• Sonuç bulunamadı

Sanayileşme Sonrası Dönemde Şehir

1.2. Tarihsel Gelişim

1.2.2. Sanayileşme Sonrası Dönemde Şehir

Sanayi devrimi sonrası dönemde ise şehir/kent, üretim biçiminin değişmesine bağlı olarak önceki dönemden farklı bir toplumsal ve yönetsel karakter belirtmeye başlamıştır. Bilhassa 18. yüzyıldan itibaren ekseriyetle tarım ve dar hacimli ticari faaliyetlere dayalı ekonomik yapı, yerini sanayiye dayalı üretim modeline bırakırken, yeni toplumsal sınıf ve ilişkilerin kent yaşamında etkinlik kazanmasına da olanak

sağlamıştır. Sanayi sonrasında kentleşme sürecini ele alırken, onu kent kültürünü belirleyen temel faktörlerden biri olan burjuva sınıfının yarattığı kültürel yapıdan bağımsız olarak değerlendirebilmek mümkün değildir. Nitekim modern kent, bir bakıma Sanayi Devrimi sonrası toplumun sosyokültürel ve ekonomik koşullarını belirleyen burjuva sınıfının örgütlediği bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla sanayileşme sonrası modern kenti tanımlarken, burjuvaziyi tüm cepheleriyle ele almak, bu sahada çalışan araştırmacılar için bir tür zaruret olarak değerlendirilebilir.

Sanayi Devrimi sonrası dönemde yeni üretim tekniklerinin gelişmesi neticesinde sermayenin ticaretten sanayiye doğru yönelmesiyle birlikte güç kazanan burjuva sınıfı, yönetim mekânizmasında yer alma talebinde bulunmaya başlamıştır. 17. yüzyıla kadar egemenliğini sürdüren etkin bir yönetim biçimi olarak mutlak monarşiye destek veren burjuva sınıfı, bu dönemden itibaren siyasal alanda güç sahibi olma amacı dâhilinde, kralın karşısında yer almıştır. Zira mutlak monarşinin Avrupa’da yavaş yavaş çözülmeye başladığı 18. ve 19. yüzyıllar, burjuvazi egemenliğinin yükselişinin dönüm noktası olmuş, bu duruma paralel olarak çok bileşenli bir toplumsal yapı teşekkül etmeye başlamıştır. 1789 Fransız İhtilali’nin ideolojik açılımlarının dışında, daha ziyade burjuvazinin, erkek egemenliğinin ve beyaz ırkın haklarını önceleyen anlayışın yerleşmesinde etkin olduğu düşüncesini dile getiren Sibel Özbudun, bu tespitiyle dar anlamda kadın haklarının tarihçesinin, geniş anlamda ise liberal kültürün temellerine de işaret etmektedir:

Sanayileşme hareketinin yükselişinde yeni ticaret yollarının keşfinin yanında, yeni üretim tekniklerinin gelişmesinin payı büyüktür. Sermaye birikimi ticaretten sanayiye yönelirken kendi ürünü olan burjuva sınıfı, birikimlerinin artması önündeki engelleri ekonomik alandaki güçleri ile kaldırma yoluna gitmişlerdir. Ekonomik güçlerine koşut olarak, siyasî güç talep etmeye başlayan burjuvalar, iktidarı ele geçirmek istekleri ile 16. ve 17. yüzyıllarda destekledikleri monarşinin karşısına çıkarak demokratik, parlamenter bir görüş savunmaya başlamışlardır.

1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi’nin belgisi olan “Kardeşlik-Eşitlik-Özgürlük” kavramlarında istenen özgürlük, aslında ekonomik özgürlüktür ve toplumun kadın nüfusu, bu özgürlük hakkının dışındadır. Kardeşlik ve eşitlik istemi ile modern içeriğini kazanan yurttaşlık kavramı da yalnızca beyaz, burjuva ve erkekler içindir. Kadın bu haklarından o derece yoksundur ki, Fransız Devrimi’nin gerçekleşmesinde, devrimci kadın kimliği ile varlık gösteren Olympe De Gouges’un 1791’de; ‘Kadın özgür doğar ve erkeklerle eşit haklara sahip olarak yaşar’ diye başlayan Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni hazırlaması, devrimci mahkeme tarafından ‘kadın cinsine yakışmayacak biçimde politika yapmaya kalkışmak’ olarak tanımlanır ve giyotin ile idam edilir.”21

