• Sonuç bulunamadı

Toplumcu Gerçekçi Perspektiften Göç Olgusu

TÜRK ROMANINDA ŞEHİRLEŞME OLGUSU

2.1. Türk Romanında Göç Olgusu

2.1.1. Toplumcu Gerçekçi Perspektiften Göç Olgusu

Ülkemizde, özellikle 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren hız kazanan kentleşme sürecinin oluşumunu sağlayan göç hareketleri, söz konusu dönemde verilen eserlerin tematik bütünlüklerini kurgulayan başlıca unsur olarak belirmektedir. Kentleşmeyi göç paralelinde ele alan romancılarımızın başında ise, Orhan Kemal ile Kemal Tahir gelmektedir. Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Gurbet Kuşları, Murtaza ve Cemile adlı romanlarında, bu sosyolojik realiteyi daha ziyade göçmen kesimin kentteki durumuna ilişkin gözlemlerine dayalı olarak ele almaktadır. Orhan Kemal’in, köyde yapacak iş bulamadıklarından kente göçen üç arkadaşın güç yaşam koşullarını anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı, 1954’te yayımlanır. Yazar, yapıtını daha sonra yeniden yazar ve roman genişletilmiş haliyle 1964’te yayımlanır. Pamuk tarlaları, çırçır fabrikaları, ırgatları, barları ve genelevleriyle Çukurova ve Adana yöresini olanca gerçekliğiyle anlatan

138 Sabri Çakır, “Türkiye’de Göç, Kentleşme/Gecekondu Sorunu ve Üretilen Politikalar”, SDÜ Fen- Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:23, Isparta 2011, s. 210.

yazar, konularını bu çevreden alan romanlarında tarımda çalışan işçilerle büyük toprak sahipleri arasındaki ilişkiyi irdeler. Çukurova’daki tarımsal üretimin emek- yoğun üretimden makineleşmeye geçişi, zaten yoksul olan tarım işçisinin durumunu daha da zorlaştırmış, elinde ekip biçecek toprağı bulunmayan köylü başka alanlara yönelmek zorunda kalmıştır.139

Yazarın, 1927’deki mübadeleyle Türkiye’ye göçen ve Çukurova’da devletin verdiği tarlayı işletirken sıtmaya yakalanınca kente taşınan Murtaza’nın ve ailesinin macerasını anlattığı Murtaza isimli romanı, 1952 yılında yayımlanmıştır. Murtaza romanında yer verilen göç olgusunun nedeni, bir başka sosyo-politik realiteye istinat etmektedir. Bu çerçevede, romanda ele alınan göçün, siyasal nedenlerle gerçekleştirilen zorunlu bir “yer değiştirme” hareketi olarak sunulduğu görülmektedir. Yazar, göçmenlerin kentteki elverişsiz yaşam koşullarına atıfta bulunurken, bu kesimin yerleşim alanlarının sağlıksız ve çarpık dokusunu tasvir etmektedir:

“…Murtaza en küçük oğlunun yanı başındaki pencerenin önüne süklüm püklüm oturdu, dışarılara bakmaya başladı. Bu eğri pencere, mahallenin sırtını çevirdiği kocaman bir göle bakıyordu. Bu gölün kirli suları yaz kış kurumazdı. Yosun tutmuştu. Milyonlarca sivrisinek, bütün semte bu gölden dağılır, bu göl yüzünden mahalle, sıtmadan göz açamazdı…”140

Orhan Kemal, Gurbet Kuşları adlı romanının ilk bölümünde, Anadolu’dan İstanbul’a göç eden kitleler için sembolik bir mahiyet kazanmaya başlamış bulunan Haydarpaşa Garı’na ilişkin tasvirlerinin yer aldığı pasajlar vasıtasıyla, dönemin İstanbul panoramasını gözler önüne sermektedir:

139 Efnan Dervişoğlu, “Türk Romanında Kent Algısı”, Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları, Derleyen: Nurer Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul 2010, s. 423.

