, “bir İsveçli bir Portekizli’nin sorumluluğunu taşıyacaktır. AB’nin böylesi bir manevra için daha yolunun olduğunun söyleyen Habermas, küresel bir aktör olarak BM için daha umutludur. BM; bir dünya hükümeti biçimine dönüşmeksizin, ulus-ötesi anlaşmalarını dünya için yerel bir siyasaya (world domestic policy) tahvil edecek kabiliyete sahiptir. (Habermas, 2001, s. 89 vd. & Habermas, 2005, s. 102–103).

Ulus-devletçi romantiklerden onun/ulusun aşılsa bile devlet olarak kalacağını söyleyenlere ya da ulus-devletin çoktan öldüğünü savlayanlara değin olanlar ‘mantıksal ve tarihsel sırasıyla’ şöyledir: Devlet; en çok bilinen Webergil tanımıyla, farklılaşmış bir dizi kurum ve personelin olduğu, bölgesel olarak tanımlanmış ve merkezileşmiş ve de meşru fiziksel güç kullanma tekelini elinde bulunduran politik organizasyondur (Mann, 2013, s. 4). Bununla birlikte; daha önce anlatıldığı gibi, bildiğimiz anlamda devlet 20. Yüzyıl’ın son çeyreğine kadar önemli bir gelişme ve büyüme sergilemiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayıp 1970’lerin ilk yarısına kadar süren kapitalizmin altın çağının bir ürünü olan sosyal-refah devletinin özellikleri ortaya çıkmıştır. Yaşanan Petrol Krizleri’nden sonra, devlet anılan özelliklerinden teker teker soyundurulmuş ve sadece iç ve dış güvenlik tedarikçisi minimal bir yapıya büründürülmüş, ‘sıradan-vatandaşlığın’ sosyo-ekonomik kazanımları yok olmuştur. Bu bakımdan, pek çok anlamda kullanılan “neoliberalizm” aslında bir toplumsal güç restorasyonudur: Sermayenin küreselleşmesi ile birlikte, kapitalist sınıf çıkarlarının ulus- devletten taşırılıp küresel bir düzlemde temsili ve realizasyonu (Harvey, 2007, s. 31).72

1980 sonrası hızla yaşanan küreselleşme ve 70’lerdeki ekonomik krizden bir türlü çıkılamayış ulus-devletlere tarihsel süreç içerisindeki en büyük meydan okuma olarak ortaya çıkmıştır ve kesinlikle ne kültürel, ne sosyal ne de ekonomik olarak yansız-objektiftir, bilakis “kazananların ve kaybedenlerin” olduğu bir süreçtir. Süreç içerisinde, uluslararası/ötesi kurumlar tarafından (IMF ve Dünya Bankası gibi) ulus-devletlere ekonomik ve siyasal reçeteler yazılmış ve süreçten kazançlı çıkmaları için bunlara uymaları salık verilmiştir

71 Neoliberalizmi savunanların istediğiyse, ‘negatif koordinasyon’dur; yani, düzenleme değil, düzenlemeleri

kaldırma, deregülasyon.

72 Bununla birlikte, neoliberalizm uygulanan ülkelere göre çeşitli özgüllükler de göstermektedir. (Bkz. Cerny,

(Şengül, 2004, s. 115–117). Söz konusu reçetelerdeki ilaçların ‘etken maddeleri’ ise; özelleştirme, finansal liberalizasyon, ekonomik deregülasyon, desantralizasyondur (Güler, 2005, s. 7). İlaçların yan etkileri ise, vatandaşlarına hizmet götürmeyen ve uluslararası ilişkilerde temsil/söz kudreti ve kabiliyeti minimize edilmiş ulus-devlettir. Bu yüzden, ilgili teorik kısımda belirtildiği gibi, ulus-devletin küreselleşmenin tarihsel eşiğinde takılıp kaldığı ve artık ne açıklayan ne de açıklanan bir olgu olduğu da ileri sürülmektedir; ulus-devlet, ekonomik aktörü ulus-ötesi sermaye, politik aktörü ulus-ötesi sermayedarlar ve kültürü tüketim ideolojisi olan ulus-ötesi edimler için yalnızca mekânsal bir referans noktasıdır (Robinson, 1998, s. 587). Bununla birlikte; ulus-devleti hala demokrasinin optimal ölçeği sayan ve küreselleşmeyi devleti ve dolayısıyla demokrasiyi zayıflatan bir olgu olarak vurgulayanlar da vardır (Bağce, 1999, s. 3 & Sağır, 2004, s. 13).

