• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyet Dönemi Tarih Yazımı ve Pozitivizmin Etkisi

4.2. Cumhuriyet Döneminde Sanat Tarihi Kuramının Gelişimi

4.2.2. Sanatla Kurulan Ülke: Cumhuriyetle Değişen Algının Sanat Tarihi Disiplinin Gelişimine Etkisi Disiplinin Gelişimine Etkisi

4.2.2.1. Cumhuriyet Dönemi Tarih Yazımı ve Pozitivizmin Etkisi

“Bilim” ve “bilimsellik” kavramları üzerine pek çok tartışma bulunan, buna karşın, yine de, tanımlama çabaları bakımından çokça çalışılmış ve işlenmiş bir konudur. “Bilim”, konusu ve yöntemi bakımından çok çeşitli alanlara yayılabilen, dural değil, zaman içinde birikimsel olarak sürekli gelişen, değişen bir etkinlik ve oluşumdur. Bir anlama, bulma ve doğrulama çabası olarak “bilimsellik” ise, daha önce, mitolojiler, dinler ve çeşitli metafizik yöntemler tarafından yürütülen bu etkinliği, belirli bir dünya görüşü etrafında disiplinize etmeye çalışan yaklaşımdır.

Bu dünya görüşü rasyonalizmdir (Yıldırım, 2000: 16). Dünyanın, ön yargılardan ve duygusal yaklaşımlardan arındırılarak “akıl aracılığıyla” kavranabileceğini söyleyen bu yaklaşım uyarınca bilimsellik, örgün bir bilgiler bütününü tanımlar. Söz konusu bilgiler için, bir önerme olarak dile getirilmiş olma, kanıt ya da belgelerle doğruluğu ispatlanma ve bu doğruluk üzerinde genel bir mutabakat bulunma koşulları aranmalıdır (Yıldırım, 2000: 17).

178 Mantık ve matematik alanındaki çalışmalarıyla tanınan, Rasyonalist düşüncenin önemli savunucularından İngiliz düşünür Bertrand Russel’ın tanımına göre;

“Bilim, gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme) yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.” (Yıldırım, 2000: 18)

Bilimi niteleyen özellikler, olgusallık (doğrudan ya da dolaylı yoldan gözlemlenebilir olma), mantıksallık (birbiriyle çelişmeyen önermelerden oluşma), nesnellik (öznel yargılara dayanmama)45, eleştirellik (sürekli sorgulamaya inanma), genelleyicilik (tek tek olgularla değil, olgu türlerini hedef alma) ve seçicilik (konusunu çeşitli yolardan sınırlama) olarak sıralanabilir (Yıldırım, 2000: 19-22).

Öte yandan bilim ve bilimsellik kavramları yirminci yüzyılda çeşitli tartışmalara da konu olmuştur. Özellikle bilimselliğin belirli bir “dünya görüşü”

olduğundan hareket eden bu eleştiriler söz konusu kavramları, siyasal ve sosyo-kültürel örgütlenmenin bir meşrulaştırma aracı olarak değerlendirmektedirler (Demir, 2000: 7-19). Bu yaklaşımlar bilgi üretiminin toplumsal yaşantıyla bağını sorunsal haline getirmesine karşın dünyayı anlama ve yorumlama çabalarında “bilim ve bilimsellik” hâlâ en geçerli yöntem olarak elimizde bulunmaktadır.

On dokuzuncu yüzyılın sonunda itibaren bilimsel bir açıklama biçimi olarak karşımıza çıkan “pozitivizm” ya da bilimlerde “pozitivist yaklaşım”, olguların açıklanmasında her türden metafizik yaklaşımı reddetme girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Auguste Comte tarafından temelleri atılan pozitivizm, daha önceden bilimlerde karşılaşılan öznel yaklaşımları eleştirerek, bilimsel bir disiplinin tümüyle       

45 Bilimsel “nesnellik” kavramı hakkında pek çok eleştiri bulunmasına karşın bunu tartışmak bu tezin konusu değildir. Burada nesnellik, rasyonel bir yaklaşım olarak bilimselliğin parçası olarak kabul edilmiştir. Bu konudaki tartışmalar için bakılabilecek iki temel kaynak: K. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, (Çev. İlknur Aka ve İbrahim Turan), İstanbul, 1998. ve P. FEYERABEND, Yönteme Hayır – Bir Anarşist Bilgi Kuramının Ana Hatları, (Çev. Ahmet İnam), 2. basım, İstanbul, 1989.

