• Sonuç bulunamadı

On Dokuzuncu Yüzyıl Tarih Yazımı

Kuşkusuz on dokuzuncu yüzyıla karakterini veren en önemli olay Fransız Devrimi’dir. Bu devrimle beraber ulusçuluk anlayışı Avrupa’da hızla yayılırken Napoléon iktidarı, Prusya Krallığı gibi güçlü devletler bu görüşü desteklemiştir. Bu dönemde; dil ile tarih bağına dikkat çekerek “kaynağın güvenirliliğini kendi bağlamı içinde doğrula” sözüyle Leopold von Ranke, tarihyapıcı olarak devleti değil Volk’u (halk) öne süren yaklaşımıyla D.G. Herder, Romantizme ön ayak olacak tutumlarıyla Chateaubriand, birbirini izleyen kültürlerin sarmal biçimde ilerleyerek zorunlu olarak özgürleştirici yapıda olduğu teziyle Jules Michelet tarih felsefesini de içeren yeni ve kapsamlı tarih yazımları oluşturmuşlardır (Breisac, 2009: 298-310).

1796-1815 yılları arası Fransa’da Napolyon iktidarının belirlediği bir dönem olarak karşımıza çıkar. Ekonomik çöküntü ve siyasi dalgalanmalar içinde istikrarlı bir yönetim vaadiyle ortaya çıkan Napolyon, cumhuriyet ideallerini impartorluk yaklaşımıyla birleştirir. Meclis işlemez hale getirilir, bireysel ve kamusal özgürlükler de askıya alınır. (Tanilli, 1990b: 488-490). Bu dönemden itibaren burjuvazi zafer kazanmış bir sınıf olarak devirdiği aristokrat sınıfın yerine geçmeye başlamıştır (Tanilli, 1990b: 492) Ticaret ve sanayi alanındaki gelişmelerle birlikte Napolyon

37 iktidarının simgelediği güçlü ulus devlet anlayışı bütün dünyayı etkilemiştir (Tanilli, 1990b: 503-505)

On dokuzuncu yüzyıl tarih yazımında en dikkat çekici gelişme, Napolyon’un devlet anlayışından büyük oranda etkilenmiş olan G.F.W. Hegel’in (1770-1831) tarihi felsefi gelişimin arkaplanı haline getirmesi olmuştur. Böylelikle, geçici olgularla değil, özlerle uğraştığı için felsefenin tarihe göre daha üstün bir konumda bulunduğu tezi ilk kez tersine çevrilmiştir. Hegel’in anlayışında “mutlak tin”in7 kendini tarihte açımlaması olarak ele alınan tarih, yine bir “idea”ya bağlıdır; ama bu kez idea Platoncu şekilde daha önceden halihazırda bir yerde bulunan bir olgu olarak değil, kendini tarihsel süreç içinde insanların ve toplumların yaşantılarında gerçekleştiren bir olgu olarak değerlendirilmiştir (Breisac, 2009: 296-297). Hegel’e göre, organik doğanın bir tarihi yoktur; ancak tinin zamanı tarihe dönüşecek niteliğe sahiptir (Guha, 2006: 32). Arthur Danto da, Hegel’in “mutlak tin” kavramını benzer bir içerikle yorumlamaktadır. Mutlak tin, Danto’da, din, felsefe ve sanat olarak, gereksinim duyduğumuz üç “anlam alanı”dır (Danto, 1997: 188).

“Dünya-tarihi, tinin tanrısal, saltık sürecinin en yüksek oluşumlarına göre serimidir: orada tinin doğrudan doğruya kendi üzerinden kendisinin-bilincine varmasının basamaklı yolu gösterilir. Bu basamaklardaki oluşumlar dünya-tarihinde ortaya çıkan halk-tinleridir, onların törel yaşamının, anayasalarının, sanat, din ve bilimlerinin belirlenimleridir. Bu basamaklardan geçmek, dünya-tininin sonsuz içgüdüsünün, karşı konulmaz isteğinin gereğidir: çünkü hem bu bölümlenme hem de onların tümünün gerçekleşmesi tinin kavramında içerilmiştir – dünya-tarihi, tinin nasıl yavaş yavaş bilinçlenip doğruyu istemeyi öğrendiğini gösterir yalnızca.” (Hegel, 2003: 79)

      

7 Çeşitli kaynaklarda Hegel’in “geist” kavramı “ruh” olarak aktarılmış olmasına karşın, İngilizce’de

“soul”la karşılanan “ruh” terimi yerine “spirit”in karşılığı olarak Türkçe’de tarihsel varlık alanında insan eylemlerinin bütününü kapsayan bir terim olarak “tin”in kullanımı tercih edilmiştir. Bu konuda bkz.: J. Kovel, Tarih ve Tin Felsefesi Üzerine Bir İnceleme, (Çev. Hakan Pekinel, 2. Basım), İstanbul, 2000.