“Ta Kurtalan’dan kalkıp, yolu üzerindeki irili ufaklı istasyonlardan topladığı çeşitli yolcularla tıka basa dolu ‘Kuşluk treni’ Haydarpaşa Garı’na çığlık çığlığa girdi. Ağırlaştı. Sonra da ıslak fısıltılarla rayların üzerine upuzun serildi kaldı.

Koşanlar, koşuşanlar… Koşan, koşuşanlar arasında istasyon görevlilerinden başka gar hamalları, yolcularını karşılamaya gelmiş fötr şapkalılar, mantolu, tayyörlüler. İlk şaşkınlık, ilk heyecandan sonra her şey durur gibi oldu. Vagonlardan bavul, sepet, heybeleriyle inenler, öteberilerini vagon pencerelerinden hamallara uzatanlar…

‘Gurbet kuşları’ katarın en arka vagonlarından iniyorlardı, kara kara kuru kuru. Ne karşılamaya gelenler vardı, ne de çoğunun bavullarıyla sepeti, hatta yorganı. Yorganı olanlar, yorganlarını birer er kaputu gibi dürmüş, kınnapla çeke çeke bağlamışlardı. Bir, beş, on değil, yirmi, otuz, kırk, elli belki de daha çoktular. Anadolu içlerinden kopup gelen her tren, her ‘Kuşluk treni’, her gelişinde gurbet kuşlarını toparlayıp getiriyordu İstanbul’a. Yol, yıkım, yapım üzerine çok iş vardı İstanbul’da. Karınlar doyuyor, sılaya para bile salınıyordu. Köy yerinde şunun bunun tarlasında üç gün iş, beş gün duvar diplerinde barbut atacaklarına, bir tren parası denkleştirip İstanbul’un yolu tutulmalıydı. Ne yapıp yapıp gidenler, birkaç ay sonra değişmiş dönüyorlardı. Taralı saçları, kopçalı sarı kalemleri, karton kaplı cep defterleri, arkaları çıplak kadın resimli cep aynaları, Tahtakale’den uydurulmuş üst başlarıyla köy yerinde dolanıyor, köy kahvelerinde, delikanlı meclislerinde İstanbul’u dillerinden düşürmüyorlardı. İstanbul da bir İstanbul’du. Dil ile tarifi mümkünsüz. O taksiler, o dolmuşlar, o tramvaylar, otobüsler, vapurlar…”141

Yazarın, romanın başkahramanı İflahsızın Memed adlı delikanlı şahsında somutlaştırdığı göçmen tipinin ayırt edici vasıflarını betimlediği pasajlarda ise, İstanbul ile ilk kez temas kuran Anadolu insanının yaşadığı yabancılaşma sorununu gözler önüne serdiği görülmektedir. Söz konusu yabancılaşma duygusu, kırsal kesimden göç eden ahalinin toplumsal psikolojisi üzerinde egemenlik kuran başlıca saik olarak temellendirilmektedir:

“Çevrelerine yenik, şaşkın, mahcup, korkak bakışları, yeşil, sarı, mor, kırmızıları kirli çorapları, kirli tırnaklarıyla etlerini hart hart kaşıyışlarıyla garın geniş betonuna bir sığır ılıklığıyla yayılmış, kalabalıkla, kalabalığın arkasında ağır ağır sürükleniyorlardı garın çıkış kapısına…”142

Köylünün kendi cemaatini terk ederek sosyo-ekonomik standartlarını yükseltmesini sağlayacak bir iş bulma umuduyla göç ettiği kentte yaşadığı yabancılaşma sorunu, aynı zamanda pasif bir suçluluk duygusuna da işaret etmektedir. Nitekim yukarıda yer alan pasajda “çevrelerine yenik, şaşkın, mahcup ve

korkak bakışlı” kitleler olarak tasvir edilen köylü göçmenlerin bu tür bir

yabancılaşma sorunu ile karşı karşıya kalmalarında, kentlilerin kendilerine yönelik tutumlarının yarattığı suçluluk duygusunun da etkisi olduğu görülmektedir. Yazar, kentlilerin genel olarak göç olgusu ve köylü göçmenler karşısında edindikleri olumsuz izlenimleri, romanın ilk bölümünde şu şekilde aktarmaktadır:

‘Şerefsizim sürü!’