179 olgusal analizlere ve gözleme dayanması gerektiğini savunmuştur (Rosenthal ve Yudin, 1997: 388-389). Pozitivizmin isim babası olan Auguste Comte, aynı zamanda sosyal bilimler için kritik önem taşıyan sosyolojinin de kurucusudur. Kanıta dayalı sosyal bilim anlayışıyla toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışan Comte’un, bu alanı, doğa bilimi gibi deneysel yaklaşımla değerlendirilecek bir “sosyal-fizik”46 olarak tanımlamış olması da önemlidir (Giddens, 2000: 8).

Pozitivist teoride bir önermenin doğruluk ya da yanlışlığı ancak sistematik gözlem ve deney yoluyla ortaya konabilir. Evrensel olarak geçerli olacak bu araştırmalar sonucunda önerme bir yasa niteliğine ulaşmış olur (Keat ve Urry, 1994:

20). Bu doğrultuda toplumsal gelişimi üç aşama halinde değerlendiren Comte, bunları sırasıyla; dünyadaki olayların ruh ve tanrı gibi kavramlarla açıklandığı teolojik evre, bu açıklamanın tatmin edici olmaktan uzak olduğu durumda ortaya atılmış özgürlük, eşitlik gibi değerlerle açıklama getirilen metafizik evre ve her şeyin bilim yoluyla deneysel olarak ispatlanabilir olduğu pozitivist evre olarak tanımlamıştır. Comte’un öncelikli amacı “spekülatif felsefenin görünenlerin ötesine nüfuz etmeyi amaçlayan yararsız çabalarını” reddetmektir (Giddens, 1997: 246).

Buna göre dünyayla ya da toplumsal olaylarla ilgili, açıklayıcı olmak iddiası taşıyan herhangi bir önerme, öncelikle, doğruluğu “sınanabilen” bir önerme olmalıdır. Kesin bilgi veren bir yaklaşım olarak pozitivist bilimsellik anlayışı, eski gelenek ve değerlerin işlemez olduğu, sosyal yaşama yeni temellerin arandığı, oluşmakta olan sanayi toplumunun problemlerine ışık tutacak yeni bir teoriye gereksinim duyulduğu modern dönemde47 ortaya çıkmıştır (Keat ve Urry, 1994: 85-86).

      

46 Roger Trigg, bu dönemde bütün disiplinlerin fiziğe özgü bir bilimsel görünme çabası içinde olduğunu vurgulamaktadır (Sönmez, 2008: 23).

47 Giddens’a göre modernlik, “on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder.” (Giddens, 2004:

11)

180 Comte, tarihin doğal bir yasaya göre işlediğini düşünmektedir:

“Pozitif felsefenin öz karakterini ve doğasını düzgün bir şekilde açıklamak için insan tininin ilerleyen yürüyüşüne genel bir şekilde bakmak gereklidir, çünkü herhangi bir kavram sadece tarihiyle beraber anlaşılabilir.” (Akay, 1991: 139)

Comte, sosyoloji bilimini geliştirirken, toplumsal kurumların işleyişini ve toplumsal gelişim yasalarını öncelikli sorun olarak ortaya koymuştur. Temel olarak gözlem, deney ve karşılaştırmayı içeren Comte’un yöntemi, seçtiği bu ilkeleri ancak

“kuramsal düzeyde” temelendirebilmektedir (Giddens, 1997: 247). Doğa bilimleri alanında olduğu kadar sosyal bilimler alanında da, yüksek bilimsel bir kesinlik taşıdığından dolayı, işlevsel olması beklenen pozitivist yaklaşım, Weber tarafından

“insan eylemlerini değerlendirme” konusunda geliştirilmeye çalışılmıştır (Keat ve Urry, 1994: 183-193). Toplumbilim için “anlam” kavramını tanımlayan Weber, öncelikle “anlam”la “doğru anlam”ı birbirinden ayırmakla işe başlar. Nesnel ya da

“doğaötesel” bir anlam fikrinin toplumbilim için geçerli olamayacağının altını çizer (Weber, 1995: 12). Buna karşın “maksatlar, niyetler, duygular, duygulanımlar, değerler, inançlar ve benzeri subjektif durumlar”ın tümüyle dışarıda bırakılması nedeniyle (Keat - Urry, 1994: 194) pozitivizm için toplumsal olaylara dair açıklamalar yeterince kapsayıcı olamamaktadır. Yine anlam fikriyle bağlantılı olmak üzere pozitivizmin sosyal bilimler alanındaki bir başka sıkıntısı da “anlama” edimi ve onun içeriği konusundadır.

