• Sonuç bulunamadı

MUHAFAZAKÂRLIKTA BİREY VE TOPLUM TELAKKİSİ 1 Muhafazakâr Anlayışta Bireyin Konumlanışı

2.3 MUHAFAZAKÂRLIĞIN DOĞASI: BİR İDEOLOJİ YA DA TUTUM OLARAK MUHAFAZAKÂRLIK

3) Üçüncü olarak, aynı dünya ve toplum içinde olan insanlar, aynı olaylardan farklı biçimde etkilenmektedirler, birinin kaybı bir başkasının kazancı olabilmektedir.

2.5. MUHAFAZAKÂRLIKTA BİREY VE TOPLUM TELAKKİSİ 1 Muhafazakâr Anlayışta Bireyin Konumlanışı

Muhafazakâr düşüncede, topluma yönelik değerci yaklaşım muhafazakârlığın bireye yönelik tavrının da tanımlamaktadır. Bu düşüncedeki “kollektivist” anlayış doğal olarak “bireyin tekliğini” de dışlamıştır.

Muhafazakârlara göre bireyden daha önemli olan aile ve toplumdur. Muhafazakârlığı bu özelliğinden dolayı “Toplumcu Bireycilik”(Communitarian Individualism) olarak tanımlayanlar olmuştur(Aktan, 2007: 43).

Muhafazakâr düşüncenin temelinde, insani deneyimi aşan normatif bir yapının varlığına dair sarsılmaz bir inancın yer aldığını söylemek mümkündür. Muhafazakârlar sık sık, insanlar tarafından yaratılmamış, fakat insanlara sorumluluk yükleyen belirli otorite standartlarına başvurmuşlardır. Pek çok muhafazakâr düşünürün, “hakikat”e, “adalet”e, “güzellik”e ve “anlam”a başvuruyu mümkün kılan

“insan-üstü” bir standart noktası keşfetmeye çalışmış olması da bu noktada tesadüfi olmamaktadır (Argın vd., 2006: 471). Bu yönelim muhafazakârlıktaki insan tasavvurunu da olabildiğince mütevazı kılmaktadır.

Muhafazakârlığın temel felsefesi çerçevesinde de değindiğimiz gibi bu anlayışta insan yaratılışı ve doğası gereği sınırlı bir varlık olarak görülmektedir. Aydınlanmacı düşünürlerden çoğunun insan aklına sonsuz bir güven duyması, “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyeline sahip olduğunu savunmaları sonraki süreçte bir tepki birikimini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla Fransız Devrimi'nden sonra, özellikle Aydınlanma fikirleriyle beslenen ve kendilerinde bütün bir toplumu ve dünyayı dönüştürme kapasitesi gören lider ve kadroların insanlığı içine sürükledikleri felaketler ve bu süreçlerde yaşanan acılar, zaman içinde belirginleşecek olan muhafazakâr bir insan tasavvurunun da zeminini oluşturmuştur.

Muhafazakâr için insan; tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne değildir. Tam aksine, muhafazakâra göre insan, mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır. İnsanın mükemmellik isteği ancak diğer kurum ve değerlerler desteklendiğinde mümkün olabilecektir.

Muhafazakârlığın bu mütevazı insan tasavvurunda Hıristiyanlığın “ilk günah doktrini” gibi dini referansların yanında, tarihi ve siyasi nitelikte dini olmayan hususların referans olarak kabul edildiği görülmektedir (Özipek, 2007: 38).

İnsan kapasitesinin sınırlılığına ilişkin muhafazakâr vurgunun kaynakları arasındaki Hıristiyanlığın “ilk günah” doktrini, insanın her zaman sağlıklı kararlar alabileceğinden kuşku duymak anlamına gelmektedir. Liggio’ya göre bunun nedeni, seçim yapabilme kapasitesini sınırlayan ilk günahın gölgelediği insan iradesidir:

“İyiye ulaşmayı, anlamayı ve çok sayıda iyi görünen arasında uygun olanı seçmemizi bu denli güçleştiren, bizim gölgelenmiş irademizdir

Çünkü herhangi bir bağlamda iyi veya uygun olan, bir diğerinde kötü veya kötüye yöneltici olabilir” (Aktaran: Vural, 2002: 385).

Hawwthrone ilginç bir değerlendirmeye giderek insanın mükemmel olamayacağı veya öyle kılınamayacağı tezinin “ilk günah” olarak kabul edilmesi halinde, Aydınlanmanın mükemmelleşebilirlik fikrinin de “son günah”ı ifade ettiğini belirtmiştir. Hawwthrone’a göre mükemmelleşmek ve beşeri sınırlılıkları aşmak anlamındaki son günah;

“tüm ihtilafların çözüleceği bir duruma ulaşmak için çabalayan bireylerin takıntısıydı” (Aktaran: Vural, 2002: 385).