‘Her gün bu, her gün bu... Köylerinden ne diye ürkütürler bu hayvanları bilmem ki?’

Duymuyor, duysalar bile kime, niçin dendiğini anlamıyorlardı. Anlasalar bile… Kızmak, karşılık vermek, yurttaşlık, gezi esenliği üzerine sözler etmek, artık eksik konuşanlara susturucu karşılıklar vermekten uzak, hep o sürü ılıklığıyla çıkış kapısını buldular. Dışarıda göz alabildiğine hırçın bir deniz vardı, kül renkli bir deniz. Sabahın sert ayazıyla donmuş taş merdivenleri ağır ağır indiler. Kalabalıkla, kalabalığın arasında vapur bilet gişesinin önünde durdular.

‘Şu rezalete bakın Allah aşkına!’

‘Rezalet, sefalet…’

‘Bu sefaletlerini köylerinde saklayıp da İstanbul’da yabancılara teşhir etmeseler olmaz mı?’

‘Hükümet efendim, suç hükümette. Yasak et, bitti. Hükümet gevşek olmasa, bunlar köylerinden kımıldayabilirler mi?’…”143

Kentlilerin, göçmen kimlik karşısında biçimlendirdiği ötekileştirici tavrın köylü üzerinde yarattığı psikolojik baskı, söz konusu kitleyi feodal bağların egemen olduğu sosyal ilişkiler kurmaya sevk etmiştir. Bu durumda önem kazanan akrabalık ve hemşerilik ilişkileri, köylü göçmenin kent yaşantısı içerisinde muayyen bir kimlik kazanabilmesinin başlıca koşulu haline gelmektedir. Nitekim bu dönemde her şehirde, göçmen köylülerin gözetimine ve hamiliğine ihtiyaç duyduğu bir “hemşeri” vardır. Söz konusu göçmen köylü karakterlerin evli olanları şehir dışında kalan taşra bölgelerinde ikâmet ederlerken, bekârlar da hanlarda ya da ucuz kiralık odalarda yaşamaktadırlar.144 Gurbet Kuşları romanının başkahramanı İflahsızın Memed adlı

karakter de, kendisine iş bulma hususunda yardımcı olabileceğini düşündüğü köylüsü kabzımal Gafur Ağa’nın çağrısı üzerine köyünü terk ederek İstanbul’a göç etmeye karar vermiştir. Buna rağmen Gafur Ağa’sının kendisine iş ve kalacak yer bulma konusunda verdiği vaatleri yerine getirmeye yanaşmaması, İflahsızın Memed’i, kent kültürünün, köylü göçmenler üzerindeki dönüştürücü etkisini sorgulamaya iter:

“Gafur kesti attı: ‘Uyduramam. İş yok!’ İçini çekti:

‘Seni deyi geldiydim Gafur Ağa…’

143 Orhan Kemal, a.g.e., s. 3.

‘Ben senin anan mıyım, baban mı? Bana niye güveniyorsun?’ ‘Gel didiydin, iş miş bol didiydin, mektup saldıydın…’

‘Saldıysam iki yıllık bir salıntı. İki yıldır aklın neredeydi? O zaman iş vardı. O zamandan bu zamana iş seni bekler mi? Babanın uşağı mı iş? Memed olmazsa Ahmed olur, Ahmed olmazsa Hasan, Hasan olmazsa Hüseyin. İş babanın uşağı değil. İstanbul bura. Burada herkes herkesin gözünü oyar. Kardeş kardeşiyle düşman olur. Bura İstanbul…’

Dükkandan çıktı gitti.

