• Sonuç bulunamadı

Toplumsal Modernleşme: Artan okuma yazma oranı, kentleşme süreci ve giderek geleneksel otoriterliğin zayıflaması gibi öğelerden oluşan toplumsal modernleşme”

2.9 MODERNLEŞME MUHAFAZAKÂRLIK İLİŞKİSİ

4. Toplumsal Modernleşme: Artan okuma yazma oranı, kentleşme süreci ve giderek geleneksel otoriterliğin zayıflaması gibi öğelerden oluşan toplumsal modernleşme”

(Atakul, 2009).

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, modernleşme kavramı tüm bu farklı görünümleriyle birlikte Batı’nın ve Batılı olanın belirleyici güç olduğu bir süreç olarak, bu süreci yaşayan diğer toplumlar için, tüm kurumları değiştirip dönüştüren yapısal bir değişim niteliği taşımaktadır. Ve evrensel olan bu güç, yerel olan diğer güçlerle birleşerek her toplum açısından özgün sonuçlara sebep olmaktadır.

2.9.2. Bir Değer Kaybı Olarak Modernleşme

Modernleşmeyle birlikte toplumda meydana gelen değişmelerin önemli bir yönü, bu değişmelerle gelen yeni değerler ve mevcut değerler arasında oluşan değer uyumsuzluğudur (Mardin, 1995: 2509).

Teknik ve bilimsel gelişmelerle Batı dünyasında yükselişe geçen aklileşme süreciyle birlikte, toplumun yönlendirilmesinde, örfi ve kültürel değer alanlarında dahi bilimsel gelişmelerin etkin rol üstlendiği görülmektedir. Yeni anlayışlar yayıldıkça eski değer hükümlerinin etkisi azalmış yerine akıl yardımı ile ulaşılan yeni esaslar ikame edilmiştir.

Bu aklileştirme süreci, dindeki manevi unsurların göz ardı edilmesi, kişinin fıtratındaki rasyonel olmayan özelliklerinin; arzularının, başka bir ifade ile onun duygusal yönlerinin bastırılmasında etkili olmuştur. Ayrıca bu süreç, insandaki bu “duygusal” içerikli yönlerin yeni rasyonel değerlerle çatışır duruma gelmesinde de kendini göstermiştir (Hatipoğlu, 2004: 57).

Modernleşmenin insan duyguları üzerinde meydana getirdiği bu çatışma alanı, toplumu bir arada tutan ve insancıl duyguların kaynaklık ettiği değerler açısından da kaygan bir zemin oluşturmaktadır. Batı’nın geçmişe ait olanları bir kenara bırakarak ve hatta belki de bir kısmını reddederek, metafizik bağlardan uzak, seküler normlar üzerinde yükseltmeye çalıştığı modernleşme bu yönüyle “bir değer kaybı” olarak algılanmıştır.

Batı, modernizmin menşei ve taşıyıcısı olarak bizatihi kendisi de bu kayba uğramaktan kurtulamamış, dini değerler üzerinde yükselen temel dayanaklarını kaybetmekle karşı karşıya kalmıştır. Her ne kadar, modernleşme süreci toplumların kendi yerel dinamiklerinden etkilenerek şekillenmekte olsa da, benzer bir durumun sürece dahil olan diğer ülkelerde de görüldüğünü söylemek mümkündür. Bu toplumlarda maddi olanakların iyileşmesi “sahip olma” duygusunun bireysel sınırlarda kalması gerektiği anlayışını pekiştirmekte, “toplum” olmanın dayandığı dini- manevi temellere ait pek çok erdemin de güç kaybetmesine sebep olmaktadır. Bu güç kaybı, zamanla toplum olmanın temelinde yatan insani değerlerin yerine, maddi değerlerin hükmetmesi sonucunu doğurmuştur. Kısacası modern düzende “bireyselleşme”nin bir hayat görüşü olarak hakim olması, aile başta olmak üzere toplumu ayakta tutan önemli kurumlarda güvene ve özveriye dayanan iş bölümü anlayışının da yozlaşmasına yol açmakta, bu anlamda bir değer kaybına neden olmaktadır (Bahadır, 2002: 130-131).

Muhafazakârlığın, aileyi esas alan, bireyci varlığa karşın kollektif şuuru ve bu şuuru ayakta tutmaya yardımcı olan toplumsal değerleri, ahlaki normları önemsediği göz önünde bulundurulduğunda; bir değer kaybı olarak modernleşmenin getirdiği negatif çekim alanına temkinle ve tepkiyle yaklaştığı söylenebilir.

