• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "TÜRKİYE DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI"

Copied!
285
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

     

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SANAT TARİHİ ANABİLİM DALI  

                         

TÜRKİYE’DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI

               

Yüksek Lisans Tezi  

         

Barış ACAR  

             

Ankara-2010

(2)

     

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SANAT TARİHİ ANABİLİM DALI  

                     

TÜRKİYE’DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI

             

Yüksek Lisans Tezi  

         

Barış ACAR  

     

Tez Danışmanı Prof.Dr. Kıymet GİRAY  

       

Ankara-2010

(3)

     

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SANAT TARİHİ ANABİLİM DALI  

                   

TÜRKİYE’DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI

             

Yüksek Lisans Tezi  

     

Tez Danışmanı : Prof.Dr. Kıymet GİRAY  

   

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

...    ... 

...    ... 

...    ... 

...    ... 

...    ... 

...    ... 

 

    Tez Sınavı Tarihi ...

     

(4)

         

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE  

       

Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/200…)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı

………

İmzası

………

(5)

TÜRKİYE’DE SANAT TARİHİ KURAMININ ALIMLANIŞI İçindekiler

Önsöz

1. Giriş ……… 1

2. Tarih Tanımı ve Tarih Yazımının Gelişim Evreleri ………... 9

2.1. Tarih Nedir? ………... 11

2.2. Antik Yunan’da Tarih Kavramı ………. 17

2.3. Roma Tarih Yazımı ……… 21

2.4. Tarih Yazımında Dönüm: Ortaçağ ve Rönesans ……… 23

2.5. On Sekizinci Yüzyıl Tarih Yazımı ………. 31

2.6. On Dokuzuncu Yüzyıl Tarih Yazımı ………. 36

2.7. Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı ………... 41

3. Sanat Tarihi Yazımı ve Sanat Tarihi Kuramının Gelişimi ……… 55

3.1. Sanat Tarihi Yazımında Kuram ve Disiplinler ……….. 57

3.1.1. Kurucu Öncüler: Vasari ve Winckelmann ……….. 58

3.1.2. Bilimsel Yöntem: Wölfflin ve Riegl ………... 65

3.1.3. Kültür Teorisi: Warburg ve Panosfky ………. 73

3.1.4. Yoruma Doğru: Gombrich ve Damisch ……….. 82

3.1.5. Sanatın Sonu ve İlişkisel Estetik: Danto ve Bourriaud ……... 97

3.2. Sanat Tarihi Kuramının Temel Kavramları ………. 105

3.2.1. Biçim ve Biçem ………. 106

3.2.2. Tipolojik Sınıflandırma ………. 115

3.2.3. Çağruhu (Zeitgeist) ………... 120

3.2.4. Açıklama ve Yorum ………. 125 Syf. no:

(6)

4. Türkiye’de Sanat Tarihi Yazımı ve Sanat Tarihi Kuramının Gelişimi …....…. 131

4.1. Cumhuriyet Öncesi Sanat Tarihi Yazımı ve Kuramı ………....……. 134

4.1.1. Tanzimat Döneminde Sanat Tarihi Kuramı ...………….... 134

4.1.1.1. Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’nin Açılışı ve Sanat Tarihi Yazıcılığında Yeni Dönem ………..….… 137

4.1.2. II. Meşrutiyet Döneminde Sanat Tarihi Kuramı ………….. 140

4.2. Cumhuriyet Döneminde Sanat Tarihi Kuramının Gelişimi …..…….. 141

4.2.1. Sanat Tarihi Üzerine Yapılan Etkinlik ve Yayınların Getirisi………...……… 154

4.2.1.1. Türkoloji Araştırmalarının Sanat Tarihi Kuramına Etkisi…..………... 157

4.2.1.2. İslam Sanatı - Türk Sanatı Ayrışmasının Sanat Tarihi Kuramına Etkisi……….……..……….. 163

4.2.2. Sanatla Kurulan Ülke: Cumhuriyetle Değişen Algının Sanat Tarihi Disiplinin Gelişimine Etkisi……….. 169

4.2.2.1. Cumhuriyet Dönemi Tarih Yazımı ve Pozitivizmin Etkisi ……….………..…. 173

4.2.2.2. 1923-1950 Dönemi Sanat Tarihi Yazımı ve Sanat Tarihi Kuramına Etkisi………..………… 188

4.2.2.3. 1950-2000 Dönemi Sanat Tarihi Yazımı ve Sanat Tarihi Kuramına Etkisi ………. .193

4.3. Türkiye’de Sanat Tarihinin Temel Kavramları ……….….. 202

4.3.1. Biçem Tarihi Olarak Sanat Tarihi ……… 205

4.3.2. Tipolojinin Sanat Tarihinde Kullanımı ……… 208

4.3.3. Çağruhu (Zeitgeist) ile Sanat Tarihini Açıklamak ………... 212

4.3.4. Sanat Tarihinde Yorum Denemeleri ……… 216

(7)

5. Değerlendirme - Karşılaştırma ……….. 222

6. Sonuç ……….……… 240

Özet ……….……….……….. 244

Summary .……….……….………. 245

Bibliyografya……….……….……… 246  

(8)

ÖNSÖZ

Sanat tarihi bir yandan genç bir disiplin; çünkü sanatçıyla üretimi arasındaki bitmek bilmez gerilimi onun peşi sıra çözümleyerek sürekli bir şimdi kuruyor;

dolayısıyla kendini de yeniliyor. Bir yandan da insanlık tarihinin en eski ve köklü girişimini çözümlemeye çalışmasıyla uzun bir tarihsel geçmişi miras alıyor.

Disiplinin yalnızca sanatsal ürüne ya da onun üretim sürecine sığmayan, sanatçısıyla, çağıyla, alımlayıcısıyla etkileşim halinde bir inşa süreci yaratan doğası, onun üzerine kuramsal yanı ağır basan bir inceleme yapmayı da gerekli kılıyor. Kuramsal incelemenin gerekliliği olarak; katı bir tarihsel aralıkla sınırlandırılamayan, tek bir bölge ya da sanat türü üzerine alanını daraltamayan araştırmamızın kapsamı, birbiriyle yoğun ilişkisellik içinde olduğunu düşündüğümüz üç büyük alan halinde bir araya getirilmiştir.

İlk büyük çalışma alanı “tarih” kavramının incelenmesine ayrılmıştır. Bir yandan tarih disiplinin oylumlu “tarihsel” gelişimi, bir yandan kavramın Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiye’sinde ele alınış biçiminin incelenmesi çalışmamızın ilk ayağını oluşturmaktadır. İkinci büyük alan, sanat tarihi disiplinin tarih sahnesine çıktığı ilk günden bugüne değin, kuramsal olarak ana belirlenimleriyle tartışılmasını gerektirmektedir. Üçüncü ve son aşamada, hazırlık olarak ilk iki bölümde temel kavramlarını tartıştığımız, sanat tarihi kuramının Türkiye’de alımlanması süreci ele alınmıştır. Türkiye sanat tarihi yazımında disiplinin kuramsal anlamda varlık koşullarının araştırılması, kuşatıcı ve oylumlu böyle bir çalışma alanını tanımlamayı zorunlu kılmıştır.

