• Sonuç bulunamadı

Türkiye’deki Feminist Hareketlere Kısa Bir Değin

4.3 TÜRK TOPLUMUNDA KADIN

4.4. TOPLUMSAL DEĞİŞME SÜRECİNDE TÜRK KADINININ PSİKO SOSYAL KİMLİĞİ

4.4.1. Türkiye’deki Feminist Hareketlere Kısa Bir Değin

Feminizm genel anlamda, eşitsizliğin, her alanda kadına uygulanan baskı ve sömürünün engellenmesi, kadının ikincil konumdan kurtarılması çabalarını da beraberinde getiren bir eşitlik talebi olarak değerlendirilmektedir.

Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyetin ilk yılları arasında Türkiye’de güçlü bir kadın hareketi ortaya çıkmış ve bu kadın hareketi, o günlerin koşulları altında Türk kadınlarının yaşadıkları yerel problemleri sorguladığı için “yerli feminizm” olarak isimlendirilmiştir. 1980’li yıllarda ise Türkiye’de yeniden gelişen feminist hareket, kadınların yerel problemlerini aşarak; global düzeyde bilim, devlet, erkeklik, kadınlık, aile vb. kavramlara da yönelmiş ve “alternatif” bir söylem geliştirmiştir. Farklılığı, alternatifliği ve global özelliklerinden dolayı bu hareket “sivil feminizm” olarak nitelendirilmiştir.

Feminizmin Türkiye’deki gelişiminin dört aşamada gerçekleştiği vurgulanmaktadır. Bu aşamalar “gizil hazırlık” dönemi, “uyanış” dönemi, “meşruluk arayışı” dönemi ve “bir harekete dönüşme” dönemi olarak sıralanmıştır. 1970’lere kadar götürülen gizil hazırlık dönemi dünya genelinde feminist fikirlerin klavuzluğunu yapan belli başlı eserlerin Türkçe’ye kazandırıldığı dönemi

kapsamaktadır. Çeviri eserlerin yanı sıra yerli çalışmalar da bu dönemde bu oluşuma katkıda bulunmuştur.

1970’li yıllarda feminist oluşuma zemin hazırlayan bir diğer faktör de 1978 yılından itibaren kendini tamamen kadın konusuna adamış olan Kadınca dergisinin yayınlanması olmuştur. 1980’li yıllar ise feminizmin ikinci evresi olan uyanış dönemini kapsadığı için feminist oluşum için bir dönüm noktası niteliği taşımıştır. Bu yıllarda şehirleşme, mesleki açıdan farklılaşma, nüfus yoğunlaşması gibi sosyolojik gelişmelerin olması feministler açısından ortamı avantajlı kılmıştır(Çaha, 1996: 141-145).

1970'lerde yükselen feminist dalganın ardından kadınlar kendi adlarına bilgi üretmek, kadınlara ait deneyimleri görünür kılmak için yoğun çabalara girişmişlerdir. Feministlerin kadın sorunu bağlamında ele aldıkları konulardan birisi de aile olmuştur. Feministler aileyi bir toplumsal kategori olan kadın gözüyle incelemiş ve yeni perspektiflerin ortaya çıkmasına olumlu katkıda bulunmuşlardır. Ancak bu olumlu katkı aynı zamanda bir sınırlama da getirmektedir. Temelde cinsiyet farkına dayalı sorunlar üzerinde yapılmış çalışmalar aileyi anlamamıza yardımcı olacak diğer boyutların ihmalini de beraberinde getirmektedir. Feministler aile içi şiddet, evli kadınların kocalarına maddi bağımlılığı, çocuk bakımı gibi birçok sorunun ailenin toplumsal örgütlenmesiyle ilişkili olduğu görüşündedirler. Aile üyeleri arasında görevlerin cinsiyete dayalı bir işbölümü ilkesi çerçevesinde dağıldığını belirten feministler bu işbölümünün aile ekonomisine katkı konusunda eşitsiz bir durum yarattığını belirtmektedirler. Zira onlara göre, bu işbölümünde kadın çok veren ama az alan taraf durumundadır. Aile içindeki eşitsiz dağılım bu koşullarda aile içi tabakalaşmada erkeğin daha üst konumda yer almasına neden olmaktadır. Ailesel işbölümü bir çeşit baskı oluşturmakta ve bu baskı değişik toplumsal kurumlarda erkeğin gücüne dayalı bir toplumsal kontrol sistemi tarafından şekillendirilmektedir (İçli, 1996: 54).