Muhafazakâr düşünce, aklın sınırlılığından hareketle, toplumdaki değişme, ilerleme gibi kavramlara temkinli yaklaşmaktadır. Çünkü muhafazakâr anlayış, toplumu meydana getiren kurumların ve önemli değerlerin sürekliliğini vurgulamaktadır. Bu yüzden, toplumsal ilerlemenin de geçmişi içine alarak gerçekleşmesi gerektiğini savunur. Zira muhafazakârlıkta bu değerlerin değişime uğraması daha önce de altını çizdiğimiz gibi toplumu iç ve dış tehlikelere maruz bırakacağı için endişeyle karşılanmaktadır. Muhafazakârlık en büyük çabasını bu değerlerin sürekliliği için harcarken, diğer yandan da toplumun yaşabileceği ani değişimlerin maliyetini azaltma çabasına girmektedir.

Evrimci bir gelişmeyi savunan muhafazakârlık, geçmişin değerlerini reddeden 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin şekillendirdiği ideolojilere ve Aydınlanma aklının pratik sonucu olan Fransız Devrimi’nin getirdiği eşitlik, özgürlük gibi kavramlara soğuk bakmaktadır (Aktaran: Akkaş, 2003: 245-246). Çünkü muhafazakârlara göre, endüstri devrimi öncesi ortaçağ toplumları, geleneklerin egemen olduğu, değişmenin yavaş seyrettiği toplumlardı. Zira bu toplumlarda belirleyici olan etmenler toplum, din, dini kurumlar olduğu için birey de toplumun veya dini cemaatin bir parçası niteliğindeydi.

Oysa Aydınlanma ile birlikte bireyin önemi, özgürlüğü, aklı ön plana çıkarken; endüstri devrimi ile yeni enerji kaynaklarının keşfedilmesiyle (sanayileşme) nesne, olay sayısı artarken her türlü hareketlilik de hızlanmıştır. Dinî dogmaların ve kurumların etkisinden kurtulan insan aklı doğayla giriştiği etkileşimde yeni ilişkiler keşfetmiş, (bilim); yeni eşyalar icat etmiştir (teknik). Toplumsal hayatta yeni kurumlar inşa etmiş insan için yeni davranış kalıpları geliştirmiştir. Daha sonra ise Kıta Avrupa’sında meydana gelen dönüşüm 16. yüzyıldan itibaren bütün dünyayı etkilemiş ve Avrupa dışı toplumlarda moderniteden etkilenme oranında bir gelenek- modernlik ayrışması sorunu ortaya çıkmıştır (Güler, 2005: 45-50).

R.Pool’e göre (Poole, 1993: 191-201), geleneğin getirdiği sistematik mirasa mukavemet eden modern toplumsal hayat kendi çelişkilerini de beraberinde taşımaktadır. Çünkü modernite daha temelde, belli bir bireysel kimlik kavramı yaratmakta ve bu kimliği ayakta tutmak için zaruri kaynakları sağlamamaktadır. Nitekim, modern dünya egemen bireyin etrafında dönüyorsa da bireyin egemenlik koşullarını imha etmektedir. Modernliğin başlıca çizgisi toplumsal pratikleri aklın isteklerine maruz bırakmak ve bireyi geleneğe olan bağlılıklarından tecrit etmektir. Pool’e göre modernliğin ahlaki sorunu da, bu anlayışın bireyleri toplumsal hayatla ilgili pratiklerin ve geleneklerin katılımcıları olarak değil karşıtları olarak konumlandırmasından kaynaklanmaktadır.

Modernitenin üç temel öncülü olduğu söylenebilir, bunlar: Bireycilik, dünyevileşme ve ulus-devlet ilkeleridir (Aktaran: Tekin, 2000: 563). Bireyin Batı’nın tarihsel tecrübesinde kazandığı anlam; öncelikle dinden belli ölçüde soyutlanmayı, kurtuluşu insana yöneltmeyi ve insanın kendi başına yetkinliğini içermektedir. Modern düşüncenin yükselttiği bireysellik ilkesine ulaşabilmek için, modern öncesi dönemdeki tüm cemaat yapılanmalarının dağılması gerekmekteydi. Çünkü bireyin, modern süreçlerde ulus-devlet anlayışı içerisinde “vatandaş” olarak yerini alabilmesi için, modern öncesi dönemlerde sahip olduğu, bireysel kimliğini ve aidiyet duygusunu pekiştirdiği cemaat yapılarından kopması modernizmin kaçınılmaz ilkesi olarak değerlendirilmektedir (Tekin, 2000: 564).

Siyasi yelpazeden bakıldığında ise muhafazakâr düşüncenin modern evrime yönelik temkinli tavrının bir diğer sebebinin de modernizmin global tablosunda, muhafazakârlığın yerel çerçeveyi sivil bir insiyatifle koruma çabası olduğu görülmektedir.

Muhafazakârlar, toplumsal ilişkilerin yerel dinamikler üzerine kurulmasını, böylece devletin her alana müdahale etmesinin önlenmesi gereğini savunmaktadırlar. Yerelleşme toplumların yerel değerlerinin korunması ve toplumların bu değerleri ile kabul edilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla yerelleşme, toplumlara yeni bir

kimlik verme değil var olan kimlikleri kabul anlayışını gerektirdiğinden muhafazakâr düşünce ile örtüşmektedir(Kaya ve Şentürk, 2007: 63).