Memed ağlayacak gibi bakakaldı ardından, ‘Vay Gafur, vay Gafur Ağam vay. Demek buydu edeceğin sonunda? Demek köylüne, hem de anası hımsın köylüne dişini çekip atacaktın böyle? Köy yerinde ağzından yağ bal akan Gafur Ağam…”145

Tarımda makineleşme sürecinin başlangıcına tesadüf eden dönemde kent özeklerinde oluşturulan sanayi teşekküllerinin yarattığı istihdam olanakları, 1950’li yılların ilk yarısından itibaren göç hareketlerinin hız kazanmasına neden olmuştur. Bu dönemde şehirle kent arasında devamlı bir gidiş-geliş görülmektedir, çünkü şehirlileşmiş genç köylüler devamlı bir işe yerleşince ailelerini görmek ya da onları şehre getirmek için köylerine dönmektedirler.146 Bu toplumsal gerçeğin edebiyat

alanındaki tezahürlerine, Gurbet Kuşları romanının ilgili bölümlerinde de tesadüf edebilmek mümkündür. Sözgelimi, Gafur Ağa’sının yardımından mahrum kalan İflahsızın Memed, Veli adlı arkadaşı aracılığıyla bulduğu inşaat işinde sebat ederek bir müddet sonra duvar ustası olunca, babası ve kardeşlerini de İstanbul’a getirtir. Bu durum, yazar tarafından, köy ile kent arasındaki tek yönlü göç deviniminin süreklilik kazanmasına zemin hazırlayan toplumsal bir realite olarak ele alınmıştır. Yazarın, 1950’li yılların Türkiye’sinde giderek sosyolojik bir vaka niteliği kazanan bu durumun kentleşme süreci üzerindeki etkilerine ilişkin tasvirlerinin, tarihsel gerçeklerle de örtüştüğü görülmektedir. Romanın fiktif bütünlüğünün, söz konusu

145 Orhan Kemal, a.g.e., s. 28-29. 146 Kemal Karpat, a.g.e., s. 73.

tarihsel gerçeklere paralellik teşkil edecek şekilde vücuda getirilmiş olması ise, yazarın şahsî gözlem ve izlenimlerine dayanan yazınsal anlayışının doğal bir sonucudur.

“İflahsızın Memed’i getiren ‘Kuşluk treni’nden sonra gene her hafta kuşluk trenleri ta Kurtalan’dan kalkıp, yolları üzerindeki irili ufaklı istasyonlardan topladıkları çeşitli yolcularla Haydarpaşa Garı’na çığlık çığlığa girmeye, ıslak fısıltılarla raylar üzerinde upuzun serilip kalmaya devam ettiler. Gene koşanlar, gene koşuşanlar oldu. Koşanlarla koşuşanlar arasında istasyon görevlilerinden başka gene gar hamalları, yolcularını karşılamaya gelmiş fötr şapkalı, tayyörlü, mantolular… İlk şaşkınlık, ilk heyecandan sonra gene durulur gibi olan ortalık, vagon pencerelerinden uzatılan bohçalar, heybeler, bavullar…

‘Gurbet Kuşları’, ‘Kuşluk trenleri’nin gene en arka vagonlarından kara kara, kuru kuru indiler. Yorganlı, yorgansız, bohçalı, bohçasız. Gene kafalarında İstanbul, İstanbul’un altın olan taşı toprağı. Altın olan evet… Çünkü yol, yıkım yapım üzerine çok iş vardı İstanbul’da. Karınlar doyuyor, para bile salınıyordu sılaya. Yalan da değildi. Karınlar doyup, iyi kötü şehir biçimi pantolon, ceket uydurulup, saçlar tarandıktan sonra sıla geliyordu akla. Aklından sılasını çıkarmayansa para salıyordu gerçekten de.