Böylesi bir çalışmaya kalkışmak, hiç kuşkusuz, bir-iki yıl gibi mütevazı bir süreyle sınırlandırılabilecek dar kapsamlı bir araştırmayla olanaklı değildir. Bu araştırma, sanat kuramı ve sanat eleştirisi üzerine 90’lı yılların ikinci yarısında bu yana sürdürdürmekte olduğum sistematik çalışmalar, makale ve yazılar sayesinde nispeten hızlı bir biçimde toparlanıp böylesi bir tezin oluşması süreci için gerekli olanağı sağlamıştır.

(9)

Bu çalışmanın, kuramsal hedefleri dışında, bir başka güçlüğü de adlandırmasından kaynaklanmaktadır. Ne demektir, Sanat Tarihi Kuramının Alımlanışı? Bunun yerine, söylemesi ve savunması daha az sıkıntıya sebep olacak,

“algılanma”, “yorumlanma” ya da “çözümlenme” sözcükleri neden yeğlenmemiştir?

Bu, esasen, sanat tarihi bilimine ilişkin tutumumuzdan kaynaklanmaktadır. Bizce, sanat tarihi özel bir bilimdir. Nesnesi diğer bilimler gibi, kolay tanımlanabilir değildir. Bu noktada, doğa bilimleriyle olan farklılık açıktır; ancak insan bilimlerinin ya da felsefenin varlığı işaret edilerek yapılacak bir itiraz da tarafımızdan kabul edilebilir değildir. Nesnesini öyle ya da böyle tanımlama konusunda geniş bir olanaklar alanı bulunan bu disiplinlere göre sanat tarihinin özgüllüğü, kanımızca, ele almaya çalıştığı nesnesinin “nesneleşmiş tin” olarak varlıkbilimsel anlamda tabakalar arası bir hareketliliği zorunlu kılmasıdır. Sanat tarihi, kendisine en yakın alan olarak estetikle görülebilir bağları olmasına karşın “düşünümsel” (reflection) düzeyde de kalamaz. O, geçmişle bugün, zihinle nesne, sanatçıyla alımlayıcı arasında salınan bir sarkaç gibi çalışır. Bu yüzden sanat tarihçisi, “sanat”, “tarih” ve “bilim” gibi her biri başlı başına güç alanlar olan üç büyük insan yaratısını, bunlardan birini bir diğerinin önüne geçirmeden, değerlendirebilmek zorundadır. Bu da onun her şeyden önce

“alımlayıcı” olarak konumlanmasını gerektirir. Yapıtla baş başa kalmayı bilmeyen kişi, onun üstüne söz söyleme cüretini de göstermemelidir. Çalışmamızın başlığı bu hassasiyete dikkat çekmek amacıyla Sanat Tarihi Kuramının Alımlanışı? olarak seçilmiştir.

Bu çalışmanın ortaya çıkmasında, açıklama ve yönlendirmeleriyle olduğu kadar yüreklendirmeleriyle de belirleyici olan Prof. Dr. Kıymet GİRAY’a sonsuz saygı ve sevgilerimi sunmayı borç bilirim. Onun güveni olmasa böylesi bütünsel bir çalışma asla ortaya çıkmazdı.

Bunun dışında en büyük yönlendirmeyi ve itkiyi, kendimi bildim bileli yoldaşım olan kitaplardan aldığımı söyleyebilirim. Sanattan felsefeye, edebiyattan toplumbilime dek, en parlak öğrencisi olmasam da çalışkan bir izleyicisi olduğumu düşündüğüm “bilgi” okulunun kürsüsünde her zaman farklı farklı kitaplar vardı.

Arkasında durduğunu bildiğim insanî birikim karşısında büyük bir tutkuyla bu kitaplara çok şey borçlandım; umarım bir gün bu borcu hakkıyla ödeyebilirim.

(10)

Çalışmanın vücut bulmasında teşekkür listemin en başlarında yer alması gereken kişi, kuşkusuz, bu süreç boyunca benimle birlikte türlü zorluklara göğüs geren sevgideğer Nurten Aksakal’dır. Onun inancı her zaman beni şekillendiren şeylerin başında geldi.

Özellikle yoğun felsefi dokusu nedeniyle içine girmekte zorlandığım çalışmalarda, kusursuz çeviri yeteneğiyle bana yardımcı olan Çağdaş Acar’a ve başım sıkıştığında dost elini hissettiğim Özge Öztürk’e de burada teşekkür etmeliyim.

Kuramsal ve felsefi anlamda bir yola çıkış denemesi olarak gördüğüm bu çalışma, öyle ümit ediyorum ki, sanat tarihinin yirmi birinci yüzyılda söz alan ve tavır geliştiren bir disiplin olarak yeniden yapılandırılmasında kendinden sonra gelen çalışmalara bir parça olsun ışık tutabilir. O yüzden, sonunda, araştırmanın en büyük motivasyonu olan bu çalışmanın alımlayıcısına dönmeliyim:

Teşekkürler.

(11)

1. GİRİŞ

Türkiye’de sanat tarihi çalışmaları, gerek ülkenin köklü tarihsel geçmişi gerek sanat yapıtı üzerine olan yoğun ilgi nedeniyle Cumhuriyet öncesinden başlayarak günümüze dek kesintisiz süregelmiştir. Anadolu coğrafyasını olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu ve öncesindeki dönemlere uzanan çok çeşitli coğrafyaların kültürel birikimini de ele almayı gerektiren ülkemiz sanat tarihi disiplini, bu çok yönlü doğası gereği katmanlı bir yapıya sahiptir. Söz konusu tarihsel birikimin yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda “sanat”ın öncü/ kurucu bir alanı oluşturduğunu düşünürsek, sanat tarihi biliminin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Ülkemiz sanat tarihi disiplinin gelişiminde, üzerinde yaşantımızı kurduğumuz sosyo-kültürel birikim ele alınırken disiplinin kendi doğası üzerinde yeterince durulmamış olması, sanat tarihi biliminin kuramsal yönü zaman zaman çeşitli tartışmalara konu olsa bile, sistematik bir incelemenin nesnesi yapılarak tüm yönleriyle incelenmemiş olması tezimizin ortaya çıkış sebebini oluşturmuştur.