“Pozitivistler için ‘anlama’ sadece, sayesinde diğer insanların subjektif durumlarının doğasını sayıltıladığımız psikolojik bir cihazdır. Bu cihazın kullanılması bu cihazın kullanılması hiçbir biçimde onun sonuçlarının geçerliliğini tesis etmez. Ve bu nedenle de ‘bilim mantığına’ ait değildir. Aksi türde düşünmek, empirik olmayan bilgiye özel bir yer vermek olacaktır.” (Keat - Urry, 1994:

205)

181 Sosyal bilimci ya da tarih bilimleriyle uğraşan bir araştırmacı için

“yorumlayıcı anlama” bir olayın arkasında yatan nedenlerin değerlendirilebilmesi için yegâne yol olarak karşımıza çıkar (Keat - Urry, 1994: 209). Oysa, örneğin edebiyat bilimiyle uğraşan bilim adamları için, “açıklayıcı anlama”dan ziyade, yapıtın üretildiği dönemin değer ve inançlarına yönelik “yorumlayıcı anlama” önem taşımaktadır. Bu noktada doğa bilimlerindekine benzer bir “nesnel”lik aranması,

“farklı anlama formlarının kendi geçerlilik ölçütlerine sahip olabileceği olasılığını göz ardı eder.” (Keat - Urry, 1994: 212) Horkheimer da, etkinin insan eylemliliğini mekanik bir determinist şema içerisine sıkıştırması, öz ve görünüş arasında ayrım yapmayarak görünüşlere bağlı kalması ve değerler dünyasına kendisine kapayarak bilgiyi insan isteminden ayırması dolayısıyla pozitivizmi eleştirir (Sönmez, 2008:

62).

Söz konusu değerlendirme biçimi, kendi içinde tutarlı olmaktan çok, dönemi için açıklayıcı görünmektedir. On dokuzuncu yüzyılda bilimsel disiplinlerin oluşumunu Comte, yukarıda açıkladığımız şema uyarınca, “insan düşüncesinin evriminin aşamaları” olarak değerlendiriyordu (Giddens, 1997: 246). Oysa yirminci yüzyılın sonlarına doğru sosyal bilimler konusunda bir yeniden yapılanma raporu hazırlayan toplumbilimciler artık bu konuyu farklı açıklamaktadırlar:

“Ondokuzuncu yüzyıl entelektüel tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını vurmuştur.

Farklı disiplinlerin kurulma sürecinin ardında yatan varsayım, sistemli araştırmanın gerçekliğin farklı alanlarında uzmanlaşılmasını gerektirdiği yolundaki inançtı ve gerçeklik rasyonel olarak farklı bilgi kümelerine ayrıştırıldı. Bu tür bir rasyonel bölümle, etkin, yani entelektüel olarak üretken olma vaadi taşıyordu… Ondokuzuncu yüzyıl boyunca üniversiteleri canlandırmak için en çok çaba harcayanlar doğa bilimcileri değil, üniversiteyi akademik çalışmaları için devlet desteği sağlamak

182 amacıyla kullanan tarihçiler, klasik dilciler ve ulusal edebiyat

uzmanlarıydı. Doğa bilimcilerini filizlenen üniversite yapılarına çekenler de, doğa bilimlerinin olumlu izlenimlerinden yararlanmak isteyenler bu akademisyenlerdi. Ama bunun sonucu üniversitenin, o tarihten sonra artık birbirinden çok farklı şekilde tanımlanan ve kimine göre birbirine zıt öğrenme yolları olan sanatlarla (insan bilimleri) bilimler arasında süregelen gerilimin başlıca alanı haline gelmesi oldu.” (Gulbenkian 2003: 16-17)

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ülkeye getirtilen yabancı hocaların kurduğu bölümler, temel olarak Auguste Comte’un pozitivizmiyle şekillendirilmişlerdir. Fransız düşünürlerin rasyonel ve pozitivist fikirleri ile Alman düşünürlerin “kültür” kavramından etkilenen ilk dönem kadroları evrensel ve ulusal olanı sentezlemeye çalışarak yeni bir anlayış yaratma yolunu seçmişlerdir (Bozdoğan, 2000: 125).

