• Sonuç bulunamadı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEDYA VE TOPLUM

3.2. BİR KAVRAM VE KURUM OLARAK “MEDYA”

Medya kavramı, kitle iletişim araçlarının genel adıdır. Kitlesel haberleşmeye olanak sağlayan her türlü ortam günümüzde “medya” adıyla anılmaktadır. Gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon ve internet gibi mesajın kitlelere ulaşmasını sağlayan kitle haberleşme araçlarının, eş deyişle, yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarının tamamı “medya” kavramı içinde bir araya getirilmiştir. Dolayısıyla “medya” kavramından söz edildiğinde, bunun yalnızca bir gazete ya da televizyon kuruluşu için kullanılması yanlış olacak, tek bir yayın organından hareketle “medya” tanımlamasında bulunmak da çok büyük bir genelleme anlamına gelecektir(Yüksel, 2004: 128).

Şüphesiz iletişim kavramının, kitlelere yönelik açılımını gerektiren ve medyayı kurumsal bir güç olarak bugüne taşıyan bir takım tarihi süreçler olmuştur. Yani denilebilir ki; iletişim olgusu insani bir ihtiyaçtan kaynaklanarak gelişmiş ve toplumsal bir güç olarak “medyayı” inşa etmiştir.

İnuğur (İnuğur, 1993:13), ünlü Fransız basın tarihçisi Prof. Georges Weill referansıyla, basın tarihini genel uygarlık tarihiyle birlikte düşünmek gerektiğini belirtmektedir. Bir ülkenin basın ve yayın hareketlerinin, daima o ülkenin siyasal rejimine paralel olarak düzenlenegelmiş olması bu değerlendirmenin temel

sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir. Zira, yüzyıllar boyunca sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve teknik alanlardaki tüm gelişme ve değişmeler, mekân içinde olduğu kadar zaman içinde de geniş bir alana yayılmış olan basına, daima yön vermiş, biçim kazandırmış, özellikle siyasal tarihin konusu olan tüm olaylar basın üzerinde derin izler bırakmış, yayın organlarını ve haber araçlarını en geniş ölçüde etkilemiştir.

Temelde ise kitle iletişim araçları denilen gazete, radyo ve televizyon gibi teknolojilerin ortaya çıkışı, insanların vatandaşlık statüsüne ulaştıkları siyasi süreçlerle birlikte düşünülmektedir. 17. yüzyıl, özellikle Avrupa’da burjuva sınıfının yükselişi ve siyasal iddialarını daha açık bir şekilde telaffuz ettiği bir dönemdir. Bu dönem, Burjuva sınıfının, 1688 yılında İngiltere’de yaşanan devrimle bir aşama kaydettiği, aristokrasinin sorgulanamaz iktidarına karşı, daha net sınırlar getirilmesine ön ayaklık ettiği, dolayısıyla her bakımdan kutsal iktidarın sınırlarını ihlal ettiği, bu manada yeni bir yol açtığı tarihsel dönemdir.

John Locke’nin fikirlerinde anlamını bulan yaşama, hürriyet, mülkiyet gibi devredilemez, insanın kişiliğine ait hakların gündemde yer bulmasıyla, kişinin vatandaşlık yolunda ilerlemesi devam etmiş, 19. yüzyılda oy hakkının yaygınlaşmasıyla birlikte vatandaşlık statüsü ve hukuku oluşmaya başlamıştır. Vatandaşlık statüsüyle birlikte, kişilerin siyasetin, toplumsal hayatın bir aktif faili olmaya başlamaları, süreci belirleyen bir özneye dönüşmeleri ve alınacak kararların merkezini oluşturabilmeleri için bilgiye ihtiyaç duyulmuştur. Bu enformasyon ihtiyacının büyüyen şehirler, kalabalıklaşan nüfus, merkezileşen ve ulus devletin alanı haline gelen geniş topraklar düşünüldüğünde kişiden kişiye intikal eden şifahi nitelikte olamayacağı daha net görünüş ve sistematik özellikler taşıması gerektiği vurgulanmıştır. Bu dönemde, siyasal statülerin oturmasıyla beliren bilgilenme ihtiyacının, önce gazeteler sonra radyolar aracılığıyla giderilmeye çalışıldığı, vatandaşların kararlarını belirlemeleri bakımından ihtiyaç duydukları verileri onlara sunan araçlar haline geldikleri belirtilmektedir. (Bostancı, 2007: 105).