Çalışmamızın amacı, sanat tarihi disiplinin ülkemizde ne şekilde alımlandığını tarihsel olarak ortaya koymak ve sistematik bir sunumla günümüzde sanat tarihi kuramının ana hatlarını çizmek olarak belirlenmiştir. Kuramsal düzeyde yapılan bir çalışmaya tarihsel sınırlama koymanın olanaksızlığından dolayı, çalışmamızın sınırlaması kapsam açısından yapılmıştır. Tarih yazımı, sanat tarihi kuramı ve Türkiye’de sanat tarihi olarak belirlenebilecek üç ana çalışma alanında; ilk iki alan, gerekli kavramsal temeli sağlamak açısından ana hatları ile dönemsel belirleyicileri üzerinden değerlendirilerek ele alınmıştır. Üçüncü ve tezimizin ana başlığını oluşturan alan ise Cumhuriyet’in hemen öncesinden başlayarak yirminci yüzyılın sonuna dek uzanan süreçte, özellikle genel sanat tarihi ve Türk sanatı tarihi çalışmalarında kullanılan kavramsal çerçeveler üzerine odaklanmıştır.

(12)

2 Bunun için, öncelikle, sanat tarihi kuramının oluşumunda sanat anlatımını biçimlendiren tarih disiplininin kuramsal zemini tartışma konusu edilecektir. Tarih, tarihsellik ve tarih yazımının sorunsallaştırılması sanat tarihi disiplinin yöntem açısından tarihle olan bağlarının anlaşılması ve kendine özgü kuramsal dokusunun gün ışığına çıkarılması için birincil derecede önemlidir. Bu yüzden yüzyıllar boyunca tarih yazımı üzerine oluşmuş geniş külliyat, satırbaşlarıyla da olsa, taranarak sanat tarihi yazımındaki kuramsal yönü etkileyen unsurlar ortaya konmaya çalışılacaktır.

Bu amaçla, tarih kavramının ve tarih yazımının gelişim evreleri, bu alanı belirleyen tanınmış araştırmacılar üzerinden değerlendirilmiştir. Kuramsal anlamda, Hegel’in Tarihte Akıl, R.G. Collingwood’un Tarih Tasarımı, G. Simmel’in Tarih Felsefesinin Problemleri, W. Benjamin’in Pasajlar, E. H. Carr’ın Tarih Nedir?, Eric Hobswan’ın Tarih Üzerine, G.G. Foucault’nun Bilginin Arkeolojisi, Iggers’in Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, I. Wallerstein’ın Bildiğimiz Dünyanın Sonu, J.

Kovel’in Tarih ve Tin ve İ. Tekeli’nin Tarihyazımı Üzerine Düşünmek, ana kaynaklar olarak kullanılırken; tarih yazımının tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimleri değerlendirmek üzere bu alandaki en kapsamlı çalışmalardan biri olan E.

Breisach’ın Tarihyazımı, Arif Müfid Mansel’in Ege ve Yunan Tarihi, P. Veyne’in Yunanlılar Mitlerine İnanmışlar Mıydı?, E. Gibbon’un Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, M. Grant’ın Roma’dan Bizans’a, P. Smith’in Rönesans ve Reform Çağı, C.W. Ceram’ın Tanrılar Mezarlar ve Bilginler, P. Burke’ün Annales Okulu ve E. Sönmez’in Annales Okulu ve Türkiye'de Tarihyazımı belirleyici kaynaklar olmuştur.

Bunun yanında Homeros, Heseidos ve Heredotos’un yapıtları, Diderot ve D’Alambert’in Ansiklopedisi, Nietzsche’nin kimi makaleleri, L. Althusser ve L.

Goldmann’ın insan bilimleri içinde tarih üzerine çalışmaları, Lyotard ve Baudrillard’ın postmodernizm açısından tarih yorumları çalışmamız açısından önemli kaynaklar olarak kullanılmıştır.

Sanat tarihi disiplininin oluşumu ve kuramsal tercihleriyle birlikte gelişimi çalışmanın geniş kapsamlı ikinci bölümünü oluşturmaktadır. Tarih yazımının bir

(13)

3 parçası olarak sanat tarihi biliminin ortaya çıkış aşamaları, tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimler bu bölümün başlıca araştırma konusudur. Burada dikkati çalışmamızın merkezi sorunsalından kaçırmamak için tercih edilen yöntem, tarihsel gelişimi genel bir anlatı içinde değerlendirmek yerine, sanat tarihini kuram anlamında etkilemiş kimi araştırmacıları mihenk taşı alarak, sözü edilen dönemi ve o dönemi belirleyen kavramsal altyapıyı tartışmak olmuştur.

Bu kapsamda ele alınan, sanat tarihi kuramının çeşitli problemlerine odaklanan yabancı dildeki başlıca kitaplar: D. Preziosi’nin The Art Of Art History ile Rethinking Art History, A.L. Rees ve F. Borzello’nun editörlüğünü yaptıkları The New Art History, H. Belting, The End Of The History Of Art, D. Carrier’in Principles Of Art History Writing, J. Emerling’in Theory For Art History, E.

Fernie’nin Art History And Its Methods – A Critical Anthology, V.H. Minor’un Art History’s History, M. Podro’nun The Critical Historians Of Art, M. Schapiro’nun Theory And Philosophy Of Art: Style, Artist, And Society olarak sıralanabilir.

Aynı kapsamda, E.H. Gombrıch’in Sanat Ve Yanılsama – Resim Yoluyla Betimlemenin Psikolojisi, Resimde Anlam Sorunu ve Sanatın Öyküsü kitapları, A.

Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi, N. Hadjinicolaou’nun Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi, H. Wölfflin’in Sanat Tarihinin Temel Kavramları, E. Panofsky’nin Hümanist Bir Bilim Dalı Olarak Sanat Tarihi ile İkonografi ve İkonoji – Renaissance Sanatının İncelenmesine Giriş çalışmaları değerlendirilmiştir.

Konunun daha genel anlamda estetik ve sanat felsefesi açısından değerlendirilmesinde ise Hegel’in Estetik – Güzel Sanat Üzerine Dersler, İ.

Tunalı’nın Felsefenin Işığında Modern Resim, Estetik ve Sanat Ontolojisi kitapları, Wörringer’in Soyutlama ve Özdeşleyim, S.K. Yetkin’in Estetik Doktrinler, R.

Arnheim’ın Görsel Düşünme, E. Akyürek’in Ortaçağ’dan Yeniçağ’a Felsefe ve Sanat, N. Bourriaud’nun İlişkisel Estetik kitapları önemli çalışmalar olarak kullanılmıştır.

(14)

4 Genel olarak tarih yazımı ve özel olarak sanat tarihinin kuramsal gelişiminin ele alındığı bu temel üzerinde, Türkiye’de sanat tarihi kuramının alımlanışı; yani uygulamadaki örneklerinden yola çıkılarak sanat tarihinin kuramsal gelişim süreçlerin ne şekilde içselleştirildiği ve yorumlandığının soruşturulması tezimizin ana gövdesini oluşturacaktır. Asıl olarak yirminci yüzyılın hemen başlarında belirlenmeye başlamış bu süreç ele alınırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine ağırlık veren bir girişle tamamlanarak, tarihsel kopukluğa izin verilmemeye çalışılacaktır.

Bu kapsamda yararlandığımız kitaplardan belli başlıları; C.E. Arseven’in Türk Sanatı ile Sanat ve Siyaset Hatıralarım, C. Bayet’in Muhtasar Sanaat Tarihi, E.

