• Sonuç bulunamadı

Tarih sözcüğünün kökeninde bulunan Latince “historien” terimi “öğrenmeye çalışmak, araştırmak, incelemek, keşfe çıkmak, gezerek tanımak, sormak, soruşturmak, sorarak bilgi edinmek, bilmek, tanımak ve sonunda söz ve yazı ile bildiğini anlamak” anlamına gelmektedir. “Historia” terimi ise “araştırma, bilgi edinme, keşif ve sonunda elde edilen bilgilerin dile getirilmesi, anlatılması”

anlamlarını taşır.

Toplumbilimleri üzerine çalışmalarıyla tanınan Lucien Goldmann, ana başlık altında kısaca değindiğimiz tarih biliminin sosyal bilimlerle ilişkisi içinde kuramsal temelinin saptanması konusunda, tarihi genel anlamdaki insan bilimlerine göre değerlendirmek yanlısıdır:

“(…) Tarih bilimlerinin konusu, bütün yerlerin ve bütün zamanların insan eylemlerinden oluşmuştur. Bu eylemler bir insan topluluğunun varoluşu ve yapısı üzerine bir önem ve bir etkiye sahip olduğu ve olmakta olduğu ve bu insan topluluğunda, örtülü olarak, şimdiki zamandaki ve gelecekteki insan toplumunun

12 varoluşu ve yapısı üzerinde bir önem ve bir etkiye sahip olduğu

ölçüde bütün yerlerin ve bütün zamanların insan eylemlerinden oluşmuştur.” (Goldmann, 1998: 32-33)

Epeyce geniş tutulmuş bu tanımda insan eylemlerinin ön plana çıkartılmış olmasına karşın, gelecek zamandaki insan eylemlerine ışık tutacak tarihin hangisi olduğuna nasıl karar verileceği açıklık kazanmış görünmemektedir. Bu yüzden, ilk etapta, tarih kavramının tanımında olduğu gibi içerimi üzerinde de pek çok farklı yaklaşım bulunduğunu söyleyebiliriz. Tarih yazımı üzerine kapsamlı çalışmalar yürüten tarihçi Ernst Breisac bu soruya verilmiş çeşitli cevapları birleştiren bir açıklama yapar:

“Tarih, ahlaki ve pratik dersler veren bir hocadır; tarih, geçmişe duyulan özleme bir cevaptır; tarih, eski veya yeni bazı rejimlerin haklılık gerekçesidir; tarih insanın merakını tatmine yarayan bir araçtır; Tanrı’nın kudretine bir kanıttır ve nihayet tabii, tarih bir bilimdir.” (Breisac, 2009: 16)

İngiliz tarihçi Edward Hallett Carr ise Tarih Nedir? adlı kitabında bu duruma şöyle açıklama getirir:

“‘Tarih nedir?’ sorusunu yanıtlamayı denediğimizde, cevabımız bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.” (Carr, 2009: 10-11)

Aynı konu hakkında Eric Hobsbawn;

“En genel anlamıyla, tüm toplumların zamansal akış içeren yaratılış ve gelişme mitleri vardır.”

13 diyerek, kronoloji, soyağaçları ve tarihçelerin tüm toplumlara özgü olduğunun altını çizer (Carr, 1999: 36) Geçmişin asıl incelenme nedeninin, yazılı kaynakların başlangıcından bu yana, şimdinin ve geleceğin modeli olarak kullanılması olduğunu belirtir. (Hobsbawn, 1999: 41)

“Tarihin yapabileceği, genelde tarihsel değişimin, özelde ise insan toplumlarının son birkaç yüzyılda dramatik ölçüde hızlanmış ve kapsamlı değişikliklerle gerçekleştirdiği dönüşümlerin genel şemaları ile mekanizmalarını keşfetmektir.”

(Hobsbawn, 1999: 48-49)

Burada ele alınan “dönüşüm” ve tarihin bundaki rolü konusunda Carr, daha temkinli bir tutum içinde görünmektedir. Carr, pozitivist bir biçimde ortaya konmuş olgular ve kanıtlar yığınının tarih olarak nitelenmesi sürecini, “geçmişe ilişkin sıradan bir olgunun tarihi bir olguya dönüşme süreci” olarak tanımlar ve bu sürecin bilimselliğinin aslında yalnızca sözü edilen olgunun çeşitli araştırmacılar tarafından literatüre geçen kitaplarda anılması, referans olarak gösterilmesi ve alıntılanması olgusu olduğunu savlar (Carr, 2009: 15).