Özellikle 19. yüzyılda daha karakteristik hale gelen ulus devletler ve bunun paralelinde yaşanan merkezileşme ve standartlaşma medyaya sadece yöneticiler ile yönetilenler arasında enformasyon bağları kurma konusunda değil aynı zamanda bu süreçlerde de aktif rol alma konusunda da -ideolojik- bir ödev yüklemiştir. Kültürel türdeşleşmeyle birlikte benzer hayat tarzlarına ve ritimlerine sahip olan geniş yığınların eğlenme araçları ve imkânları bakımından gelenekten kopmaları, popüler ya da kitle kültürü dediğimiz alanın eğlence pratikleriyle birilikte ona bitişik olan medyanın eğlendirici işleviyle buluşmalarını sağlamıştır. Böylece medya, yöneten ve yönetilen arasında mevcut olan enformasyon boşluğunu dolduran, karşılıklı iletişimi sağlayan, aynı zamanda kitlelerin eğlenme ihtiyacını karşılayan bir aracı şeklinde kendisini konumlandırmıştır (Bostancı, 2007: 108).

Medyanın siyasal ve toplumsal bir güç mekanizması olarak kurumsallaşmasına dair tartışmaların ise, ilk olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru, konunun siyaset bilimi ve sosyolojinin gündemine girdiği dönemlerde belirli bir endişeyle başladığı belirtilmektedir. İnal’a göre Kapitalizmin gelişme süreci içinde işgücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle hızlanan kentleşme süreci insanları geleneksel toplumsal bağlarından kopararak yalnızlaştırmış, medyanın bu insanları totaliter düşüncelere sürükleyebilecek güçlü etkilere sahip olduğu varsayımı da endişeleri körüklemiştir. 19.yüzyıl süresince, meydana gelen (dalgaları 1960’lara kadar da ulaşan) işçi, köylü ayaklanmaları, medyanın (henüz sadece gazetelerin olduğu dönemde bile) büyük kitleleri, belirli siyasal görüşler doğrultusunda harekete geçirebileceği korkusunu yaratmıştır. Başka ifadeyle iletişim araçlarının gelişmesiyle daha da artacak bir karamsarlıkla, medyanın propaganda gücünün, savunmasız bireyler üzerinde ciddi bir tehdit oluşturduğu düşünülmüştür.

Ayrıca önce Birinci Dünya Savaşı, sonra da iki savaş arası dönem ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında mevcut iletişim araçlarının -özellikle de radyo ve sinemanın- propaganda amaçlı olarak kullanılması iletişim araçlarının gücü konusunda duyulan endişeleri artırmıştı. 1930’larda etkilerini hissettirmeye başlayan Frankfurt Okulu temsilcilerinin kimi çalışmalarında da -okulun temsilcilerinin hepsi paylaşmasalar da- medyaya yönelik bu kötümser bakış açısı egemen olması bu endişenin bir

göstergesi olarak kabul edilmiştir. Popüler kültürün eleştirel düşünceyi ortadan kaldırıp, bireyleri yabancılaştırdığını savunan Frankfurt Okulu’nun kimi temsilcileri, bu etkiyle bireylerin“kültür endüstrisinin pasif tüketicileri” konumuna getirdiğini vurgulamışlardır (İnal, 2003: 65).

Liberal düşünceyi benimseyenlerin bu konudaki görüşleri Frankfurt Okulu temsilcilerininkinden farklı olmuştur. Liberal anlayışı benimseyenler, 19. yüzyılın başlarında medyayı, çoğulcu siyasal sistemlerin ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmişlerdir. Bilgilendirme ve farklı görüşleri temsil etme işlevleri nedeniyle medyanın, siyasal sistem içinde, yasama, yürütme ve yargı güçlerini toplum yararına denetleyecek bir “dördüncü kuvvet” oluşturduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylelikle liberal-çoğulcu yaklaşımın temsil ettiği bu iyimserlik ile medyanın kitleleri maniple etmeye yönelik olumsuz etkilerini öne çıkaran karamsar yaklaşımlar arasında açık bir farklılık meydana gelmiştir. Ancak çelişkili görünen bu iki konuma rağmen, her iki yaklaşımın da ortak paydası, gücü ve etkililiğinden hiçbir kuşku duyulmayan medyanın, toplumsal dengede önemli bir söz sahibi olacağı görüşü olmuştur (İnal, 2003: 67-68).