• Sonuç bulunamadı

Tarih Yazımında Dönüm: Ortaçağ ve Rönesans

Batı tarih yazımına damgasını vuran İncil yorumu ve açıklanması erken dönemde Roma egemenliğiyle bir çatışma içinde doğmuştur. Ancak bundan sonra

“kilise babaları”nın etkisi altında orijinal dinsel metinlere uygunluk (Breisac, 2009:

115) ve kehanetler (Breisac, 2009: 128) temel tartışma konusu olagelmiştir. Ortaçağ Hıristiyanlığının bugün hakim olan tarih yazımına en büyük etkisi, zaman kavramının bir yaradılıştan başlayarak bir kıyamete doğru gelişen çizgisel bir tarih anlayışı etrafından biçimlenmesi olmuştur (Breisac, 2009: 116-117).

Ortaçağ uzmanları bu dönem için birey kavramının ortaya çıktığı zaman dilimi tanımı yapmaktadır. “Bölünemeyen bir varlık” olarak birey (individuus) tanımı, daha sonra atom için kullanılmaya başlamıştır (Özcan, 2005: 18). Bu birey için hakikate açılan kapı ise sembollerdir (Özcan, 2005: 20). “Ortaçağ insanı hem fiziksel anlamda görür; hem de metafizik anlamda vizyon sahibidir.” (Özcan, 2005:

22)

24 Erken ortaçağın barbar istilalarıyla tanımlanan döneminden sonra sekizinci yüzyılın sonlarında Karolenj Rönesansı olarak anılan dönem ortaya çıkmıştır.

Kuzeyde büyük başarı kazanan Karolenjk alesinden Charlemagne’nın Frank krallığını birleştirmesi sonucunda bugünkü Batı uygarlığının temeli atılmıştır (Tanilli, 1993: 162-164). Bu döenmde Lombardlar, İspanyollar ve İngilizlerden oluşan bir aydın kesimin bir araya getirilmesiyle Roma’nın edebi mirası ve düşünsel gelişimi yeniden canlandırmaya çalışılır. Roma dünyasının yapıtlarının korunmasını sağlayan bu süreç sonunda Latince de tekrar saygın bir düzeye yükselmiştir (Tanilli, 1993: 181-183).

750 ve 900 yılları arasında Karolenjler döneminde klasik imparatorluk ideallerine ve tarih yazım ilkelerine bir dönüş kendini gösterir (Breisac, 2009: 134-140). Franklar ve Normandiyalıların etkisiyle kuzey ülkeleri kıta Avrupası üzerinde baskısını arttırdıkça dinsel güçlerle kralların güçleri çarpışmaya başlamıştır. Haçlı seferleri ve bu sırada gelişen kahramanlık hikâyeleriyle de beslenen bu dönem tarih yazımı krallardan hareket edip “devlet”i bulgulamıştır (Breisac, 2009: 158-162).

Avrupa’nın büyük oranda yenilenmeye başlaması ise 1000 yılı korkularının asılmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Hıristiyan babalarının dünyanın sonuna ilişkin öngörülerinin doruk noktası olan 1000 yılı korkusunun ortadan kalnması ve Polonyalı, Macar ve Çek topluluklarının Hıristiyanlığa geçmesiyle istilalara karşı güvenlikli bir set oluşturulması yeni bir canlanmayı da beraberinde getirmiştir.

Karolenj henadanlığının dağılmasıyla feodal toplumsal düzen ortaya çıkacaktır.

Farklı yönetsel bölgeler ve ağır sabanın bulunmasıyla büyük çaplı tarımsal üretimle biçimlenen bu dönemde kilise etkinliği kapsayıcı ve belirleyici çerçeve halini almıştır (Tanilli, 1993: 287-289). Rahipler, feodal beyler ve köylülerden oluşan kast düzeni keşişler, şövalyeler ve serflerden oluşan yeni bir toplumsal sistem getirmiştir (Tanilli, 1993: 292-298).

Bu dönemde Boethius on ikinci yüzyıla damgasını vurarak, bu yüzyılların Boethius Çağı olarak anılmasına yol açacaktır. Tek tek kişilerin ötesinde ortaçağın kültürel belirleyenlerinden en başta geleni kuşkusuz okullardır. Ortaçağ üç okul

25 tipinden haberdardır: Manastır okulları, kent okulları ve üniversiteler (Jeauneau 2003: 29). Karolenj Rönesansı olarak adlandırılan dönemde okullar açılmıştır.