Temelde gerekircilik (determinizm) düşüncesinden beslenen Pozitisit akım, Osmanlı İmparatorluğu içinde Taine’ın yaklaşımlarından sonra kendini göstermiştir.

Bununla birlikte aynı zamanda Bergson felsefesinin de tartışılmaya başlamasıyla yeni arayışlar içinde değerlendirilmiştir (Ülken, 2005: 155) Dönemin tartışmaları içinde biyolojide olduğu gibi toplum felsefesinin de organik bir yapı göstermesi beklenmiştir. Bu yüzden Lafitte, Spencer, Fouille gibi düşünürlerin siyasal içerikli kavramsal önerileri ilgi görmüştür (Ülken, 2005: 169-170).

Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp üzerine çalışmasında pozitivizmin ülkeye girişini şöyle anlatmaktadır:

“Fizik, biyoloji veya ruhiyat kendi sahalarında materyalist izah yaptıkları zaman hiç te garip görülmüyordu. Fakat ayni realist ve haşin diagnostik cemiyet sahasında tatbik edildiği zaman mesele değişiyordu: Derdin köklerine inmek, hakikati bütün çıplaklığı ile görmek, birçoklarını rahatsız ediyordu. Tabiatta, uzviyette, hatta

183 şuurda hastalığı adıyla söylemek ve tehlikeyi önlemek lazım

geldiği halde: cemiyet sahasında ‘efkari umumiye’ bu kadar açık konuşmayı istemiyordu.

Hasılı, içtimaî meseleyi ifade edecek öyle bir lisan lazımdı ki, hem müsbet ilimlere dayanmak iddiasıyla hareket etsin: hem de ‘efkari umumiye’yi rahatsız etmesin: Dine, ahlaka, dile… ve bütün içtimaî kıymetlere karşı muhafazakar bir bakışla hakim zümrenin yapmak istediği reformeye uygun olsun; yoksa cemiyetin hakiki derdine cevap vermeye, yarayı deşmeye kalkmasın.

İşte bu ihtiyaç ‘İttihat ve Terakki’nin siyasi hamlesiyle muvazi olarak Ziya Gökalp’in içtimaî pozitivizmini doğurdu. Gökalp Türkçülük hareketini İslâmcılık ve Garbçılıkla mezcederek İmparatorluğun ihtiyaçlarına uygun bir ideoloji meydana getirmeye çalışırken ilme dayandığını iddia ediyordu. Onun mürşitliği kuvvetini eski kelâm, fıkıh ve tasavvuf yerine içtimaiyattan alıyordu.” (Takış, 2000: 100)

Ziya Gökalp’in pozitivizmi Comte’dan ve Durkheim’dan etkilenmiş olmakla birlikte, Fouilee’nin yaklaşımına da açıktır (Takış, 2000: 101). Asıl olarak, Gökalp, esin kaynağı olan kavramları milliyetçi düşünce içerisinde disiplinlerarası bir tutumla başka kavramlarla harmanlama yolunu seçmiştir (Sönmez, 2008: 114). Ülken, toplumsal çözümlemelerde kullanılan Durkheimcı determinizmin bireysel deneyimleri tümüyle göz ardı etmek zorunda olduğunu belirtmektedir (Takış, 2000:

102).

Cumhuriyet devrimlerini kendisinden önce yapılan bütün gelişmelerden ayıran, yapılan reformların niteliğidir. Halifeliğin ve şeriatın kaldırılması (1924), İsviçre medeni kanunun kabulü (1926) ve Latin alfabesine geçilmesi (1927) toplumsal yaşantıyı etkileyen en önemli reformlar olmuşlardır. Böylece İslam üzerine temellenen geleneksel düzen, yerini Batılı ve laik bir düzene bırakmıştır.

184 Fransız Devrimi’nden etkilenen Cumhuriyet reformları, Aydınlanmanın bilimsel bakış açısını taşımaktadır (Bozdoğan, 2002: 71-72).