Diez’in Türk Sanatı, Z. Güvemli’nin Başlangıçtan Bugüne – Türk ve Dünya Sanat Tarihi, İ. H. Baltacıoğlu’nun Türk Plastik Sanatları ve Sanat, R. Mantran’ın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, N. Berkes’in Türkiye'de Çağdaşlaşma, H.Z. Ülken’in Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, S. Bozdoğan’ın Modernizm ve Ulusun İnşası, O.

Arık’ın Türk Sanatı – Türk Medeniyet ve Sanatına Dair Arkeolog Gözü ile Anadolu, O. Aslanapa’nın Türk Sanatı ve Türkiye’de Avusturyalı Sanat Tarihçileri ve Sanatkârlar, Doğan Kuban’ın Anadolu-Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler ve 100 Soruda Türkiye Sanat Tarihi, M. Cezar’ın Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, K. Bostancı’nın Mehmet Vahit Bey ve Güzel Sanatlar Üzerine Bir Terminoloji Risalesi, O. Arsal’ın Modern Osmanlı Resminin Sosyolojisi – 1839-1924, K. Giray’in Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği ve Cumhuriyetin İlk Ressamları, S. Mülayim’in Sanat Tarihi Metodu, A. Ödekan’ın Türkiye'de 50 Yılda Yayımlanmış Arkeoloji, Sanat Tarihi Ve Mimarlık Tarihi İle İlgili Yayınlar Bibliyografyası - 1923/1973, K. Özsezgin’in Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, S. Tansuğ’un Çağdaş Türk Sanatı, Türk Resminde Yeni Dönem ve Karşıtı Aramak, A. Akay’ın Sanat Tarihi – Sıradışı Bir Disiplin olmuştur.

(15)

5 Bu çabaya girişmeden önce, araştırmamızın üzerinde hareket edeceği bazı temel kavramların tanımlanması önem taşımaktadır. Bilimsel bir araştırma alanı olarak “sanat tarihi kuramı”nı incelemeye geçmeden, onun bilimsel kuram anlamındaki varlığını ve dayanak bulduğu ilkeleri burada kısaca ortaya koymalıyız.

Bilimlerin, söylence ve çeşitli öteki anlatı biçimlerinden ayrışarak kendilerini örgütlü özgül alanlar olarak ortaya koymaları on yedinci yüzyıla, Rönesans’a ya da daha da temelde ortaçağ içindeki kimi gelişmelere kadar geriye götürülmesine karşın, bugün kullandığımız anlamda varlık kazanmaları on dokuzundu yüzyıla tarihlenmektedir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde bilgi teorisinde ortaya çıkan yeni gelişmeler sonucunda, bilimlerin sınıflandırılması ve yöntemiyle ilgili tartışmalar yoğunlaşmıştır. Bilimlerin “varlık alanları”, “objeleri karşısında takındıkları tavırlar” ve “yöntemleri” de yine bu süreçte belirlenmiştir (Mengüşoğlu, 2000: 27-28). Saydığımız bu olgular tüm bilimler için farklı farklı da olsa, bilimsel disiplinler belli kategoriler altında bir araya getirilebilirler. Windelband’a göre, bu sınıflandırma açıklamaya dayalı “rasyonel bilimler” ve “deneye dayalı bilimler”

olarak gerçekleşirken (Mengüşoğlu, 2000: 33); Dilthey’a göre, anlamaya dayalı

“manevi bilimler” ve gözleme dayalı “doğa bilimleri” olarak tanımlanmıştır (Mengüşoğlu, 2000: 41). Windelband ve Dilthey’ın “yöntemi temel alarak”

yaptıkları bu ayrımlar, bizim inceleme alanımız olan ve “açıklama” ya da “anlama”

kavramlarıyla izah ettikleri sosyal bilimler alanının kuramsal zeminini de oluşturmaktadır.

Bilimsel kuram ise “olgu ya da olayları sistemli olarak açıklayan kavramsal bir yapı” olarak tanımlanmaktadır. Olgu ya da olayların zihinsel süreçler sonunda bir sistem içinde birleştirilmiş halleri olan kuramlar, yine düşünme süreçlerimizin ürünü olan varsayımlardan ayrılmaktadır. Kuram, kesin bir yasa olarak gösterilemese bile, belirli sayıda örnek tarafından doğrulanmış, ele aldığı konuya ilişkin birçok önermeyi bünyesinde taşıyan bir sistemdir. Kavramsal bir şema olarak da görülebilecek kuramlar, mantıksal bir düzen içinde bir arada bulunan önermelerden oluşur (Yıldırım, 2000: 132-133)

(16)

6 Kuram düzeyine yükselmiş bir açıklama sistemi, içinde çelişki taşımaksızın tutarlı olmalı, eğildiği alana bir bütün olarak yaklaşabilmeli ve diğer sistemlerden bağımsız hareket edebilmelidir. Bunun için de, özellikle, ele aldıkları konuya ilişkin ortaya attıkları “terimler” iyi seçilmiş olmalıdır (Yıldırım, 2000: 136). Bununla birlikte bütün kuramların ortaya atıldıkları dönemin ve ele aldıkları konuların çerçevesiyle sınırlı oldukları unutulmamalıdır. Zaman içinde bir kuramsal sistemin geçerliliğini yitirmesi ve onun yerine bir başkasının ikame etmesi, aynı zamanda bilimsel ilerlemenin itici gücü olarak da değerlendirilir (Yıldırım, 2000: 142-143).

Öte yandan yirminci yüzyıl bilim felsefesi alanından bakacak olursak, Karl Popper’ın deyişiyle, bir kuram doğrulanabilirliğiyle değil –çünkü bu, sonsuz sayıdaki örneğin tüketilebilir olmadığı için geçerli değildir– yanlışlanabilirliğiyle bilimsellik düzeyine yükselir (Demir, 2000: 49). Bilimsel kuramları mitoslardan ayıran eleştirilebilir olmaları ve söz konusu eleştiriler ışığında değişiğe açık olmalarıdır (Demir, 2000: 55-56). Thomas Kuhn’un belirttiği gibi, bilimsel anlamda her yeni kuram, süreklilikle olduğu kadar sıçramayla da birlikte, bir paradigma1 değişimiyle, eski kuramların problem çözme yetenekleri zayıfladığında ya da başarısızlığa uğradığında ortaya çıkar (Kuhn, 1995: 104). Dolayısıyla bilimsel anlamda bir kuram, ele aldığı nesneyi açıklamakta diğer disiplinlerden ayrılarak kendine özgü araçları bulunan, ama aynı zamanda bu araçlarını zaman içinde değiştirme yeteneğine de sahip olmalıdır.