2.5.2. Muhafazakâr Anlayışta Toplumun Konumlanışı

Muhafazakâr düşünceye göre toplum, gelenekleri, yaşam biçimleri, kurum ve müesseseleri ile birlikte canlı bir bütündür. Muhafazakârlar temelde, modern öncesi geleneksel, toplumsal değerlere inanmaktadırlar. Bu yüzden Liberalizmin bireyci- sözleşmeci ve rasyonalist fikir yapısına karşı çıkılır. Klasik muhafazakârlığın temel değerleri, geleneksel toplumun dayanışmacı özelliği içerisinde cemaatçi ve hiyerarşik bir yapıyı arzulamaktadır. Geleneksel ve ahlâki bağlar, aile, dini cemaat ve mesleki zümreler gibi aracı kuruluşlarla desteklenmektedir. Muhafazakârlıkta temel amaç geleneksel toplum yapısını korumaktır. Ayrıca din, aile, ahlaki ve manevi bağların modern toplumun rasyonalist ve laik bireyciliği nedeniyle tahrip olduğu düşüncesiyle modern toplumun bu tür niteliklerine karşı tavır almak gerektiği muhafazakâr anlayışın savunduğu düşüncelerden biridir.

Muhafazakâr düşüncenin topluma atfettiği önemin temelinde toplumun meydana gelişine ve devamına katkı sağlayan, bütünlüğü muhafaza eden değer ve kurumların fonksiyonel özellikleri yatmaktadır. Muhafazakâra göre toplumu oluşturan değer ve kurumlar, insanın eksikliklerini gidermesi ve onun varoluşuna anlam kazandırması bakımından hayati bir önem taşır (Özipek, 2007: 38). Bu toplumsal kurum ve pratiklerin fark edilmeyen “zımni” işlevleri vardır. Bu zımni

işlevler karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. Toplumdaki zımni işlevlerden birini ortadan kaldırmak diğer zımni işlev gören ve birbiriyle bağlantılı kurumları da etkilemektedir. Başka bir deyişle; nasıl ki insan vücudunda her bir organın bağlantılı işlevleri varsa, toplumunda bu organların işlevini gören kurumları vardır ve bu kurumların işlevlerini salt akıl yoluyla anlamak imkânsızdır (Özipek, 2004: 69-85).

Bu kurumların başında ise, "bireyin hafızası" ve "kalesi" olan aile gelmektedir. Muhafazakâr anlayışa göre bireyin içine sığınacağı bu liman ne kadar sağlam olursa, toplum da o kadar güven içinde olacaktır. Aynı şekilde, gelenek gibi "zamanın testinden geçmiş ve kalıcılığını ispatlamış" olan diğer kurumlar da, sağlıklı bir toplumun yapı taşları anlamını taşımaktadır. Toplumu oluşturan ve bireye aidiyet duygusunu kazandıran değer ve semboller, ki muhafazakârların çoğunluğuna göre bunların başında din gelmektedir, birey için hayati öneme sahiptir. Ayrıca toplum da pek çok yönüyle bir aile niteliğinde olduğu için, onu bir arada tutan bağları da korumak ve güçlendirmek gerekmektedir (Özipek, 2007: 40).

Bu yüzden Muhafazakâr terimlerle tanımlanmış bir toplumdaki bireyler hürriyet ve eşitlik gibi soyut kavramlar için mücadele etmemelidirler. Tam tersine bu bireyler, “toplum”un bir üyesi olmaktan onur duyan otoriteye itaat eden ve atalarından aldıkları mirası geliştiren kişiler konumunda olmalıdırlar (Aktaran: Kılınç, 2009).

Burke ve ondan sonraki tüm muhafazakârlar toplumu gevşek bağlarla birbirine bağlanmış fertler koleksiyonu gibi ve aralarında değiştirilebilir parçaları olan bir mekanizma olarak görenlere ciddi anlamda karşı çıkmışlardır. Bu bağlamda tüm muhafazakâr düşünürlerin ortak bir toplum tanımlaması olduğu belirtilmekte ve bu tanımda toplum şu özelliklerde tarif edilmektedir;

“…toplum geçmişten gelip geleceğe uzanacak olan ve kendisine hiçbir şekilde müdahale edilmemesi gereken organik canlı bir yapıdır. Toplumun tarihselliği; organik, canlı, farklılaşmış ve karmaşık bir yapı oluşu muhafazakârlığın altını çizdiği hususlardır. Muhafazakârlara göre; toplum hem canlı hem de işlevsel açıdan farklılaşmış bir

organizma gibidir. Onun gelişimi organizmanın gelişimine benzer. Değişik evrelerden geçer ve her evresinde kendine yeni şeyler kazandırır. Toplum zamanla koşullara göre işlevi bitmiş değerleri, kurumları yenileriyle takviye eder. Bu nedenle toplumsal değişim, koşullara ayak uydurmak için kendiliğinden ortaya çıkar. Toplumsal yapılara değişimi hızlandırmak veya toplumdaki herhangi bir sınıfın çıkarı doğrultusunda değişime yön vermek amacıyla dışarıdan yapılacak müdahaleler toplumsal problemlere neden olmaktadır” (Çaha, 2004b: 72-73).

Muhafazakârlığın bu toplumcu anlayışında esas olan, toplumu kökten sarsacak değişimlerin faydadan çok zarar getireceği, bu yüzden toplumların alıştıkları kalıplar içerisinde kendiliklerinden modernleşmelerine engel olunmaması gerektiği düşüncesidir (Mert, 2009).