Türk devrimi, Batı dünyası tarafından geliştirilmiş modernite kavramını ulusun gelişmesinin ön adımı olarak kabul etmiştir (Ergenç, 2000: 124). Cumhuriyet döneminin ulus yaratma sürecindeki ideali “Batı’ya rağmen Batılı olmak” şeklinde ifade edilebilir (Kalaycıoğlu, 2000: 116).

Bu noktada hem Osmanlı döneminde Cumhuriyet dönemine geçişin temsilci olduğu hem Türkiye’de tarih araştırmalarına karakterini vermiş kişilerin başında geldiği için Fuad Köprülü’ye değinmek gerekmektedir. Fuad Köprülü (1890-1966), 1913 yılında İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nde başladığı akademik yaşantısını İstanbul Mülkiye ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ders vererek sürdüren; 1923-1929 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Medeniyet Tarihi okutan; 1946’dan itibaren de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde profesörlük yaparak devam etmiştir. Türkoloji alanındaki önemli yayınlarda biri olarak anılan Milli Tetebbu’lar Mecmuası’nı Ziya Gökalp ile birlikte çıkarmıştır (Arı ve Aslantaş, 2000: 194).

Cevdet Paşa ile başlayan, hanedana bağlı tarih yazıcılığının dışına çıkan, modern anlayıştaki ilk tarihçilerden biri olan Fuad Köprülü’ye göre, tarihin konusu toplum ve onun ürettiği değerlerdir (Arı ve Aslantaş, 2000: 197). Fuad Köprülü’nün otodidakt bir karakter taşıyan tarih anlayışı (Ergenç, 2000: 123), edebiyat tarihi üzerine yaptığı çalışmalarda açıkça görüldüğü üzere, “süreklilik” ilkesi üzerine kuruludur (Arı ve Aslantaş, 2000: 201). Bununla birlikte, öğrencisi Enver Behnan Şapolyo’nun aktardığına göre, Köprülü, tarih çalışmalarının asıl alanı olarak ortaçağları göstermektedir.

“Tarihçiler yalnızca ortaçağla uğraşanlardır. İlkçağ arkeolojidir.

Yeniçağ gazete koleksiyonu karıştırmaktır. Ortaçağ ise yazılı vesikaları arşivde araştırmak, kütüphanelerde vak’anüvislerin

185 ağdalı dilde yazdıkları eserleri okuyup anlamaktır. Müverrih48

yalnız ortaçağı inceleyenler arasından çıkar.” (Arı ve Aslantaş, 2000: 199)

Öte yandan onun tarihçiliği, zamanının pozitivist geleneklerini de aşarak Annales Okulu’yla bağlantılar kuran ve ondan eslenen bir yapıya da bürünmüştür (Arı ve Aslantaş, 2000: 199).

Milliyetçiliği manevi bir gerçeklik olarak gören Köprülü’ye göre; “Türk milliyetçiliğini dar ve mutaasıp ırkçılık nazariyesine tamamıyla muhalif telakkilere malik ve tamamıyla meşru ve insanî mahiyette bir milliyetçilik” olarak tanımlar (Arı ve Aslantaş, 2000: 203).

İlk dönem tarihçilerinin ardında yetişmiş olan kuşak geçmişi eleştirel bir yaklaşımla sorgularken, bir sonraki dönem için belirleyici paradigmaları da yaratmışlardır. Bu tarihçilerden Halil İnalcık’ın, Annales Okulu tarihçilerinden, özellikle de “uzun süre” teorisinden, esinlenen bir yöntemle Osmanlı dönemini evrensel tarih çerçevesinin içinde ele alması buna örnek olarak gösterilebilir.

Osmanlı’ya dair dönemlerin belirlenmesi anlamında bugün de geçerli olan kronolojik tasnif İnalcık’a dayanmaktadır (Ergenç, 2000: 126). Değişim nosyonunun akademi dışında “uluslararası ortam” ve “sosyal mücadeler” gibi unsurlarca da belirlendiğini savunan İnalcık, on dokuzuncu yüzyılın salt belgeciliğe dayalı ampirisizmi yerine,

“yazılı bilgiler dışındaki bilgilerin de hesaba katılı olduğu” çok daha kapsamlı bir tarih yazımını benimsemiştir (Ergenç, 2000: 128). Kadı mahkemelerinde tutulan kayıtları temel alan “şer’iye sicillerini” inceleyerek Osmanlı toplumundaki gündelik yaşam üzerine eğilmiştir. Belleten ve Belgeler’de yayımladığı bu belgelerin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Araştırmaları Merkezi ile ortak proje hazırlayarak hakkında çok şey bilinmeyen bu gündelik yaşantıyı yayımlamak için girişimlerde bulunmuştur (Ergenç, 2000: 131-132).