“19. Yüzyıl olgular fetişizmi, bir belgeler fetişizmiyle tamamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler olgular tapınağındaki

‘kutsal sandık’taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önünde yaklaşıyor ve onlardan huşû dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu bir belgede bulursanız o öyledir. İşin aslına bakarsanız, bu belgeler – resmi buyrultular, antlaşmalar, kira kayıtları, hükümet raporları resmi yazışmalar, özel mektuplar ve anılar– bize ne söylerler?

Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden – neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söyleyemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerine

14 çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz.

Belgeler içinde bulunsunlar ya da bulunmasınlar, olgular, tarihçi onlardan herhangi bir biçimde yararlanmadan önce tarihçi tarafından yine de işlenmek zorundadırlar. Tarihçinin onlarla yaptığı şey –eğer böyle diyebilirsem– bir işleme sürecidir.” (Carr, 2009: 19-20)

Iggers de bu görüşe katılmaktadır. Tarihin bir takım “gerçeklik, kasıtlılık ve silsile” varsayımları üzerinden hareket ettiğini ve bunun Thukydides’ten Ranke’ye, oradan yirminci yüzyılın ortalarına kadar geçerli olduğunu belirtir (Iggers, 2007: 3).

“Biz ancak geçmişi günümüz açısından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz.” diyen Carr (Carr, 2009: 29), tarihin işlenme sürecinin doğru değerlendirilmesi için, tarihi gerçeklik ya da doğruluklardan önce, tarihçinin birey olarak kimliğinin dikkate alınması gerektiğini, giderek tarihçinin yaşadığı “tarihsel ve toplumsal çerçeve”nin öncelikli olarak değerlendirilmesini öne çıkartır (Carr, 2009: 52-53).

Tarihin ereksellikten uzak bir biçimde belirli yasalarla işlediğini ve bu yasaların da tarihi ele alan tarihçinin içinde bulunduğu çağ tarafından belirlendiğini öne süren bu görüşler karşısında modernizmin ilk sosyologlarından olarak anılan George Simmel’in görüşünü konumlandırabiliriz. Şöyle der Simmel:

“…tarihin bir mâna ve hedefi olduğu ya da genel bir kavram biçimine katıldığı yalnızca varsayımsaldır. Ama öte yandan bunların reddi de daha az varsayımsal değildir.” (Simmel, 2008:

103)

Bununla birlikte yöntem anlamında Simmel’in önerisinin Carr’ın önerilerinden ya da Hobsbawn’ın uyarılarından uzak olmadığını da açıklamalarında görebiliriz.

15

“Tarihsel hareketlerin yasalara göre oluştuğu kesindir ve soru yalnızca bu yasaların ne türde ve ne içerikte olduğudur.” (Simmel, 2008: 103)

“Olayların zamansal-nedensel devamının aynı zamanda bir ilerleme olup olmadığı, gerçeklerin o sırasını izlemeyen bu sıraya sonradan eklenen bir ideale göre belirlenir… Demek ki tarihte bir ilerleme görüp görmeyişimiz, öznelliği önemsenecek bir değer kavramına bağlıdır.” (Simmel, 2008: 104)

Simmel’in de sözünü ettiği yöntem konusunda, tarih kavramının üzerinde durulması uzun bir geçmişe sahiptir. Antik çağlardan günümüze dek sürekli farklı biçimlerde tanımlanmış olan tarih kavramının bugün bizim genel olarak kullandığımız anlamını kazanması ise 19. yüzyıl sonunun ürünüdür. 1880-90’lı yıllarda Wilhelm Dilthey’ın (1833-1911) da aralarında bulunduğu bir grup Alman filozof tarafından tartışılmaya başlayan “Tarih nedir?” sorusu, İtalya’da Benedetto Croce (1866-1952), İngiltere’de R. George Collingwood (1889-1943) tarafından geliştirilen tarih felsefesi üzerine ciddi bir literatür oluşmasına ön ayak olmuştur (Carr, 2009: 25).