Kuramsal anlamda kendi terim ve önermeleri bulunduğunu düşündüğümüz sanat tarihi yazımına ve sanat tarihinin kuramsal boyutlarına geçmeden önce, disipline özgü kuramsal ayrım noktasında değerlendirmemiz gereken olgulardan bir diğeri, disiplinin kendisine yakın olan alanlarla ilişkisi ve ayrımlarıdır.

      

1 Nilüfer Kuyaş, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’na yazdığı önsözde “paradigma” kavramını, sözcüğün bu bilim adamı tarafından zaman içinde değişen bir çerçevede kullanıldığının da altını çizerek, genel anlamda, “…belli bir geleneğin içerdiği somut ve örnek problem yahut bulmaca çözümü…” olarak tanımlandığını belirtmektedir (Kuhn, 1995: 17).

(17)

7 Sanat tarihi, sanat eleştirisi, estetik ve sanat felsefesi, uzun yıllar boyunca aynı alanı paylaşmış, kimi zaman biri kimi zaman diğeri ön plana çıksa da “tarihsel”

ortaklıkları olan, ancak bilimsel anlamda kendilerini disiplinlerinin özgüllüğü içinde ifade edebilmek için sınırlarını özenle çizmiş –deyim yerindeyse– üç kardeş alanı tanımlamaktadırlar.

“Sanat felsefesi, sanatın, sanatsal yaratmaların ve beğenilerin özü ve anlamını konu olarak alan felsefe dalıdır…

Güzelin ve güzel sanatların doğasını, yapısını, işleyişini inceleyen estetikten ayrı tutulan sanat felsefesi, belirli sanat yapıtlarını çözümleyen ve tarihsel koşulları içinde değerlendiren ‘sanat eleştirisi’nden de farklıdır.

Sanat yapıtlarının tanınması, yorumlanması ve değerlendirilmesi gibi görevleri bulunan ‘sanat eleştirisi’ yapıtların önceden benimsenmiş estetik değer ölçütlerine göre değerlendirilmesini içerdiğinden estetik kuramının bir uygulama alanı olarak görülebilir… Uzun zaman sanatçıların yaşam öyküleriyle sınırlı kalmış olan ‘sanat tarihi’ yöntemsel temelleri, 18. yy’daki arkeolojik kazı ve buluntulardan sonra ortaya çıkan yeni bir bilim dalı kimliği kazanmıştır.” (Bozkurt, 2000: 23-24)

Aristoteles’in Poetika’sından bu yana tartışma konusu edilen ve sanat yapıtının varlıkbilim açısından incelenmesini konu alan sanat felsefesini bir kenara bırakırsak (Aristoteles, 2002: 7-10; Tunalı, 2001: 50-51); sanat tarihi, sanat eleştiri ve estetik disiplinleri aynı zaman dilimi içinde özgül birer alan olarak tanımlanmaya başlamışlardır. Bumgarten 1750’de Estetik’ini, Winckelmann 1764’te Antik Sanatın Tarihi’ni yayımlamıştır. Bağımsız “salon”ların ortaya çıkmasıyla, okuru aydınlatmak için gazetelere yazılan sanat eleştirisi yazılarının kendini göstermeye başlaması da yine on sekizinci yüzyıldadır (Bozkurt, 2000: 27). On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca bir arada gelişmiş olan bu alanlar içinde, sanat tarihine yöneltilen en önemli eleştiri, onun sanatsal varlık alanını bütünselliği içerisinde değil, parçalara

(18)

8 ayırarak ele almasıdır. Bu arada sanat yapıtının biçim, biçem, tipoloji gibi özelliklerinin yanında sosyolojik ve psikolojik yönlerine bakmaya çalışsa da, bu öğeler arasındaki ilintileri dikkate alacak geniş bir kuramsal çerçeveyi yaratamamış olmasıdır (Bozkurt, 2000: 30).

Öte yandan sanat tarihinin bilimsel bir disiplin olarak ortaya çıkışı 19. yüzyıl sonlarını bulmasına karşın, genel tarihten bağımsız özerk sanat tarihi yazımı, yüksek Rönesans dönemine kadar geriye götürülmektedir. Bu konuda bazı kaynaklar sanat eseri koleksiyonunu bir milat olarak almışlar ve tarih çizelgesini Roma’ya, hatta daha öncesine götürerek çeşitli açıklamalarda bulunmuşlardır (Mülayim, 1994: 75-87).

Ancak, kanımızca, sanat tarihi hakkında yapılacak kuramsal bir araştırma, öncelikle sanat yapıtı üretilmesinin ya da toplanmasının tarihine değil, sanat tarihi yazımının tarihine odaklanmak durumundadır.

Çalışmamızın ileriki bölümlerinde tartışmaya çalışacağımız olgu, kuramsal anlamda bilimsel bir disiplin olarak örgütlenmiş sanat tarihleri yazımının temel kavramlarının tartışılmasıdır.

Bununla birlikte, 1950’de Gombrich’in;

“‘Sanat’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır” (Gombrich, 1999: 15);

1988’de Sezer Tansuğ’nun;

“Sanat tarihi, sanatçının bireysel özgürleşme sürecinin, kendi benliğini kanıtlama olgusunun da tarihidir” (Tansuğ, 1995: 19)

Ve 2005’te Damisch’in,

“Sanat tarihi, sanat tarihini yapanların her zaman sanatçılar olduğunu unutan bir disiplin” (Akay, 2009: 53),

açıklamaları da her noktada akılda tutulmaya çalışılmıştır.

(19)

9 2. Tarih Tanımı ve Tarih Yazımının Gelişim Evreleri

Tarih disiplini insanlar için yaşamsal önem taşımanın yanında yüzyıllar boyunca kuramsal anlamda tartışma konusu da edilmiştir. Gündelik yaşamın kural ve işleyişi ile ilgili sorunlar konusunda belirleyici olan tarih kavramının işlevselliği, söz konusu kavramın nasıl ortaya çıktığını ve bu disiplin içindeki farklı yönelimlerin tartışılmasını da beraberinde getirir. Tarih kavramının anlaşılması, yorumlanması ve kuramsal olarak bir disiplin çerçevesinde ele alınması sanat tarihi kuramı için de belirleyicidir. Bu yüzden sanat tarihi kuramı tarafından uygulanan yöntem ve disiplinlere geçmeden önce tarih disiplininin genel görünümü saptanmaya çalışılacaktır. Antik Yunan’dan bu yana tarih yazımında pek çok gelişme yaşanmıştır. Bu gelişmelerin tümünü buraya taşımak söz konusu olmasa bile, ana hatlarıyla onları özetlemek ve kuramsal anlamda bir arka plan oluşturmak incelememiz açısından önem taşımaktadır.