38 Hegel’in tarih anlayışına göre tarih hem geçmişi hem onun bilgisini aynı anda içermektedir. Bir başka deyişle geçmiş ancak onun bilincine varıldığında tarih olarak değer kazanacaktır. Önceden belirlenmiş bir hedefe doğru yönelmiş dizge olarak tarih içinde anlatıya dönüşmemiş olaylara yer yoktur (Aksu, 2006: 66). Bu ifadeler Hegel’in Aydınlanma’nın kavramlarıyla nasıl hareket ettiğinin açık göstergeleridir.

Bundan hemen sonra ise tarihsel gelişimin, –Hegel’in kavramlarıyla anacak olursak–

Tin’in kendi bilincine varması sürecinin ilkel basamaklarında olan halklar dünya tarihinin konusu edilemeyerek dışarıda bırakılırlar. Hegel terimcesinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan “devlet kuramı” gereğince, ancak kendi tarihini yarattığının bilincinde olan toplumlar bu tarih içinde değerlendirilebilir8 (Breisac, 2009: 298). Bir halkın tarihi olmamasını Hegel, yazmayı bilmemesine değil, devlet aşamasına geçemediği için böyle bir tarihe gereksinim duymamasına bağlamıştır (Guha, 2006:

22)9.

L. Althusser, tarih kavramını Hegel’deki kullanımını anlamak için aynı anda işleyen iki süreklilik biçimini değerlendirmek gerektiğini söyler. İlki “zamanın türdeş sürekliliği”dir. Bu, Hegel terimcesinde, “tin”in varoluş içinde kendini tez-antitez-sentez süreçleriyle işleyen diyalektik bir tarzda serimlemesi olarak da anlaşılabilir.

Tarih biliminin görevi bu diyalektik bütünlüğün yapısını bozmadan onu

“dönemselleştirmek”tir. İkincisi ise tarihsel varoluşu şimdi içinde birleştiren

“zamanın çağdaşlığı”dır. Zamanın sürekliliği ve bir tarih olarak birikmesi ancak bütün öğelerin birbiriyle ilişkide olduğu böyle bir bütünsellik içinde olanaklı olmaktadır (Althusser, 1995: 133-134).

Öte yandan Ranke’nin de benzer bir görüşte olduğu ileri sürülebilir.

Hindistan, Çin gibi uygarlıkların çok uzun bir kronolojiye sahip olduğunu söyleyen

      

8 Hegel’in tarih görüşünün yirminci yüzyılda yapılmış geniş kapsamlı eleştirisi çalışmamızın ileriki kısımlarında bulunduğundan bu bölümde değinilmemiştir. Bkz.: “Yirminci Yüzyıl Tarih Yazımı”.

9 Guha araştırmasının ileriki aşamasında Hegel’den şu örnekleri de verir: “İnsanın ancak devletle rasyonel bir varoluşu olur.” ve “Devlet, Tanrı’nın dünyadaki yürüyüşünden ibarettir.” (Guha, 2006:

58-59)

39 Ranke, yine de bunların kendi anladıkları anlamda bir tarihten öte doğal bir tarih olduğunu vurgulamıştır (Iggers, 2007: 30).

Tarihin profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkmasında Ranke’nin önemi büyüktür; keza ilk kez tarih araştırmalarında birincil kaynaklara gidilmesi gerektiğini, bunun dışındaki her türlü tarih yazımının fazlasıyla kurgusal olacağını öne süren Ranke’dir (Iggers, 2007: 24-25). Yine de, bunun yanında, bu yüzyılda tarih yazımı üzerine geliştirilen tezlerden biri olan ve Ranke tarafından savunulan “anlatı (narrative) olarak tarih” yaklaşımı, tarihsel bulguları iç tutarlığı olan bir bütün olarak bir araya getirme fikrini temel alır. Ranke, tarihte etkili olan soyut güçleri gözlemenin imkânı olmadığını, onları ancak olgular arasında hareket ederken sezinleyerek anlatı içinde yeniden kurduğumuzda anlaşılır olduğunu söylemektedir (Iggers, 2007: 2; Tekeli, 1998: 67). Buna karşın Ranke’nin kurduğu sıkı disipliner tutum sonrasında da, özellikle izleyicileri tarafından, siyasi olmayan tarih akademik alandan dışlanmıştır. Bu konuda Michelet ve Ranke’nin birbirine zıt tutumlar içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ranke’nin katı tutumuna karşın Michelet “aşağıdan tarih”

olarak anılabilecek, acı çekenlerin dilinden bir tarih önermiştir (Burke, 2002: 31).

“Tarih yazımında anlatı biçiminin ikna ediciliğinin arkasında toplumsal yaşamın sürekliliğine ilişkin güçlü bir sezgi yatmaktadır.