“Tarihin yönetici sınıf kültürünün bir parçası olmaktan çıkıp, bilim haline gelmesi onun yapısında önemli değişikliklerin olmasına neden oldu. Bu değişiklikleri şu ana niteliklerde toplayabiliriz. Tarihin ilgilendiği konular, siyasal ve dinsel olaylardan, toplumsal ve ekonomik olaylara kaymıştır. Tarihin yalnız ilgilendiği konular değil, bunları sunuş biçimi de değişmiştir. Olayları betimleyici bir anlatımdan, olayları açıklayıcı bir anlatıma geçilmiştir.” (Tekeli, 1998: 30)

Antik Çağ Roma tarihi uzmanı Paul Veyne, Antik dönemden modern topluma aktarılan akademik yöntemin ortaçağ tarafından nasıl dönüşüme uğratıldığını Yunanlılar Mitlerine İnanmışlar Mıydı? adlı çalışmasında değerlendirmiştir. Veyne,

16 Antik Yunan tarihçileriyle bugünkü tarihçileri kıyaslarken, Yunanlıların bütün bir toplumu, giderek yaşamı yeniden üretebilmek için tarihe bakmasına karşın, bugünün tarihçilerinin yalnızca diğer tarihçiler için bilgi ürettiğini söyler (Veyne, 2003: 24-25, 44).

Carr’a göre de, on dokuzuncu yüzyılın başlarında “büyük adamların biyografisi” olarak anlaşılan (Carr, 2009: 53, 169) ve Aydınlanmanın getirdiği bir takım ahlâksal ölçütlerle bir yargılama mekanizması kurularak ele alınan tarih anlayışı (Carr, 2009: 95, 125), 20. yüzyılda büyük değişimler geçirmiştir.

Nedensellik sorununu ön plana alan bu yeni tipteki tarihçi için, Carr, olgular hakkında “yeni bağlamlar içinde ‘niçin’ sorusunu soran kişidir” der (Carr, 2009: 99).

Eric Hobsbawn ise tarihin ideolojik olarak ya da yalanlarla çarpıtılmasından daha önemli olanın anakronizme dayalı olarak yapılan genellemelerden kaynaklandığını belirtir. Antik Yunan toplumlarına ilişkin tarihsel anlatılara bakıldığında bunun açık olarak göründüğünü söyler. Makedonya üzerine yazılmış tarih, hiç de öyle olmadığı halde, bu bölgenin tamamını Yunanlı olarak göstermektedir. Buna karşın Hobsbawn bu dönemde Yunanlıların tamamını kapsayan tek bir politik oluşumdan söz edilemeyeceğinin altını çizer (Hobsbawn, 1999: 12). Dolayısıyla tarih tarihsel süreçte yaşanmış olayları nesnel bir şekilde incelemek iddiasındayken her zaman belirli bir öznellik de taşımaktadır.

Bütün bu tartışmaların ışığında E.H. Carr “Tarih nedir?” sorusuna ilişkin belirlediği şu nokta her koşulda belirgin bir geçerlilik taşımaktadır:

“‘Tarih nedir?’ sorusuna ilk cevabım şu olacaktır: Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog.” (Carr, 2009: 35)

Çalışmamızın sonraki bölümlerinde tarihsel süreç içinde tarih anlayışının değişimi ve gelişimi üzerin durulacaktır. Bununla birlikte bugün anladığımız ve bu başlık altında sorguladığımız anlamda “tarih”in biçimlendirilişi on dokuzuncu yüzyılın entelektüel ortamına aittir. Wallerstein yine aynı yüzyılda ortaya atılmış olan “disiplinler” mantığını, “ne üzerine, ne

17 şekilde ve neyi eleyerek” düşünülmesi gerektiğinin sınırlarını çizen bir yaklaşım olarak belirler. Toplumsal gelişmelerin farklı farklı disiplinler altında, mesleki uzmanlaşma ile incelenmesi gerektiği düşüncesi “Ranke devrimi”

olarak adlandırılan profesyonel tarihçilik alanını doğurmuştur (Wallerstein, 2003: 238).