• Sonuç bulunamadı

TOPLUMSAL CİNSİYETTE “KAMUSAL ALAN ÖZEL ALAN” TARTIŞMAS

TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKÂR NİTELİKLİ GAZETELERDE KADIN KİMLİĞİNİN TEMSİLİ

4.2. TOPLUMSAL CİNSİYETTE “KAMUSAL ALAN ÖZEL ALAN” TARTIŞMAS

Toplumsal cinsiyet konusu kavramsallaştırılmaya başlandığı yıllardan bu yana, özellikle de son dönemlerde, toplumsal düzlemde kadın-erkek rollerinin ayrımı ağırlıklı olarak kamu alanı ile özel alan arasındaki ayrım eksenine oturtulmuştur. Toplum bilimleri alanında gerçekleştirilen ve kadınları konu alan birçok çalışma kadın-erkek rollerinin toplumsal ayrımının kamu alanı-özel alan ayrımıyla çakışması, bu ayrımın etkileri, yargıları, yeniden üretim mekanizmaları ve değişim olanakları ile

alanlar arası geçişkenlik üzerinde yoğunlaşmıştır ( T.C. Başbakanlık K.S.S., 2000: 4).

Kamusal alan tartışmasının ilk olarak 1980’lerde başladığı ve bu kavramın ilk kez 1962’de Jürgen Habermas tarafından kullanıldığı belirtilmektedir. Habermas kamusal alanı devletten bağımsız, sivil toplum içinde oluşmuş ve vatandaşların özgür ve eşit bireyler olarak ortak problemler üzerinde tartıştığı ve çözüm aradığı bir alan olarak tanımlamıştır. Habermas vatandaşların eşit ve özgür bireyler olarak ‘homojen’ bir görüntü çizdiği varsayımıyla bu liberal kamusal alanı idealize etmektedir (Aktaran: Aslan, 1995: 152).

Fakat herkesin özgür ve eşit olamayacağı için toplumsal tartışmalara aynı oranda katılamayacağı gerçeği, Habermas’ın idealize ettiği gibi homojen bir kamusal alanın varlığını güçleştirmektedir. Hatta bu alanın eşitsiz ve özgür olmayan bir ilişkinin yaşandığı ve farklı kamusallıkların bu ilişki içinde birbirleriyle rekabet ettiği bir alana dönüşmesi de muhtemeldir. Ancak bu eşitsiz ilişki çoğunlukla daha en baştan yani farklı kimliklerin kamusal alanda temsiliyet imkânı bulup bulamamasında yaşanmakta ve tüm bireyler eşit ve özgür bir şekilde bu alana erişememektedirler. Burada söz konusu olan bu alan içinde kadının ‘özne’ olarak ne kadar var olabildiği ve kimliğinin, çıkarlarının ve ihtiyaçlarının ne kadar görünür olduğudur. Diğer bir deyişle bu kavram daha en baştan karşıtıyla var olmakta ve kamusal olmayan (özel) bir alanın da varlığına işaret etmektedir. Ve bazı kimlikler özel alanın sınırları içine hapsedilerek, kamusal alandan dışlanmaktadırlar (Aslan, 1995: 152).

Modernite bir taraftan özel alan-kamusal alan ayrımına bağlı olarak toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünü meydana getirirken diğer taraftan da bu ayrımları meşrulaştırıcı bir teorik yapı da oluşturmuştur. Genelde “ekmek kazananlar” olarak erkeklerin “hane dışındaki” ücretli emekleri ön plana çıkarılırken, diğer yanda doğum yapmaları nedeniyle “yeniden üretim” bağlamında kadına yüklenen roller üzerinden (yemek yapmak, temizlemek, dikiş dikmek, çocuk yetiştirmek…) kadının “hane içindeki” ücretsiz emeği göz ardı edilmektedir. Yani modern yaşamda kadınlar kamusal alanın “ücretli işinden”, siyasi gücünden, kamu

hayatından ve mülkiyetten dışlanırken hane içinin “ücretsiz emeğiyle” özdeşleşerek özel alana hapsedilmişlerdir ve bu kadının çocuk doğurma (yeniden üretim) ve büyütme becerisi nedeniyle meşrulaştırılmıştır.

Çocuk bakımı, evle ilgili işler hatta aile içinde baba/ koca rolündeki erkeğin bakımı ile ilgili yapılan işler kadının sorumluluğuna yüklenmektedir fakat kendini sıfırlayan bu işlerin genel nitelikleri sıklıkla yinelenmelerini gerektirdiğinden bu alanda kadın emeğinin değersizleştirilmesi ihtimali de doğmaktadır.

Aynı durum kamusal alanda da görülebilmektedir. Zira kadınlar ya bazı işler için tercih edilmemekte ya belirli pozisyonlara getirilmek istenmemekte ya da erkeğe oranla daha düşük oranlarda ücretlendirilmektedir. Erkeğin kamusal alandaki baskın varlığının koruyan bu etkenler sayesinde ise ailenin geçimi konusundaki erkek öncelikli anlayış kendi savunusunu da otomatik olarak ortaya koymaktadır. Kadının kamusal alandaki yokluğu veya varlığının değersizleştirilmesi durumunun süre gidişi aile içindeki erkek (kadının babası ya da kocası) tarafından üretilebildiği gibi temeldeki asıl neden; kamusal alanın işleyişinin dinamiklerinin de ataerkil nitelikte olmasıdır.