Büyük şehrin sevmediği, hatta nefret ettiği insanlardı bunlar. İstanbul’u kılık kıyafetleriyle, yaban yaban bakışlarıyla çirkinleştiriyor, hatta kirletiyorlardı. Vatandaş matandaş, zaten nazla niyazla gelen Batılı turistlerin midelerini bulandırmaya hakları yoktu, olamazdı, olmamalıydı. İşi hükümet önemle ele almalı, kanın çıkarmalı, sokmamalıydı büyük şehre! Bu çirkinlik, bu kir, bu pas ‘Milli ayıbımız’ olabilirdi; bu ayıbın köylerde kalması, taşınınca köylere geri itilmesi ‘Milli ödev’ olmalıydı!147

Romana adını veren “Gurbet Kuşları” metaforu, İstanbul’a göç eden geniş halk kitlelerini sembolize eden temsili bir ifade olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dikkat esas alındığında, göç hareketlerinin ivme kazandığı 1950’li ve 60’lı yılların Türkiye’sinde yaşanan kentleşme deneyimi ile özdeşleştirilen birtakım simge ve izleklerin de romanda sıklıkla tekrarlandığı ifade edilebilir. Yazar, özellikle bu dönemde köyden kente göçün sembolü haline gelen “Haydarpaşa Garı” ve “Kuşluk

treni” gibi muhtelif mekân ve ulaşım vasıtalarıyla, köylü göçmenlerin beraberlerinde

getirdikleri tahta bavul, yorgan, bohça ve benzeri izlekler aracılığıyla, göç olgusu paralelinde realist bir kent tasavvuru oluşturmuştur. Orhan Kemal’in, kentleşme temini göç olgusu bağlamında ele aldığı Cemile, Murtaza ve Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanlarında da, benzer bir üslûbun hâkim bulunduğu görülür.

Bununla birlikte yazarın, aynı dönemde yoğunluk kazanan bayındırlık faaliyetleriyle kentsel dokusu büyük bir hızla değişen İstanbul’un fizikî ve sosyo- kültürel dönüşümüne ilişkin tasvirlerinin de, göç olgusu ekseninde şekillendirildiği görülmektedir. Zira bayındırlık faaliyetleri çerçevesinde yaşanan bu dönüşümün oluşumunda en önemli fonksiyonu, Anadolulu göçmen işçiler icra etmektedir. Özellikle inşaat işlerinde yevmiye usulüne dayalı olarak çalışmakta olan gençlerin İstanbul’a göç etme nedenlerinin başında ise, ekonomik beklentiler gelmektedir. İflahsızın Memed, Gafur Ağa, Veli, Kabzımal Hüseyin Korkmaz ve Ömer adlı karakterler, benzer beklentilerle topraklarını terk ederek “taşı toprağı altın” şehre iş bulma umuduyla akın eden kitlelerin temsilcisi durumundadır. Romanın şahıs kadrosunu teşkil eden tip ve karakterlerin, ekseriyetle yaşamını kentlerde sürdüren köy kökenli fertler arasından seçilmiş olması da göç olgusunun, yazarın benimsediği kentleşme algısı üzerindeki baskınlığını kanıtlamaktadır.

Orhan Kemal’in göç ve kentleşme algısını, yazarın ideolojik aidiyeti çerçevesinde şekillenen genel tavırdan bağımsız olarak yorumlamak mümkün değildir. Zira yazar Gurbet Kuşları’nda, göç hareketlerinin oluşumunu temellendiren sosyo-ekonomik koşullara göndermede bulunurken, dönemin Demokrat Parti

iktidarının benimsediği kentleşme politikasını tenkit eden bir yaklaşım biçimlendirmektedir. Yıkım ve yapım faaliyetleri ile silueti hızla değişen İstanbul’un ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü köylü göçmenler vasıtasıyla temin etmesi, romanda kırsal kesimden kente göçün başlangıcına olanak sağlayan temel faktör olarak sunulmaktadır. Yazar Demokrat Parti iktidarını, yıkım ve yapım işlerinde istihdam edilen köylü göçmenlerin kentler üzerinde yarattığı nüfus baskısını bilinçli olarak göz ardı etmek suretiyle aşırı/çarpık kentleşmeye zemin hazırlamış olmakla itham ederek, politik temellere dayalı bir dönem eleştirisinde bulunmuştur. Dolayısıyla

Gurbet Kuşları romanında Orhan Kemal’in, gerek göç, gerekse bu olguya bağlı

olarak şekillenen kentleşme hareketini politik bir düzlemde algıladığını ifade edebilmek mümkündür.