Tarih yazımı ile ilgili kaynaklara bakıldığında tarihin, öncelikle yönetici sınıf kültürü olarak, daha sonra ulus devlet ideolojisinin bir parçası biçiminde ve on dokuzuncu yüzyıldan bu yana da bilimsel bir disiplin olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. (Tekeli, 1998: 29-30)

“Tarih yazımında zamanın akıp gidişi içinde toplumun geçirdiği değişikliğin niteliğine ilişkin olarak yapılan kabuller, tarih yazımındaki yorumları, açıklamaları değiştirecektir. Bunlardan birincisi döngüsel bir bakış açısıdır. İkincisi toplumları sürekli bir ilerleme içinde görmektedir. Üçüncüsü ise tarihi, hep belirsiz bir çeşitlilikteki olguların, belirsiz bir akışı olarak görmektedir.”

(Tekeli, 1998: 57)

(20)

10 Aristoteles’ten beri kuramla tarih arasında var olan çatışma2 tarihin pek çok farklı sosyal bilim kuramını kullanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Geçmişten kalan belge ve kanıtlara dayalı bir yapısı olan tarih, dil aracılığıyla geçmişi yeniden kurarken kaçınılmaz olarak kendinden önce üretilmiş sosyalbilim kuramlarından yararlanmaktadır.

“Çünkü geçmişin kanıtlarından geçmişin yaşantısına geçmek için ön bilgiye gereksinmesi vardır.” (Tekeli, 1998: 58).

Tarihçi bu kanıt ve sistem kurucu ön bilgilerden yararlanarak olaylar arasında sınıflandırmalar yapar, onlar arasında ilişkiler kurar ve onlara anlamlar yükler. Bunları yaparken de genellemeler kullanır (Hobsbawn, 1999: 67; Tekeli, 1998: 67)

Tarih yazımının üzerine geçmişten bugüne üretilmiş kuramsal açılımların ele alınacağı bu bölümde öncelikle “Tarih Nedir?” sorusunun üzerine gidilecektir. Tarih konusunda çalışan araştırmacı ve düşünürlerin kalemlerinden tarih kavramı konusundaki düşünceler ve tarihe yaklaşma yöntemleri ele alınacaktır.

“Antik Yunan’da Tarih Kavramı” bölümü Homeros’un3 çalışmalarından başlayarak Heseidos, Heredotos, Tukydides gibi tarihçilerin tarih anlayışlarını konu edinecektir. “Roma Tarih Yazımı” ile Antik Yunan’da kent devletlerinin oluşturduğu siyasal örgütlenmeden Roma’nın imparatorluk düzenine geçişte değişen tarih yazımı üzerinde durulacaktır.

      

2 Aristoteles’in çalışmalarında tarih kuramsal/ teorik bir çalışma alanı olarak değil, belagata dayalı edebi bir tür olarak ele alınmaktadır. Bkz.: İ. Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara, 1998, s. 53.

3 Ezra Erhat, İlyada’ya yazdığı önsözde, Homeros destanlarının bir kişiye mal edilmekle birlikte, aslında, M.Ö. sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllar boyunca bir Homerosoğulları sülalesi tarafından yazıldığını belirtmektedir. (Homeros, 2002: 11-12)

(21)

11

“Tarih Yazımında Dönüm: Ortaçağ ve Rönesans” başlığı ile ortaçağın yeni bir öznelik konumu üreterek geliştirdiği tarih algısının Rönesans içinde nasıl değerlendirildiği tartışma konusu edilecektir.

“On Sekizinci Yüzyıl Tarih Yazımı”, Aydınlanmanın kavramlarıyla tarihin yorumlanışına ayrılırken; “On Dokuzuncu Yüzyıl Tarih Yazımı”yla, tarihte Hegel devrimi; “Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı”yla ise Annales Okulu merkez alınarak çok çeşitli eğilimlerin tarih yazımı içinde nasıl vücut bulduğu serimlenmeye çalışılacaktır.

2.1. Tarih Nedir?

Tarih sözcüğünün kökeninde bulunan Latince “historien” terimi “öğrenmeye çalışmak, araştırmak, incelemek, keşfe çıkmak, gezerek tanımak, sormak, soruşturmak, sorarak bilgi edinmek, bilmek, tanımak ve sonunda söz ve yazı ile bildiğini anlamak” anlamına gelmektedir. “Historia” terimi ise “araştırma, bilgi edinme, keşif ve sonunda elde edilen bilgilerin dile getirilmesi, anlatılması”

anlamlarını taşır.

Toplumbilimleri üzerine çalışmalarıyla tanınan Lucien Goldmann, ana başlık altında kısaca değindiğimiz tarih biliminin sosyal bilimlerle ilişkisi içinde kuramsal temelinin saptanması konusunda, tarihi genel anlamdaki insan bilimlerine göre değerlendirmek yanlısıdır:

“(…) Tarih bilimlerinin konusu, bütün yerlerin ve bütün zamanların insan eylemlerinden oluşmuştur. Bu eylemler bir insan topluluğunun varoluşu ve yapısı üzerine bir önem ve bir etkiye sahip olduğu ve olmakta olduğu ve bu insan topluluğunda, örtülü olarak, şimdiki zamandaki ve gelecekteki insan toplumunun

(22)

12 varoluşu ve yapısı üzerinde bir önem ve bir etkiye sahip olduğu

ölçüde bütün yerlerin ve bütün zamanların insan eylemlerinden oluşmuştur.” (Goldmann, 1998: 32-33)

Epeyce geniş tutulmuş bu tanımda insan eylemlerinin ön plana çıkartılmış olmasına karşın, gelecek zamandaki insan eylemlerine ışık tutacak tarihin hangisi olduğuna nasıl karar verileceği açıklık kazanmış görünmemektedir. Bu yüzden, ilk etapta, tarih kavramının tanımında olduğu gibi içerimi üzerinde de pek çok farklı yaklaşım bulunduğunu söyleyebiliriz. Tarih yazımı üzerine kapsamlı çalışmalar yürüten tarihçi Ernst Breisac bu soruya verilmiş çeşitli cevapları birleştiren bir açıklama yapar:

“Tarih, ahlaki ve pratik dersler veren bir hocadır; tarih, geçmişe duyulan özleme bir cevaptır; tarih, eski veya yeni bazı rejimlerin haklılık gerekçesidir; tarih insanın merakını tatmine yarayan bir araçtır; Tanrı’nın kudretine bir kanıttır ve nihayet tabii, tarih bir bilimdir.” (Breisac, 2009: 16)

İngiliz tarihçi Edward Hallett Carr ise Tarih Nedir? adlı kitabında bu duruma şöyle açıklama getirir:

“‘Tarih nedir?’ sorusunu yanıtlamayı denediğimizde, cevabımız bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.” (Carr, 2009: 10-11)

Aynı konu hakkında Eric Hobsbawn;

“En genel anlamıyla, tüm toplumların zamansal akış içeren yaratılış ve gelişme mitleri vardır.”

(23)

13 diyerek, kronoloji, soyağaçları ve tarihçelerin tüm toplumlara özgü olduğunun altını çizer (Carr, 1999: 36) Geçmişin asıl incelenme nedeninin, yazılı kaynakların başlangıcından bu yana, şimdinin ve geleceğin modeli olarak kullanılması olduğunu belirtir. (Hobsbawn, 1999: 41)

“Tarihin yapabileceği, genelde tarihsel değişimin, özelde ise insan toplumlarının son birkaç yüzyılda dramatik ölçüde hızlanmış ve kapsamlı değişikliklerle gerçekleştirdiği dönüşümlerin genel şemaları ile mekanizmalarını keşfetmektir.”