      

48 Müverrih: Arapça. Tarih yazan kimse, tarihçi.

186 Türkiye’de sanat tarihi eğitiminin akademik düzeyde başlaması, ilk kez, Zeki Faik İzer yönetimindeki (1948-1952) Güzel Sanatlar Akademisi çatısı altında gerçekleşmiştir. Türk Sanatı Tarihi Enstitüsü adıyla kurulan bu yapıda envanter çalışmaları yapılması, yayın yapılması ve bir müze kurulması amaçlanmıştır (Arseven, 1956: 10).

Akademinin yurt dışına öğrenci göndermesi üç dönemde gerçekleşmiştir. İlki 1910-14 arasındaki asker ressamlar kuşağı, ikincisi Müstakiller grubu üyelerinin yurtdışına çıkışı, üçüncüsü ise 1970’lerdeki toplu öğrenci gönderme etkinliğidir (Tansuğ, 1995: 106).

1930 tarihinde Ankara’da kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü Resim bölümünde Malik Aksel eğitim açısından olduğu kadar, Anadolu sanatı üzerine titiz bir araştırmacı olarak da karşımıza çıkmaktadır (Tansuğ, 1999: 170).

1935 yılında açılmış olan Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Afet İnan’ın önerisiyle öğretmen okulları mezunlarını bünyesine kabul etmiştir. Böylece Alman hocaların eğitim verdiği bu yapı içinde tarihin bilimsel olarak yapılandırılması konusunda çalışan çok sayıda genç yetişmiştir (Ergenç, 2000: 124). Almanya’dan henüz dönmüş olan Akrem Akurgal ve Sedat Alp gibi Türk araştırmacılar da bu yapı içerisinde yer almışlardır (Ergenç, 2000: 125).

Ekrem Akurgal’ın İslam Sanatı içinde Türklerin ayırt edilmesini amaçlayan Türkçe, Almanca ve İngilizce araştırmaları, Oktay Aslanapa’nın, Arif Müfid Mansel’in, Doğan Kuban’ın çalışmaları, sanat tarihinde kuramsal bir temel oluşturmanın adımları olarak görülebilirler. Arseven’in 1956 yılında yayımlanan

“Türk Sanatı” çalışmasından sonraki gelişmelere baktığımızda, genel sanat tarihi çalışmalarının yerine, eğitimdeki acil boşlukları doldurmaya yönelik lise sanat tarihi kitapları ve akademide yapılan araştırmaların sonuçlarına yönelik kimi özelleşmiş çalışmalar yayımlanmıştır.

187 80’li yıllarla birlikte o güne dek “gelişme ve kopuş” şeklinde değerlendirilen yaklaşımlar, “uyum” ile değerlendirilmeye başlanmıştır (Ergenç, 2000: 131).

Ulus devletin inşa sürecindeki ruhu en güzel yansıtan sanat tarihi metinlerinden biri Doğan Kuban’a aittir. Ulus devletin yeni bir sentez içinde bir araya getirdiği ve modernist bir anlayışa göre biçimlendirilmiş ülke fikri şu satırlarda takip edilebilir:

“İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde en ileri soyut sanat denemeleri yapılırken, Van köylüsü Urartu çağının desenlerini günümüzde de kullanmağa devam eder. Anadolu’nun büyük bir kısmında Hitit yapı teknolojisinin hemen hemen hiç değişmeden yaşadığı bir gerçek olduğu kadar, en modern yapı malzeme ve tekniğinin İstanbul’un apartman ve bürolarında kullanıldığı da bir gerçektir. Toplumun kültürü ile teknolojisi arasında yaygın ve homojen bir paralellik kurulamadığı sürece –ki bu çok daha ileri toplum düzeylerinde de şimdiye kadar tam olarak gerçekleşmemiştir– yeni ve eski yanyana yaşamağa devam edecekler, zorunlu olarak birbirlerini etkileyeceklerdir. Ekonomik sınırlar toplumu modern teknolojinin kabulüne gittikçe daha güçlü olarak zorladığı zaman, yaratma süreci de ona paralel bir değişiklik gösterecektir. Böylece yavaş yavaş eski teknik ve biçimlerin kullanılması azalacaktır.” (Kuban, 1988: 257)