Kentleşmeyi göç olgusu ekseninde ele alan romancılarımızdan bir diğeri de Kemal Tahir’dir. Yazarın köy-kent dikotomisi üzerinde yoğunlaştığı Sağırdere ve Körduman adlı romanlarında göç olgusu, merkezi bir tem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte Kemal Tahir, Orhan Kemal’den farklı olarak, roman kahramanlarının köydeki tradisyonel yaşamlarına da yer vererek, köy-kent ikilemi şahsında zuhur eden gelenek-modernite çatışmasını merkeze alma temayülündedir. Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” romanı ile Kemal Tahir’in “Sağırdere” adlı eserini mekân kurgusu bakımından mukayese ettiğimizde, bu iki muharririn göç olgusu karşısındaki tavırları arasındaki ayrımın daha belirgin bir biçimde gözlemlenebildiği görülür. Nitekim Sağırdere romanının olay örgüsünü teşkil eden vaka parçalarının bir kısmı kırsal yerleşimlerde gelişirken, Gurbet Kuşları’nda mekân kurgusu, kent yerleşimi ile sınırlı tutulmuş ve köyden kente göç eden karakterlerin önceki yaşamlarına ilişkin herhangi bir malumat aktarılmamıştır. Bir başka deyişle Sağırdere romanı, göçün nedenlerini ve sonuçlarını bir arada ele alırken, Gurbet Kuşları, bu olgunun sonuçlarına ilişkin müşahedeleri önceleyen bir anlayış çerçevesinde kaleme alınmıştır.

Sağırdere romanında da göç hareketi, kırsal kesimden kentsel yerleşime

yönelen toplumsal bir devinim olarak tasavvur edilmektedir. Buna mukabil, romanda yer verilen göçün nedeninin ekonomik beklentilerden ziyade kişisel gerekçelere dayandığını belirtmek gerekmektedir. Eserde, Çankırı’nın Kurşunlu bucağının Yamören köyünde yaşayan işsiz bir genç olarak takdim edilen Mustafa adlı delikanlının, izdivaç teklifinde bulunduğu genç kız tarafından reddedilmesinin ardından yaşadığı hayal kırıklığı neticesinde Ankara’ya yerleşmeye karar vermesiyle başlayan bu sürecin çıkış noktasını, başkahramanın psikolojik yönelimleri teşkil etmektedir. Romanın, göç teminin anlatımına tahsis edilen muhtelif pasajlarında yer alan psikolojik çözümlemeler de, bu tespitimizi doğrulamaktadır. Bununla birlikte, yazarın bu olguyu yalnızca karakterlerin şahsî hayal kırıklıkları bağlamında ele aldığı iddia edilemez. Sözgelimi romanın şahıs kadrosunu teşkil eden ikinci dereceden kahramanlar (Vahit, Hocaların Hasan, Gurbetçi Ömer v.b.) nezdinde göç, kentin vaat ettiği ekonomik olanaklardan istifade edebilme eğiliminin kaçınılmaz hale getirdiği bir sonuç olarak karşılık bulmaktadır. Dolayısıyla romanın kurgusal bütünlüğünün, göç hareketinin oluşumunu sağlayan ekonomik nedenlere de atıfta bulunacak şekilde oluşturulduğunu ifade edebilmek mümkündür.

Romanın başkahramanı Kulaksızın Mustafa ile birlikte köylerini terk ederek Ankara gurbetine çıkan Veli ve Hasan adlı kahramanların, kent yaşantısı karşısında duydukları yabancılaşma duygusu, Sağırdere romanında da yer bulmaktadır. Kente göç eden köylü göçmenler üzerinde egemen olan bu psikolojik durumun tezahürlerine, ülkemizde kentleşme sürecinin hız kazandığı 1950’li yıllar boyunca kaleme alınan diğer romanlarda da sıkça rastlamaktayız:

“Ankara’ya geldikleri zaman, Mustafa’nın kafası kazan gibi olmuştu. Ayağının bastığı toprak sallanıyordu. Bir merdivenden yerin altına indiler, tahta döşemeli bir yoldan geçip başka bir merdivenden yeryüzüne çıktılar. Şehre doğru yürürlerken, Mustafa arkadaşlarını kaybetme korkusuyla iki yanına bile bakmadı.