“Schola”, yani okul sözcüğünden türeyecek olan ve ortaçağın yüksek dönemine damgasını vuran skolastik felsefe kaynaklarını buradan alacaktır. Bu okullar Aristoteles metafiziğine dayanarak, usçu bir temelde öğretime yönelmişlerdir (Timuçin 2000: 406). Elbette bu usçu öğretimin amacı, Charlemange’ın okula eğiliş nedeni olarak açıkça gördüğümüz gibi, yeterli edebiyat bilgisiyle donanmış kilise yöneticileri yetiştirmektir (Jeauneau 2003: 31).

Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasını kapsayan skolastik felsefenin erken evresinden, on ikinci yüzyılın sonunda, Arap felsefesiyle ilişkiye geçilmesiyle, yüksek skolastik aşamasına geçilmiştir (Akyürek 1994: 32). Yüksek skolastiği belirleyen bu dönemde yapılmış çok sayıdaki çevirilerdir (Gimpel 1996: 172-173).

Skolastik için öncelikli amacınsa Manicilerin Hıristiyanlığın ilk iki yüzyılında öğretiye soktuğu dualizmi yok etmek olduğunu söyleyebiliriz. (Eco 1999: 38) Dilenci tarikatlarına papalığın olumlu yaklaşımı, özellikle de Bogomillerden etkilenmiş olan ve Fransa’nın güzeyinde etkinlik gösteren Katarizm ve Valdizm gibi güçlü akımların yatıştırılması amacını taşımaktadır. (Tanilli 1993: 445)

Önceki döneme göre ayırt edici özelliği düşünüldüğünde, skolastiğin ne tam anlamıyla yeni bir düşünüş, ne de bir kopuş olduğu görülecektir. Asıl ayrım yöntemdedir. (Akyürek 1994: 35) Skolastik felsefe akılcı temellere dayanmaktadır.

Yaşamın amacını bilgiyi bulmak olarak görmüştür. Bu yönüyle de entelektüalisttir.

(Akyürek 1994: 38)

Tarihin algılanışında meydana gelen değişimler böyle bir ortamda şekillenmişlerdir.

“1400’lerde, kent cumhuriyetleri, antik tarza duydukları güveni belli etmekten hoşlanıyorlardı; Milano ve Napoli sarayları ve papalık idare heyeti, klasik bilgiyi iyi yönetim ve saygınlık açısından bir nimet olarak görüyorlardı. Eskinin ilminde bu dikkate

26 değer canlanmanın savunucuları hünamizmacılardı ve klasik

metinleri keşfeder, gözden geçirir, yorumlar, öğretir ve överken, aslında Hıristiyanlıkla taban tabana zıt bir dünya görüşüne sahip, putperest kültürü yüceltmiş oluyorlardı.” (Breisac, 2009: 203)

Gittikçe, kent merkezlerinde toparlanan ve ileride ulusal yapılanmaları oluşturacak olan yeni dönemin yöneticileri bu dönemin hümanist tarih yazıcılarını birer teknisyen olarak kullanmışlardır. Rönesans tarih yazımı her ne kadar Antik köklerden beslense de kentlerde yaşayan halklara bakan, buralardaki önemli kişilerin biyografileri üzerinde odaklanan yeni bir yapılanma göstermektedir (Breisac, 2009:

205).

Kentsel yaşantı ve ticaretin gelişmesiyle yeni sosyal sınıfların ortaya çıktığı on dördüncü yüzyılla birlikte, krallıklar kilise karşısında güçlenmeye başlamıştır.

Kapitalizmin başlangıç evreleri olarak kabul edilen bu dönemde burjuca sınıfı da tarih sahnesine çıkmıştır (Tanilli, 1990a: 30-32). Portekiz ve İspanya’nın başını çektiği coğrafiş buluşlarla birlikte zenginleşme sürecinin hız kazanmasıyla yeni bilimsel buluşlar da ortaya çıkmıştır (Tanilli, 1990a: 38-39). Coğrafi keşifler bir yandna sömürge imparatorluklarını gündeme getirirken bir yandan da düşünsel anlamda yeni bir sıçramaya işaret etmektedir. Antik kaynaklara geri dönme bu dönemde sanat ve bilimin buluşması olarak da tanımlanmıştır (Tanilli, 1990a: 58-60).