Bu dönemde kadının sosyal hayat içerisindeki etkinliği, burjuva sınıfının tahdit ettiği sınırlarla belirlenmiştir. Burjuvazinin bilhassa kentlerde güç kazanması, yeni sosyokültürel koşullarla birlikte önceki dönemlerden farklı ekonomik, ahlâkî ve geleneksel değerlerin zuhur etmesini sağlamıştır. Bununla birlikte, liberal anlayışın temellerinin atıldığı Sanayi Devrimi, serbest piyasa ekonomisinin de gittikçe güçlenerek denetimsiz bir ekonomik faaliyet alanının oluşmasına vesile olmuştur. Serbest rekabet ortamının (piyasanın görünmez elinin) en elverişli koşulları sağlayacağı görüşü, toplumun tüm yapılanmasına kendini göstermiştir. Liberalleşme ve burjuvanın güçlenmesi, kentlerde temel öğelerden biri olan loncaların kapatılmasını da ardından getirmiş, böylece üretimi niteliksel ve niceliksel olarak denetleyen, fiyatları ve ücretleri belirleyen, üyeleri arasında sosyal dayanışmayı sağlayan bir kurum ortadan kalkmıştır. Emekçi sınıflar, loncaların getirdiği güvencelerden yoksun kalarak sürekli bir belirsizlik ortamı ve kötü yaşam koşulları içinde üretime katılmaya başlamıştır. Loncaların sağladığı dayanışmanın olmadığı ortamda, sanayinin gereksinim duyduğu ucuz işgücünün sağlanmasında bir etken olmakla birlikte, yeni ortaya çıkan işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları da tamamen serbest piyasa koşullarının tutumuna kalmıştır.22 Sanayileşme sonrası

21 Sibel Özbudun, 8 Mart’tan 8 Mart’a Mı?, Diyalektik Yayınları, İstanbul 1995, s. 16.

22Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, (çev. Gürol Koca ve Tamer Tosun), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2007, s. 550.

kentlerin oluşumunda rol oynayan bir diğer önemli faktör de ulaşım teknolojisi alanında kaydedilen ilerlemelerdir. Özellikle 1830’dan sonra yaygınlaşan demiryolları büyük kentlerin merkezine kadar ulaşırken geçtiği bölgeleri de yeni endüstri merkezlerine dönüştürmüştür.23 Bu duruma paralel olarak ağır sanayi

faaliyetleri, daha ziyade hammadde kaynaklarına yakın bölgelerde yoğunlaşmıştır. Ağır sanayi faaliyetlerine tahsis edilen bölgelerin nüfus yoğunlukları, elverişli istihdam, ulaşım ve yerleşim olanaklarına paralel olarak artmış, önceki dönemlerde köylülere açık olan tarımsal alanlarının işletim hakkı kaldırılmıştır.

Buharlı makinelerin kullanılmaya başlanmasıyla 19. yüzyıldan itibaren küçük tesislerin yerini alan büyük fabrikalar, giderek yeni enerji merkezleri etrafında toplanırken geçen yüzyıllarda olduğundan çok daha hızlı biçimde kente göçen işçi ve iş bulma umudundaki işsizler ordusu da fabrikaların etrafında yerleşmeye başlamışlardır. Mumford’ın da belirttiği üzere, Sanayi Devrimi ile kentlerin üç temel öğesini artık fabrika, demiryolu ve bakımsız konut oluşturmaktadır.24 Bu dönemde

sanayi kuruluşlarında istihdam edilmek üzere kente göç eden nüfusun barınma gereksinimlerinin mevcut yerleşim bölgeleri tarafından karşılanamaması üzerine kent dışında kalan alanlar yerleşime açılmış, bu alanlarda elverişsiz koşullarda gelişen işçi mahalleleri sosyoekonomik bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Bilinçli bir yerleşim düzeninden uzak şekilde örgütlenen konutların ihtiva ettiği sağlıksız koşullar ve buralarda ikâmet eden nüfusun karşı karşıya kaldığı yoksulluk, bu dönem kentlerinin karakteristik özelliklerini ortaya koymaktadır.

Sanayileşme sonrası dönemde gelişen kent modeli, gerek fiziksel gerek toplumsal gerekse ekonomik ve kültürel açıdan sanayileşme öncesi dönemin hâkim kent modelinden belirgin çizgilerle ayrılmaktadır. Toplumsal alanda gelenek mefhumunun etkinliğini önemli ölçüde yitirdiği, kapitalist ekonomik modelin gelişimine paralel olarak liberal ve seküler bir yaşam tarzının egemen olduğu,

23 Kürşat Bumin, a.g.e., s. 81. 24 Kürşat Bumin, a.g.e., s. 83.

bireyselci anlayışın güç kazandığı, işbölümü, mesleki liyakat, uzmanlaşma ve rekabetin arttığı yeni ve özgün bir yerleşim birimi olarak karşımıza çıkan sanayi sonrası kenti, birtakım sosyal sınıfların teşekkül etmesine de vesile olmuştur. Bu dönem kentinin ayırt edici unsurlarından biri de fiziksel ve demografik büyümedir. Nitekim kentsel mekân, sanayi öncesi kentlere göre çok geniştir. Yollar genişleyip yapılar yükselirken konut ve işyeri arasında kesin bir ayrım zuhur etmiştir. Üst ve orta gelir grubu kent çevresinde yerleşmiş, merkez ve konut alanları arasında kalan alanda, geçiş bölgeleri ortaya çıkarak belirginleşmiş, alt tabaka ve istenmeyen öğeler burada yer almıştır.25