(Hobsbawn, 1999: 48-49)

Burada ele alınan “dönüşüm” ve tarihin bundaki rolü konusunda Carr, daha temkinli bir tutum içinde görünmektedir. Carr, pozitivist bir biçimde ortaya konmuş olgular ve kanıtlar yığınının tarih olarak nitelenmesi sürecini, “geçmişe ilişkin sıradan bir olgunun tarihi bir olguya dönüşme süreci” olarak tanımlar ve bu sürecin bilimselliğinin aslında yalnızca sözü edilen olgunun çeşitli araştırmacılar tarafından literatüre geçen kitaplarda anılması, referans olarak gösterilmesi ve alıntılanması olgusu olduğunu savlar (Carr, 2009: 15).

“19. Yüzyıl olgular fetişizmi, bir belgeler fetişizmiyle tamamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler olgular tapınağındaki

‘kutsal sandık’taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önünde yaklaşıyor ve onlardan huşû dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu bir belgede bulursanız o öyledir. İşin aslına bakarsanız, bu belgeler – resmi buyrultular, antlaşmalar, kira kayıtları, hükümet raporları resmi yazışmalar, özel mektuplar ve anılar– bize ne söylerler?

Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden – neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söyleyemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerine

(24)

14 çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz.

Belgeler içinde bulunsunlar ya da bulunmasınlar, olgular, tarihçi onlardan herhangi bir biçimde yararlanmadan önce tarihçi tarafından yine de işlenmek zorundadırlar. Tarihçinin onlarla yaptığı şey –eğer böyle diyebilirsem– bir işleme sürecidir.” (Carr, 2009: 19-20)

Iggers de bu görüşe katılmaktadır. Tarihin bir takım “gerçeklik, kasıtlılık ve silsile” varsayımları üzerinden hareket ettiğini ve bunun Thukydides’ten Ranke’ye, oradan yirminci yüzyılın ortalarına kadar geçerli olduğunu belirtir (Iggers, 2007: 3).

“Biz ancak geçmişi günümüz açısından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz.” diyen Carr (Carr, 2009: 29), tarihin işlenme sürecinin doğru değerlendirilmesi için, tarihi gerçeklik ya da doğruluklardan önce, tarihçinin birey olarak kimliğinin dikkate alınması gerektiğini, giderek tarihçinin yaşadığı “tarihsel ve toplumsal çerçeve”nin öncelikli olarak değerlendirilmesini öne çıkartır (Carr, 2009: 52-53).

Tarihin ereksellikten uzak bir biçimde belirli yasalarla işlediğini ve bu yasaların da tarihi ele alan tarihçinin içinde bulunduğu çağ tarafından belirlendiğini öne süren bu görüşler karşısında modernizmin ilk sosyologlarından olarak anılan George Simmel’in görüşünü konumlandırabiliriz. Şöyle der Simmel:

“…tarihin bir mâna ve hedefi olduğu ya da genel bir kavram biçimine katıldığı yalnızca varsayımsaldır. Ama öte yandan bunların reddi de daha az varsayımsal değildir.” (Simmel, 2008:

103)

Bununla birlikte yöntem anlamında Simmel’in önerisinin Carr’ın önerilerinden ya da Hobsbawn’ın uyarılarından uzak olmadığını da açıklamalarında görebiliriz.

(25)

15

“Tarihsel hareketlerin yasalara göre oluştuğu kesindir ve soru yalnızca bu yasaların ne türde ve ne içerikte olduğudur.” (Simmel, 2008: 103)

“Olayların zamansal-nedensel devamının aynı zamanda bir ilerleme olup olmadığı, gerçeklerin o sırasını izlemeyen bu sıraya sonradan eklenen bir ideale göre belirlenir… Demek ki tarihte bir ilerleme görüp görmeyişimiz, öznelliği önemsenecek bir değer kavramına bağlıdır.” (Simmel, 2008: 104)

Simmel’in de sözünü ettiği yöntem konusunda, tarih kavramının üzerinde durulması uzun bir geçmişe sahiptir. Antik çağlardan günümüze dek sürekli farklı biçimlerde tanımlanmış olan tarih kavramının bugün bizim genel olarak kullandığımız anlamını kazanması ise 19. yüzyıl sonunun ürünüdür. 1880-90’lı yıllarda Wilhelm Dilthey’ın (1833-1911) da aralarında bulunduğu bir grup Alman filozof tarafından tartışılmaya başlayan “Tarih nedir?” sorusu, İtalya’da Benedetto Croce (1866-1952), İngiltere’de R. George Collingwood (1889-1943) tarafından geliştirilen tarih felsefesi üzerine ciddi bir literatür oluşmasına ön ayak olmuştur (Carr, 2009: 25).

“Tarihin yönetici sınıf kültürünün bir parçası olmaktan çıkıp, bilim haline gelmesi onun yapısında önemli değişikliklerin olmasına neden oldu. Bu değişiklikleri şu ana niteliklerde toplayabiliriz. Tarihin ilgilendiği konular, siyasal ve dinsel olaylardan, toplumsal ve ekonomik olaylara kaymıştır. Tarihin yalnız ilgilendiği konular değil, bunları sunuş biçimi de değişmiştir. Olayları betimleyici bir anlatımdan, olayları açıklayıcı bir anlatıma geçilmiştir.” (Tekeli, 1998: 30)

Antik Çağ Roma tarihi uzmanı Paul Veyne, Antik dönemden modern topluma aktarılan akademik yöntemin ortaçağ tarafından nasıl dönüşüme uğratıldığını Yunanlılar Mitlerine İnanmışlar Mıydı? adlı çalışmasında değerlendirmiştir. Veyne,

(26)

16 Antik Yunan tarihçileriyle bugünkü tarihçileri kıyaslarken, Yunanlıların bütün bir toplumu, giderek yaşamı yeniden üretebilmek için tarihe bakmasına karşın, bugünün tarihçilerinin yalnızca diğer tarihçiler için bilgi ürettiğini söyler (Veyne, 2003: 24-25, 44).

Carr’a göre de, on dokuzuncu yüzyılın başlarında “büyük adamların biyografisi” olarak anlaşılan (Carr, 2009: 53, 169) ve Aydınlanmanın getirdiği bir takım ahlâksal ölçütlerle bir yargılama mekanizması kurularak ele alınan tarih anlayışı (Carr, 2009: 95, 125), 20. yüzyılda büyük değişimler geçirmiştir.

Nedensellik sorununu ön plana alan bu yeni tipteki tarihçi için, Carr, olgular hakkında “yeni bağlamlar içinde ‘niçin’ sorusunu soran kişidir” der (Carr, 2009: 99).