Türkiye’de feminist hareketin gelişimi de Batı’daki gibi bir seyir izlemiş; fakat zamanla etki alanları farklılaşmıştır. Batı’dan alınan farklı birtakım kültürel pratikler doğal olarak ülkemizdeki kadın hareketinin taleplerinde de farklılaşmalar

yaratmıştır. İslam kültürünün egemen olduğu ülkemizde feminizme, batıya nazaran biraz daha mesafeli yaklaşılmış ve talepler de kadın ile erkek arasındaki farklılıktan ziyade benzerlik vurguları üzerinden dillendirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber hızlanan modernleşme serüveni toplumda bir iki kutupluluk yaratmış ve bu ikilik kadın hareketinde belirgin bir ayrışmaya neden olmuştur. Modernleşmeyle beraber ortaya çıkan laiklik süreci kadın üzerinden temellendirilmiş ve kadının kamusal alanda örtünmesinin engellenmesi ile zıt iki kutup yaratmıştır. Bir tarafta laiklik temelinde başörtüsünün özgürlüğü kısıtladığını vurgulayan feminist hareket, diğer taraftan da kamusal alanda kendi özgür tercihiyle örtünmenin de bir özgürlük talebi olduğunu vurgulayan feminist ve/veya İslamcı hareket arasındaki ikilik ülkemizde kadın hareketinin tartışma ve görünürlük alanını genişletmiştir (İngün, 2005: 1).

Türkiye’de erkek egemenliğine karşı kadın özgürlüğünü savunan “sivil ve yerel” bir hareket olarak başlayan, sonraları global düzeyde bir kadın savunuculuğuna dönüşme eğiliminde olan feminist hareketin muhafazakâr kesimlerce zaman zaman çokça tartışıldığını da söyleyebiliriz. Bu tartışmalar ekseriyetle feminist hareketin işleyişi noktasında yoğunluk kazanmıştır.

28 Şubat süreciyle birlikte başörtülü kadınların kamusal alan görünürlülüklerinin ciddi anlamda engellenmesinden sonra yaşanan gelişmelerle, feminist hareketin “kadın savunuculuğunu” ideolojik düzlemde gerçekleştirdiği kanaati yaygınlaşmıştır. Nitekim başörtülü kadınların eğitim başta olmak üzere, kamusal alandaki görünürlülüklerine dair hak taleplerinin geri kazanımı eylemsel boyutlar kazanmıştır. Bu kadınlarla aynı fikirde olan erkelerin kamusal haklarında herhangi bir zafiyet olmamasına rağmen bu durum Türkiye’de feminizm savunucuları tarafından bir “kadın-erkek eşitliği” sorunu olarak görülmemiştir. Bu süreçten sonra özellikle muhafazakâr çevrelerde feminist anlayışa olan antipatinin daha da artmış olabileceği çıkarımında bulunmak yanlış olmaz kanaatindeyiz. Zira ortaya çıkan tablo Türkiye’de feminizmin ilgi alanına girebilmek için “kadın” olmanın yeterli gelmediğini, kadın olmanın yayında modern düzenin “çağdaş” tarzını

da görünür düzeyde benimsemiş olmanın gerekliliğini bir ön koşul olarak karşımıza çıkarmaktadır. Oysa feminizm, hem dünya tarihindeki serüveni hem de ülkemizdeki yükseliş trendinde yaptığı kadın hakları savunuculuğunu “tüm ezilmiş kadınlar” söylemiyle yakalamaya çalışmıştır.

Bu durumun meydana getirdiği bir başka nihai sonuç ise feminist düşüncenin fikri paradokslarından birini ortaya koyar niteliktedir. Nitekim feminizmin en temel savlarında biri kadın-erkek eşitliği mücadelesinde kadın özgürlüklerinin sınırını genişletmek olmasına rağmen başörtülü kadınlar söz konusu olduğunda bir tutum farklılığı gözlenmiştir. Bu tutum farklılığı da başörtüsünün feminizm savunucuları nezdinde kadını özgürleştirici bir unsur olarak görülmediğinin, aksine kadının özgür alanını sınırlayan bir faktör olarak algılandığının göstergesidir. Zira bu sonuç, feminizmin “kadının kamusal alandaki görünürlülüğünü” fikrini savunurken, “kişiliksel” bir görünürlükten çok “dişisel” bir görünürlüğü kastettiği düşüncesini akla getirmektedir.

4.5.KİMLİK OLUŞTURMADA BİR REFERANS OLARAK: DİNİ