Medici ailesinin iktidar mücadelesinde olduğu gibi, siyasi niteliği ağır basan bu döneme özgü yeni tipteki tarih yazımı, örneğin Machiavelli için yalnızca geçmişten ders ve örnek alma değil, geleceği yaratma için ondan dilediği gibi yararlanma özgürlüğünü de beraberinde getirecektir (Breisac, 2009: 208-209).

Böylece “Hümanistler, Batı’nın geçmişini Karanlık Çağ kavramını kullanarak yeniden inşa ettiler.” (Breisac, 2009: 210)

Bununla birlikte, erken Rönesans döneminde tarihçiler saray üyeleri ve siyasi grupların yapıp ettiklerinden, yöneticilerin erdemlerinden ve savaşlardan başka,

27 halkın tarihinden siyasi kıssa çıkarmak dışında bir yol izlememişlerdir (Smith, 2001:

133). Hiçbir zaman evrensel bir dünya tarihi yazmaya kalkışmamışlardır. Onun yerine ulusal tarihler ön plana çıkmaya başlamış; İtalyanlar, Almanlar ve İngilizler kendi tarihlerine odaklanarak Rönesans’ın tarih yazımına ana karakterini böylece vermişlerdir. Çevirilerin de etkisiyle tarih bilinci sıçrama yaparken, Aydınlanma’nın temel kavramları ortaya çıkmaya başlamıştır (Breisac, 2009: 228-229).

“Elizabeth döneminde, tarihin çok popüler olduğu belliydi. İngiliz okurları, askeri tarih okuyabilir, tarih elkitaplarından siyasi dersler ve doğru davranış biçimleri çıkarsayabilir, tarihçelerle geçmişe özlem duygularını tatmin edebilir, tarih kitaplarından dini vecit ve Anglikan kilisesinin savunusuna yönelik malzeme bulabilir, Yeni Dünya hakkında bir fikir edinebilir, antikçağcıların topografik anlatılarından erken dönem İngiliz yaşamı hakkında bilgi edinebilir, hatta içerinden en ünlüsü Shakespeare’in dramları olmak üzere, tarihi tiyatro oyunlarıyla eğlenceli, öğretici ve esin verici saatler geçirebilirlerdi.” (Breisac, 2009: 229)

Yeni dünyanın bulunuşu ve diğer coğrafi keşiflerle birlikte ilk kez evrensel bir dünya tarihi yazma fikri gündeme gelmiştir. Ancak burada da İspanyol fetihçilerin hayallerini süsleyen şey, evrensel bir Hıristiyan tarihi yazmak olarak görünür (Breisac, 2009: 231-233). Ne var ki bu girişim, adım adım ilerledikçe, böyle bir tarih için ortak bir geçmiş bulmanın imkânsızlığıyla sonuçlanacaktır (Breisac, 2009: 238-239).

Burke, Rönesans çalışmasının “İtalya Dışında Rönesans” başlıklı bölümünde, Rönesans’la Antikite arasında kurulan bağda olduğu gibi, İtalya dışındaki Rönesans’ın İtalya Rönesansı’yla bağını da sorunsal haline getirmekten yana görünür. Yaygın kanı, Rönesans’ın kuzey ülkelerine İtalya gezisi yapan araştırmacılar tarafından getirildiği yönündedir. Bu yaklaşım, İtalyanları etkin, yaratıcı, yenilikçi göstermekteyken; Avrupa’nın geri kalanını “pasif” olarak tanıtmaktadır. Burke, bu düşünüşe karşı çıkar. Örnek olaraksa, Petrarca’nın en

28 önemli deneyimlerini Toscana’da değil Avignon’da yaşadığını, Van Eyck ve Weyden tarafından geliştirilen yağlıboya resim tekniğinin İtalya üzerinde çok etkili olduğunu söyler. Holbein, Dürer, Erasmus, Montaigne, Shakespeare, Cervantes gibi isimlerle birlikte düşünüldüğünde bu düşünüş tarzının gerçekçiliğini göz ardı etmek olanaksızlaşmaktadır (Burke, 2000: 41-42).

“Reform sözcüğü gerçekte olup biteni tam anlamıyla açıklamaz, yalnızca dönemin liderlerinin yapmak istedikleri şeyi ifade eder.