Oysa ne tarihin yararlandığı belgeler ne de insan deneyi sürekli değildir.” (Tekeli, 1998: 68)

On dokuzuncu yüzyılla beraber tarih ve tarihçiler için en önemli gelişmelerden biri, tarihin gittikçe din adamları ve filozoflardan boşalan bir alanı doldurmaya başlamaları olmuştur. Ortaya çıkan ulus devlerde önemli görevlerde yer alan tarihçiler, Bismarck örneğinde olduğu gibi bizzat devlet başkanları tarafından devletlerin kuruluşunda önemli rollerde bulunan kişiler olarak tanıtılmaktadır (Breisac, 2009: 334-335). Bu yüzyılla birlikte, geçmişte gerçekliği aslına uygun ama sürekli olarak estetize etme çabasıyla da birlikte ele alan tarihçi yaklaşımı yerinin profesyonel olarak işleyen bir disipline bırakmıştır. (Iggers, 2007: 18)

40

“Tarihe duyulan müthiş güven, 1880’lere dek, tüm kuşkuları yenmişti. Tarih artık başka bilimlerin uşağı değildi; yan disiplinleri ve kendine ait metodolojisiyle rüştünü ispat etmiş, başlı başına bir bilim dalıydı. Mamafih metodolojisi hem onun nelere kadir olduğunu gösteriyor hem de sınırlarını ele veriyordu. Geçmiş yaşamı her yönüyle, tam ve doğru olarak yeniden canlandırma gayreti, kullanılan kaynaklarda çok çeşitliliğe yol açmıştı; yeni gelişen yazıbilim, sağladığı malzeme açısından bunun önemli bir örneğiydi.” (Breisac, 2009: 337)

On dokuzunzu yüzyılın tarih yazımı açısından önemli gelişmelerinden biri de sosyolojinin kurucusu olarak tanınan Auguste Comte’un (1798-1857) geliştirdiği

“pozitivizm”dir. Pozitivizm, on dokuzuncu ortaya atılmış olmasına karşın asıl etkisini yirminci yüzyılın başlarında göstermiştir. Comte’un Fransız Devrimi’nin yarattığı karmaşayı gidermek ve oluşmakta olan sanayi toplumunun “rekabet, sosyal çatışma, özgür girişim fikirleri” gibi sorunlarını çözmek amacıyla ortaya attığı teori,

“görülebilir olgular ve onlar arasındaki ilişkiler dışında, hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız inancına dayanır.” (Keat - Urry, 1994: 86)

Toplumsal gelişmeyi üç aşamada ele alan Comte’a göre; ortaçağa kadar uzanan ilk evre olan teolojik evrede insanlar her şeyi din ile açıklamıştır. On sekizinci yüzyılın sonuna dek süren metafizik evrede olaylar özgürlük, eşitlik, özgürlük gibi soyut kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Comte’un pozitif evre olarak açıkladığı evrede ise insan sadece gözlemlenebilir olana yönelmektedir.

Olaylar arasındaki yasalar ve değişmez bağlantıların incelendiği pozitivizm Aydınlanma’nın ve bilimlerdeki gelişmelerden etkilenmiştir. Comte’un amacı, toplum olaylarını bilimsel yöntemlerle inceleyerek topluma yeni bir yön vermenin koşullarını araştırmaktır (Keat - Urry, 1994: 86-89).

“Comte, ‘işe yaramaz anekdotları irrasyonel bir merak duygusuyla körü körüne derleyen çocuksu bir tarzda inceledikleri ufak ayrıntılar’la dalga geçiyor ve ünlü bir sözünde, ‘adların yer

41 almadığı tarih’ şeklinde betimlediği bir tarih incelemesi çeşidini

savunuyordu.” (Burke, 2002: 33)

Bu yaklaşımla birlikte felsefe artık bilgi üretme vasfından yoksun bırakılmıştır. Gözlem yapma, toplumsala yaşantıdaki düzenlilikleri bulma ve bunlardan genellemelere gitme şeklinde özetlenebilecek pozitivist ilkeler, tarihçilere insan yaşantısını belirleyen iç ve dış olguları izleme rolünü biçmektedir (Breisac, 2009: 348-349). Bu düşünceyi izleyen Durkheim da tarihçiye sosyologlara gerekli malzemeyi sağlama görevini vermiştir. (Breisac, 2009: 352; Iggers, 2007: 35) Buna göre “tarihçiler belgenin ötesinde mantık yürütmemeliydiler; eleştirmeli fakat yorum yapmamalıydılar.” (Breisac, 2009: 356)

J. Burckhardt (1818-1897) da çalışmalarında bu görüşü güçlü bir yöntemle birleştirerek kullanmıştır. Burckhardt, esas olarak tarihi üç büyük güç –devlet, din ve kültür– arasındaki etkileşim olarak görür (Burke, 2002: 31). İlgilendiği dönemin, patronaj ilişkilerini, yönetim yapısını, geleneklerini, üslup ve sanat örneklerini, teknik gelişmelerini, gündelik yaşantı örüntülerini bir araya getirir. Böylece okuyucunun zihninde sözünü ettiği dönemin tablosunu kurmaya çabalar. (Mülayim, 1994: 102-103).