Mamafih; demokrasinin, monarşik, despotik, oligarşik yönetimlerde değil de, yalnızca serbest pazarı benimsemiş ulus-devlette mümkün olabileceğini gösteren herhangi bir tarihsel veri bulmak imkânsızdır (Çulhaoğlu, 2003, s. 96). Söz konusu iddianın en güncel, belirgin ve ‘büyük’ örneklerinden birisi de Çin’dir. Çin’de kapitalizmin en önemli şampiyonlarından olan Amerika Birleşik Devletleri’ndekinden çok daha ‘dinamik’ bir pazar ekonomisi bulunmakla birlikte, biçimsel olarak bile demokrasi söz konusu değildir. Kısacası, demokrasi serbest pazarı ya da kapitalizmi, kapitalizm de demokrasi gerektiren, birbirlerine bağlı yaşayan olgular değildir; aralarında var olduğu iddia edilen ‘evlilik’ bitmiştir (Zizek, 2013, s. 23). Olası en az demokratik açıkla temsilin yetersiz ve sorgulanır fakat biçimsel olarak hala varit olduğu ulus-devletin küreselleşme süreci ve neoliberalizm ile beraber araçsız ve amaçsız bırakılması, toplumsal ve siyasal mücadele için alternatif yerel ve küresel düzlem ve prosedürlerin tartışılmasının önünü açmıştır. Diğer bir deyişle ülke içerisindeki siyaset ve siyasal süreçler anlamsız hale gelmiştir ki bunun nedenleri; küreselleşme ile birlikte ulusal hükümetlerin siyasal enstrümanlarının azalması, ulus-ötesi/aşırı güç ve ilişkilerden ötürü devletin egemenliğinin aşınması, yetkilerinin azalması, devletlerin IMF ve GATT gibi kuruluşlarla zorunlu olarak çok taraflı anlaşmalar yapmasıdır. Nihayetinde, ulus devletler ve onların karar mekanizmaları, küresel yönetişimin kurum ve kuruluşlarının gölgesi altında kalmışlardır (Coşkun, 2007, s. 33).

Sonuç olarak; ulus-devletler, Habermas’ın da altını çizdiği üzere, ekonomik küreselleşmeye ayak uydurmaya başlamışladır fakat politik olarak geride kalmışlardır. Dahası yukarıda da belirtildiği gibi, demokrasinin optimal şartlarda, tanımlı bir alanda ve siyasal/sosyal/ekonomik haklarla donatılmış vatandaşlarla gerçekleşmesi ve bu sayede

‘bildiğimiz demokrasi düşüncesine’ ulaşılması da ulus-devletlerle birlikte olmuştur. Küreselleşen ekonomi, söz konusu bu optimalin altını oymuştur, denilebilir. Yine de, tek neden ekonomik küreselleşme değildir. Zira ekonomik olanlarla birlikte, çevresel, toplumsal, siyasal sorunların da ölçekleri genişlemiş, küreselleşmiştir. Bu anlamda, demokrasi için ulus- devlet ölçeği de sorgulanmaya başlamıştır: Demokrasi ulus-devlete mahkûm mudur? Ulus- devletin ötesinde bir demokrasiden bahsedebilir miyiz? Bunun ölçeği, kapsamı nedir? Başka bir şekilde sorulursa: “Bir demokrasi ne kadar büyük bir nüfusa, ne kadar derin farklılıklara tahammül edebilir?” diyen Sunar için söz konusu tartışma, bu sorularla ilgilidir. Hatta AB özelinde de, yazar, Avrupa’nın “Birleşik Avrupa Devletleri”ne dönüşmesi sorununun, ulus- devlet ötesinde bir demokrasi sorunuyla ilgili olduğunun altını çizmektedir (Sunar, 2010, s.205).