Bu açıklama büyük oranda haklı gibi görünse de, sanat tarihindeki değişimleri tümüyle ekonomik ve bununla bağlantılı olarak teknolojik değişikliklere bağlamaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “medeniyet” fikrinin teknolojiyle nasıl iç içe girmiş olduğu düşünülürse bu satırlar daha anlamlı olacaktır.

Bu konuda Sezer Tansuğ ulusallık ve yerellik kavramlarında ısrar etmenin önemli olduğunu, ulusların sanat ortamında bağımsız olarak varolabilmek için

“evrensellik idealizasyonuna karşı” bu kavramların ön planda tutulması gerektiğini

188 belirtmektedir (Tansuğ, 1983: 51). A. Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi kitabına yazdığı önsözde de genel sanat tarihi öğreniminin “kendi sanatımızı öğrenmek ve öğretmek olduğunun” altını çizmiştir (Hauser, 1995: 7).

4.2.2.2. 1923-1950 Dönemi Sanat Tarihi Yazımı ve Sanat Tarihi Kuramına Etkisi

Cumhuriyetin erken dönemlerinde tarih ve kazı çalışmalarına ayrılan enerjinin benzerinin plastik sanatlar için ayrıldığını söylemek güçtür. Plastik sanatlarda ilgi Bizans ya da İslam-Türk kaynaklarına değil, Antikiteye yönelmiş durumdadır (Tansuğ, 1995: 14).

Doğan Kuban, genel sanat tarihi çalışmalarında “sanat tarihi alanında bilgisi genel kavramlar dışına çıkmayan büyük okuyucu kütlesine… genel bir fikir vermek amacıyla” hazırladığını belirtmektedir. Bu yüzden de kitap, “tek tek sanat eserlerinin tanıtılmasından çok, meydana gelme koşullarının anlaşılmasını sağlayacak genel veriler ve tekniklerin anlaşılmasına” çalışmaktadır (Kuban, 1988: 5-6).

Sezer Tansuğ da çağruhunu ön plana alan bir bakış açısı geliştirmiştir:

“Tüm… yargı değişimlerine ve eleştirel bakış açılarının çağdan çağa farklılaşmasına bakarak sanat tarihi yalnızca sanat yapıtlarının tarihi olarak değil, onlarla birlikte, onların karşılaştığı eleştirel bakışların tarihi olarak da tekrar tekrar yazılmalıdır.” (Tansuğ, 1982: 225)

Wölfflin’in sanat tarihinin temel kitaplarından kabul edilen Sanat Tarihinin Temel Kavramları kitabı estetik ve sanat tarihi profesörü Mazhar Şevket İpşiroğlu

189 tarafından 1973 yılında Türkçe’ye çevrilmiştir49. Gombrich’in Sanatın Öyküsü 1980 yılında çevrilirken, N. Lynton’ın Modern Sanatın Öyküsü 1982 yılında dilimize kazandırılmıştır. Sanat tarihi ve toplumsal yaşantı arasındaki bağı gösteren güçlü yapıtlardan biri olan Arnold Hauser’in kaleme aldığı Sanatın Toplumsal Tarihi ise ancak 1984 yılında Türkçe’ye aktarılmıştır (Hauser, 1995: 7).

189 tarafından 1973 yılında Türkçe’ye çevrilmiştir49. Gombrich’in Sanatın Öyküsü 1980 yılında çevrilirken, N. Lynton’ın Modern Sanatın Öyküsü 1982 yılında dilimize kazandırılmıştır. Sanat tarihi ve toplumsal yaşantı arasındaki bağı gösteren güçlü yapıtlardan biri olan Arnold Hauser’in kaleme aldığı Sanatın Toplumsal Tarihi ise ancak 1984 yılında Türkçe’ye aktarılmıştır (Hauser, 1995: 7).