Yani bugünden baktığımızda reform, o dönemde yapılan değil, yapılmak istenen bir şeydir.” (Smith, 2000: 246).

Buna karşın 1517’de Martin Luther’in Witteberg Kilisesi’nin kapısına astığı 95 tez, yeni bir sürecin tetikleyicisi olmuştur (Akyürek, 1994: 126). Bu süreç, Luther, Calvin ve Münzer tarafından üç farklı şekilde yorumlanmıştır. Bu üç isim, reformasyon anlayışının birbirinden neredeyse tamamen farklı üç yorumunu vermektedir. Luther’in reformu daha çok büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir yapıya sahipken Calvin, küçük kasaba burjuvazisine yönelik bir eğilim gösterir.

Münzer ise dinde reformu köylülük açısından yorumlayarak, devrimci bir eylemin ideolojisini yaratmak istemiştir (Şenel, 1999: 290-291).

Engels, Köylüler Savaşı’na yol açacak olan bu toplumsal sınıfları şöyle değerlendirmektedir:

“Bir yanda yoksul düşmüş, varolan burjuva düzene hâlâ lonca ayrıcalıkları ile bağlı olan zanaatçılar; öte yanda, topraklarında kovulmuş köylüler ile işlerinden çıkarılmış ve henüz proleter durumuna düşmüş hizmetkârlar. Bunlar arasında, şimdilik resmi toplumun dışında kalmış ve yaşama koşulları bakımından o günün sanayisi ve lonca ayrıcalıklarının izin verdiği ölçüde proletaryaya yaklaşan, ama aynı zamanda işte tam bu nedenle, hemen hepsi geleceğin ustaları ve burjuvaları olacak olan kalfalar.” (Engels, 1999: 40)

29 1517’de ünlü 95 Tez’ini Wittenberg’de, Kale Kilisesi kapısına asmasının amacı, temelde endüljans sistemine karşı bir tartışma önerisidir. Tartışma tezlerinin bu şekilde kapıya asılması ise geleneğe uygundur; fakat dönemin olağanüstü çalkantılı ortamında bunların Almanca olarak basılıp çoğaltılması ve tüm halk tarafından tartışılması Protestan Reformu’nun başlangıcı olmuştur. Luther burada tezlerini henüz kesin sonuçlara bağlamış değildir. Aslında papalığın görmezden gelerek üstesinden gelebileceği bu sorun, 1518’de bu tezlere karşı bir konsilin toplanıp Luther’in kendini savunması istemesiyle daha da büyümüştür. 1520’ye gelindiğinde sorun Hıristiyanlık öğretisinin toptan bir sorgulamasına dönüşmüş bulunmaktadır. Papalığın Luther tezlerini yaktırmasının ardından Luther, yüzünü Alman soylularına döner ve “Alman Ulusunun Hıristiyan Soylularına”, “Kilisenin Babil Tutsaklığına İlişkin” ve “Hıristiyan’ın Özgürlüğüne İlişkin” isimli bildirgelerini yayımlar. Bu bildirilerde ayin yapısına ilişkin açıklamalarıyla hümanistlerle de arası açılır. Bu, 1525’te Erasmus’la tamamen zıtlaşmalarına yol açmıştır. Luther’in başkaldırısının içinde, papalığın din ticareti yaparak kendine zenginlik sağlayan bir kuruma dönüşmesi yatmaktadır. Bu tepki Luther’i,

“inananların kendi kendilerinin rahipleri” olduğu tezine kadar götürecektir. Luther’in başlangıçta devrimci, özgürlükçü bir hareket olarak halkın sözcüsü olan ve ona öncülük eden tutumu, köylü savaşlarının başlamasıyla tutuculuğa dönüşecektir.

Burjuvazinin dinsel aristokrasiyi saf dışı etme ve ulusal monarşiyi kurma yolundaki amaçlarına hizmet eden Lutherci anlayış, Protestan Kilisesi’nin bakış açısını temsil etmektedir (Şenel, 1999: 292-294).

On yedinci yüzyıla gelindiğinde Antikçağ modelini kullanarak yazan tarihçiler, içinden geçtikleri dönemin ne kadar parlak olursa olsun geçmişin diğer dönemlerinden çok da farklı olmadığı gerçeğini fark etmişlerdir.