Ev ve aile içerisinde konumlandırılanın kadın olmasına karşın, ekonomik ilişkilerin üretiliş şeklinden dolayı aileye sahip olan, başka bir deyişle; aile içindeki egemen, erkek olarak tanımlanır. Çocuğu doğuranın kadın olmasına rağmen toplumsal kimliğini babadan alıyor olması ve hâlihazırdaki ataerkil akrabalık sistemi bu egemenliğin en tipik ve genel göstergelerinden biridir. Kamusal alandaki varlığının niteliği her ne olursa olsun özel alandaki öncelikli sorumlu olarak işaret edilen kadın, özel alanda ortaya koyduğu somut üretime karşın ailenin sosyal temsilinde edilgen ve ikincil bir konuma oturtulmakta ve tüketicilik özelliğiyle tanımlanmaktadır.

Kadının özel alana, ev ve aile içine, erkeğin ise; kamusal alana, ağırlıklı anlamıyla iş yaşamına ait kılınmasının işaret ettiği çok daha geniş bir açılım vardır. Kadının özel alanda bulunmasının gerekliliği ve doğallığı onun doğurganlığı ileri sürülerek savunulur. Bu özelliği nedeniyle çocuğun bakımı, korunması, büyütülmesi konularında erkekten daha yetenekli olduğu ileri sürülür ve işin mekânı olarak da

“doğallıkla” özel alan işaret edilir. Böylelikle; erkeğin de “doğal olarak” ailenin geçimini sağlamak üzere kamusal alanda bulunması gerekliliği meşrulaştırılır (Oğuz, 2006: 39-40).

Kısacası ev hayatı alanı toplumsal varoluştaki kadınsı ilkeyi temsil etmektedir. Bunun nedeni yalnızca bir olgu olarak kadınların büyük ölçüde özel dünyayı işgal etmiş olması değildir; daha ziyade, erkekler bunlara sahip olduğunda bile modern aileyle ilişkilendirilen davranış biçimlerinin kadınsı olarak kavranması ve bu davranış biçimleri bazında bir kadınlık kavramının inşa edilmiş olmasıdır. Kadının eş ve anne olarak varoluşunda aile hayatının ilkelerini ve sevgi, çocuk bakımı pratiklerinde gereken özeni cisimleştireceği varsayılır. Kadınsı olan ve ailevi olan arasındaki bu kavramsal çağrışım koşut bir bağlantı olarak erkeklik ve kamusal alan arasındaki bağlantıyı açığa vurmaktadır. Bunun nedeni yalnızca üretim, dağıtım ve yönetim dünyasına büyük ölçüde erkeklerin egemen olması gerçeği değildir; daha ziyade kadınlar bunlara sahip olduğunda bile, hatta özellikle böyle durumlarda kamusal hayatın gerektirdiği kapasitelerin erkeksi kapasiteler olarak kavranması ve kamusal hayat tarafından inşa edilmiş kimlik biçiminin bir eril kimlik biçimi olmasıdır( Poole, 1993: 73).

Kamusal alan-özel alan tartışmasında kadın ile erkeğin ve özellikle de kadının toplum içindeki yerinin nasıl şekillendiğini, geçirdiği evrimi net bir şekilde görebilmek için her iki cinsin üretim sürecinde üstlendikleri görevlere, maddi üretime bakılması gerektiği görüşü de yaygındır. Bu görüşe göre, kadının ve de erkeğin toplumdaki yerini toplumların evrim süreci doğrultusunda, çizilen çerçeve içinde aramak gerekir. Bir üretim gücü olan kadına üretim sürecinde verilen yeri dikkate almaksızın, kadının üst yapı kurumları karşısındaki durumundan hareket ederek çözümlemelere girişmek, sorunun tek boyuta indirgemek demektir.

Din, hukuk, ahlak, siyaset, sanat vb. üst yapı kurumlarının, tarih boyunca kadını ele alış biçimleri, ancak kadının üretim sürecindeki yerinin ortaya konulmasıyla anlam kazanmaktadır. Bu görüşe göre toplumların evrim süreci; ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist topluma doğru olmaktayken özellikle kapitalist toplumlarda “kadın hakları” savunucularının ortaya çıkmış olması manidardır. Çünkü bu zamanlama kadının

toplumsal değerinin üretime katkısıyla eşdeğer görüldüğü düşüncesini desteklemektedir. Zira, kapitalist toplumlarda kadınların giderek daha çok üretime katılmaları, sömürüldüklerinin, hem de bu sömürünün ikili olduğunun bilincine varmalarına yol açmıştır. Hak arama hareketleri de bu sömürünün bir sonucu olarak ivme kazanmıştır(Tayanç ve Tayanç, 1981: 20-