Konut sunumunun özel teşebbüsün tekeline girmesi neticesinde kentsel özyapı kazanmaya elverişli alanların belli bir plan ve düzen ekseninde oluşmasını sağlayacak ve bu süreci denetleyebilecek herhangi bir mekânizma kalmamıştır. Serbest piyasa koşullarında üretilen düşük standartlı ve kalitesiz konutlarla birlikte arsa fiyatları spekülatif olarak artmış, kârın çoğaltılması amacıyla yaratılan arsalara mümkün olduğu kadar çok konut inşası yoluna gidilmeye başlanmıştır. Bu dönemde üretilen konut türleri: Sıra evler (üst ve orta sınıflardan işçi sınıflarına kadar geniş bir kesimi kapsayan ancak farklı prototipler), pansiyon türü konutlar (çok düşük kira ile yatak sağlayan bekâr konutları), mahzen konutlar (genellikle: 3.60X3.60 m. ve 1.30 m. tavan yüksekliğinde, penceresiz, döşeme kaplaması olmayan, karanlık, nemli, sağlıksız ve çoğunlukla sıra evlerin bodrum katlarından oluşan konutlar) en niteliksiz barınma biçimini oluşturmaktadır. Bir üst basamakta yer alan konutlarsa: Sırt sırta evler ve avlulu konutlardır.26

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Sanayi Devrimi sonrası dönemde gelişen kent modelinin belirleyici unsuru, üretim biçiminde görülen dönüşüme dayanmaktadır. Bu suretle Sanayi Devrimi sonrasında kentleşme, sanayileşmenin bir yan ürünü olarak görünmektedir. Sanayi, kendine çektiği emek gücüyle nüfus

25 G. Sjöberg, a.g.e., s. 229-230.

artışına ve sermayeyi belli merkezlerde toplayarak mekânda kendini yeniden üretmesine neden olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerde ise, kent sınırlarına yakın ve hatta kent sınırları dışındaki yerler, kente gelen köylü kitlelerin kamu yönetimlerince fazla direnme ile karşılaşmaksızın ucuz toprak bulabildikleri ve gecekondu yapmayı başarabildikleri yerler olduğundan hızlı bir gelişme içine girmiştir.27 Kent özyapısı

kazanmış alanların dışında kalan gecekondu yerleşimlerinde ikamet eden nüfusun kentlerde teşekkül eden yeni değerler bütünü karşısındaki entegrasyon sorunu, sanayi sonrası toplumun temel açmazlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyokültürel düzeyde yaşanan bu çatışma, sanayileşme sonrası dönemde gelişen kent modelinin tanımlayıcı unsurlarından biri haline gelmiştir.

Kentleşme, içinde bulunduğumuz yüzyılın ayırt edici özelliklerinden biri olmuştur. Gelişmiş olsun, gelişmekte olsun, kapitalist olsun, sosyalist olsun bütün ülkeler, kentleşme olayının ve sonuçlarının etkileriyle karşı karşıya kalmışlardır. Dünya nüfusu 1800’de 990 milyon iken, 1900’de 1 milyara, 1960’da 3.3 milyara yükselmiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise 7 milyar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Buna koşut olarak, kentleşmenin çok daha büyük bir hızla ilerlediği görülmektedir. Nüfusu 100 bini aşan kentlerde, 1800 yılında dünya nüfusunun sadece % 1.7’si yaşarken, bu oran 1900’de % 5.5’e, 1970’te ise % 22’ye yükselmiştir. 1800 yılında 15 milyon olan kentli nüfus, 1990’lı yıllarda 800 milyona yükselmiş bulunmaktadır.28 Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu verilerine göre, 2011 yılı

itibariyle dünya nüfusunun yaklaşık % 50’si kentlerde yaşamaktadır. Bu veriler ışığında, son iki yüz yıllık zaman dilimi içerisinde tüm dünyada kentli nüfus oranında büyük bir artışın meydana geldiği görülmektedir. Bu zaman diliminin tekabül ettiği sürecin, Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği 18. yüzyıl ve sonrasını kapsadığı göz önünde bulundurulursa, kentleşme olgusu ile üretim biçiminde görülen değişim arasındaki ilişki tam manasıyla anlaşılabilecektir.

27 Uğurlu, Örgen, Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları: Kentlerin Tarihsel Gelişimi, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 63