“Dünyayla ilgili yorumların sayısı çoğalmış, kapsamları daralmış ve herkesçe kabul edilen otoriteler temel alınmaz olmuştur.” (Breisac, 2009: 247)

30 Bu yüzyılın tipik örneklerinden biri olarak Bacon’ın düşünceleri artık belge ve bulgularla tarih yazımını farklı kefelere koymaktadır. Tarih yazımı tümevarım ve tümdengelim yöntemleriyle işlemektedir ve Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım,” sözünden hareketle dünya düşünen özneyi temel alan Kartezyen bir ikiliğe bölünmüştür. Bu yüzyılda tarihçi açısından bile gündelik dünya matematiksel bir kesinliğe göre ele alınmaya başlamıştır (Breisac, 2009: 249).

Öte yandan hümanist tarihçilerin hiçbiri kilise tarihi üzerine bir çalışmaya kalkışmayınca, bu boşluktan bambaşka bir ekol olarak değerlendirilebilecek Reformasyon hareketine dayanan kilise tarihi ortaya çıkmıştır (Smith, 2001: 136-137).

Rönesans döneminin bir mitoslaştırma unsuru olarak ele alınarak ortaçağın karanlık bir dönem olarak tanımlanması geçmişi çok eskiye dayanan bir yaklaşım değildir. Peter Burke, Rönesans üzerine çalışmasında bu yaklaşımın on dokuzuncu yüzyıla mahsus olduğunu ve Jules Michelet, John Huizinga ve Jacop Burckhardt gibi tarihçiler tarafından geliştirilen bir yorum olduğunun altını çizer (Burke, 2000: 7)

“Bu Rönesans tasarımı aslında bir mittir… Profesyonel tarihçiler,

‘mit’ kavramını, geçmiş hakkındaki yanlış ve yanıltıcı yargıları ifade etmek için kullanırlar ve bu bağlamda, Burckhardt’ın Rönesans hakkındaki yargılarını eleştirerek onun Rönesans-ortaçağ veya İtalya-Kuzey Avrupa gibi dramatik zıtlıklar kurmasına karşı çıkarlar. Onların bkaış açısına göre, oluşturulmakta olan bu tür yapay zıtlıklar, ortaçağda geliştirilen bir çok yeniliği; 16. yüzyılda (veya daha sonraki yüzyıllarda) da varlığını sürdürmüş olan ortaçağa özgü geleneksel tavırları; ve Hollanda resmi ile müziğinin İtalyan kültürü üzerindeki etkisini göz ardı edecek kadar abartılır.”

(Burke, 2000: 8)

Bu açıdan bakıldığında ortaçağ tarih yazımı çok geniş çaplı, başlı başına bir araştırma konusu olsa da genel karakterini dinsel etkiden almış görünmektedir. Bu

31 konuda Roma İmparatorluğu’ndan Bizans’a geçiş dönemini incelemiş olan Michael Grant şöyle demektedir:

“Dinsel inanışlar o çağda büyük ve etkin bir güce sahipti. Çünkü din, istikrarsız bir dünyada tek denge ve istikrar kaynağı olarak görülüyordu.” (Grant, 2000: 4)

On yedinci yüzyıl bilimsel devrimlerin çağı olarak da anılmaktadır. Bu yüzyılda özellikle Descartes’ın ortaya attığı şüphecilik yaklaşımı, kutsal olan etrafında tartışma dışı bırakılan pek çok dünya gerçekliğini tartışılır hale getirmiştir.

Aklı her şeyin üzerinde tutan bu yaklaşım fiziksel dünyayı matematiksel verilerle incelemek gerektiğini öne sürerek bilimsel kesinlik anlayışını da doğurmuştur (Tanilli, 1990a: 340-342) Sistematik felsefeyede yol açacak olan Descartes’ın akılla duygu arasında kesin ayrım yapan Kartezyen felsefesi, Avrupa’da yayılarak pek çok düşünürü etkilemiştir. Bunlar arasında Pascal, Hobbes, Leibniz ve Spinoza sayılabilir (Tanilli, 1990a: 352-353). Aynı dönemde doğabilimleri alanında Kopernicus, Gallileo Newton gibi bilim adamlarının ortaya attığı fikirlerle dünya ve evren algısı yepyeni bir çerçeveye bürünmüştür (Tanilli, 1990a: 359-360).