‘Gel de kaybolmaktan korkma bakalım! Evler, yollar, adamlar, madamlar, birbirlerine benzer ama, bu kadar mı benzer?’

Mustafa, nişan koyacak bir yer bulamadığı için Ankara’da tek başına gezemeyeceğini düşünerek ürktükçe ürküyordu.”148

Yazarın, göç çerçevesinde ele aldığı kentleşme temine ilişkin olarak üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise, köylü göçmenlerin kentte muayyen bir değer olarak kültürel kimliklerini muhafaza edebilmek maksadıyla kurdukları sosyal ilişkilerin niteliğidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, göçmenlerin kente özgü kültürel değer ve birikimlere entegre olabilme konusunda muhafazakâr bir tavır biçimlendirmeleri, onları yakın akraba ve hemşerilik bağlarına dayalı toplumsal ilişkiler kurma şeklinde alternatif çözümler üretmeye yöneltmiştir.

“Bireysel düzeydeki çabalarıyla kentte tutunma, iş fırsatlarını değerlendirme ve kültürel kimliklerini korumanın mümkün olmadığını gören ‘yeni kentliler’ topluluk düzeyinde dayanışmaya, örgütlü olmaya yönelirler. Bu örgütlülük hemşeri birlikleri biçiminde ortaya çıkar. Hemşeri birlikleri, kırsal toplum üyelerinin kentsel toplumun yaşama biçimini, değerler sistemini ve davranış kalıplarını anlama sürecinde kurulan tampon kurum niteliğinde işlevsel bir yapıya sahip örgütlerdir. Hemşeri birlikleri, bir yandan kentsel yaşama etkin katılmayı ve bazı alanlarda söz sahibi olmayı, diğer yandan edinilmiş kültürel değerleri sürdürmeyi amaçlar. Bu paradoks geçiş dönemine özgüdür.”149

Söz konusu geçiş dönemi boyunca yaşanan yabancılaşma duygusunun kurulmasını zorunlu kıldığı hemşerilik ilişkileri, göçmenlerin kentte tutunabilmeleri için gereklilik arz eden bir örgütlenme biçimine işaret etmektedir. Sağırdere romanında da, bu sosyolojik olgu doğrultusunda vücuda getirilen benzer bir kurgusal

148 Kemal Tahir, a.g.e., s. 195.

yapının varlığına tesadüf edebilmek mümkündür. Zira romanın başkahramanı Kulaksızın Mustafa’nın kentte tutunabilme noktasında umutsuzluğa kapılarak memleketine geri dönmeye karar vermek üzere olduğu bir dönemde, hemşerisi Cemal Usta tarafından işe alınması, “yeni kentli” göçmenler arasındaki dayanışmanın boyutları hakkında fikir verici mahiyettedir:

“… Adın ne senin? ‘Mustafa.’

‘Kimlerdensin Yamören’de?’

‘Yakup Ağa’nın oğluyum… Kulaksızın Yakup derler.’

‘Kulaksızın Yakup mu? Sakın Murat’ın babası Yakup olmasın bu?’

Mustafa durdu. Ankara’yı bütünüyle kendisine bağışlasalardı bu kadar sevinmezdi. Elini dizine vurdu.

‘Aman efendi ağa. Demek Murat’ı bildin mi? Murat benim ağam. Sımıcak’ta demirbaş işçi.’

‘Tamam… Beni yabancı belleme! Kurşunlu’danım!’ ‘Kurşunlu bizim bucak!’

‘Ağan Murat’la Kurşunlu’nun okulunda yan yana okuduk. Vay Mustafa vay! Akraba sayılırız yavrum. Ben Murat’ı severim. Benim adım Cemal… Sen bundan böyle usta diyeceksin, yürü bakalım!’

Hasan’la Cemal usta önde, Mustafa arkada yürümeye başladılar.