Eric Hobsbawn ise tarihin ideolojik olarak ya da yalanlarla çarpıtılmasından daha önemli olanın anakronizme dayalı olarak yapılan genellemelerden kaynaklandığını belirtir. Antik Yunan toplumlarına ilişkin tarihsel anlatılara bakıldığında bunun açık olarak göründüğünü söyler. Makedonya üzerine yazılmış tarih, hiç de öyle olmadığı halde, bu bölgenin tamamını Yunanlı olarak göstermektedir. Buna karşın Hobsbawn bu dönemde Yunanlıların tamamını kapsayan tek bir politik oluşumdan söz edilemeyeceğinin altını çizer (Hobsbawn, 1999: 12). Dolayısıyla tarih tarihsel süreçte yaşanmış olayları nesnel bir şekilde incelemek iddiasındayken her zaman belirli bir öznellik de taşımaktadır.

Bütün bu tartışmaların ışığında E.H. Carr “Tarih nedir?” sorusuna ilişkin belirlediği şu nokta her koşulda belirgin bir geçerlilik taşımaktadır:

“‘Tarih nedir?’ sorusuna ilk cevabım şu olacaktır: Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog.” (Carr, 2009: 35)

Çalışmamızın sonraki bölümlerinde tarihsel süreç içinde tarih anlayışının değişimi ve gelişimi üzerin durulacaktır. Bununla birlikte bugün anladığımız ve bu başlık altında sorguladığımız anlamda “tarih”in biçimlendirilişi on dokuzuncu yüzyılın entelektüel ortamına aittir. Wallerstein yine aynı yüzyılda ortaya atılmış olan “disiplinler” mantığını, “ne üzerine, ne

(27)

17 şekilde ve neyi eleyerek” düşünülmesi gerektiğinin sınırlarını çizen bir yaklaşım olarak belirler. Toplumsal gelişmelerin farklı farklı disiplinler altında, mesleki uzmanlaşma ile incelenmesi gerektiği düşüncesi “Ranke devrimi”

olarak adlandırılan profesyonel tarihçilik alanını doğurmuştur (Wallerstein, 2003: 238).

2.2. Antik Yunan’da Tarih Kavramı

Tarih üzerine ilk yazılı kaynaklar olarak bilinen yapıtlar Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarıdır. M.Ö. sekizinci yüzyılda İonya bölgesinde yaşadığı sanılan Homeros, İlyada’da Troya Savaşı’na ilişkin söylenceleri bir araya getirir. Antik Yunan’da gelenek-görenekleri, dini ve felsefi inançları ve coğrafyası hakkında bilgiler verir. Odysseia ise Troya Savaşı’ndan sonra, yurduna dönmek üzere yola çıkan Odysseus’un yolculuğu sırasında yaşadığı olayları konu alır (Breisac, 2009:

21-23; Homeros, 2002: 7-18). Bu dönemde tarih geçmişin öyküsü olarak her şeyden önce ders ve ilham vermeyi amaçlamakta; çoğu zaman da ondan eğlendirici olması beklenmektedir. Bu açıdan çok ciddi bir tutarlılık taşıması da gerekli değildir.

Kulaktan kulağa yayılan bir tarih anlayışının ürünü olan Homeros destanlarında inandırıcılık, geçerlilik ya da kanıtlama gerekli değildir; çünkü bu kısımlar zaten zaman içinde “tedavülden düşüyor, söylenmeye söylenmeye unutulup giderek yerlerini daha uyumlu versiyonlara bırakıyorlardı.” (Breisac, 2009: 36-37)

Bugünün perspektifinden bakıldığında İlyada ve Odysseia birer soylular tarihidir. Olup bitenlerde sıradan insanların, savaşan askerlerin pek bir rolü yokmuş gibi görünür. İlyada’da on yıl sürmüş bir savaş birkaç haftayı kapsayan ve tanrılarla kahramanların karşılaşmasını konu edinen bir anlatıya dönüşmüştür. Kahramanlıklar ve onlardan çıkartılacak dersler dışında tarihin bir önemi yokmuş gibi görünür.

(28)

18 Troya’nın kuşatılması, yakılıp yıkılması4, eğer ki ondan çıkaracağımız bir ders yoksa, Homeros için çok önemli değilmiş gibidir (Breisac, 2009: 22-23). Hatta savaşın geçtiği tarihler bile tam olarak belli değildir. Tarih yazımı anlamında zamanın tam olarak belirlenmesi merkezi bir önem teşkil etmez.

“Kahramanlara öykünen veya onlara hayranlık duyan kimseler için, Troya Savaşı’nın hangi tarihte yer aldığının ne önemi olabilir?”

(Breisac, 2009: 24)

Oysa Homeros’u bir iki yüzyıl ara ile izlediği düşünülen Hesiodos tümüyle farklı bir tarih anlayışı taşımaktadır. Epik olarak Homeros’un izinden giden Hesiodos, bugüne ulaşabilen iki yapıtından birinde tanrıların yaşantısı üzerinde dururken, diğerinde bir çiftçinin yaşantısını anlatmıştır (Heseidos, 1991: 1-4). Arif Müfid Mansel Ege ve Yunan Kültürü adlı çalışmasında bu büyük şairin özellikle doğunun, belirgin olarak da Hurrilerin mitoslarına dayalı bir anlatı kurduğunu belirtmektedir (Mansel, 1999: 211). Hesiodos’ın İşler ve Günler ve Theogonia eserlerine baktığımızda buradaki tarih anlayışının artık değişmeye başlamış olduğunu görebiliriz. Kahraman destanlarından öte belirli bir yönü olan bir anlatı karşısındayızdır. Her şeyden önce insan topluluklarını beş çağa ayıran Hesiodos, insanlık tarihini bir “Altın Çağ”dan düşüş olarak resmederek tarihi dönemlere ayırma anlamında ilk girişimi temsil eder (Breisac, 2009: 25). Böylece yavaş yavaş zamanda bir devamlılık arayışı, içinde yaşanılan zamandan başlayarak geriye doğru kesintisiz olarak devam eden bir tarih anlayışı yerleşmeye başlamıştır. Artık Antik Yunan yaşantısının sürdürüldüğü “polis”lerde anlatılan kahramanlık hikâyeleri her şeyi açıklamaya yetmemektedir; kent etrafında merkezileşmiş yaşantı“kurumların, kanunların, kuralların, sözleşmelerin ve beklentilerin devamlılığı”na gereksinim duymaktadır (Breisac, 2009: 27).

      

4 Breisac’ın Homeros’u anlatırken değindiği Troya Savaşı’nın geçtiği Troya VIIa ile ilgili arkeolojik tartışma için bkz.: E. AKURGAL, Anadolu Uygarlıkları, (7. Basım), İstanbul, 2000, s. 135-138.

(29)

19 Antik dönem tarih yazımında üzerinde durulması gereken ve tarihte ilk kez, şair değil tarihçi olarak anılan Herodotos’a (M.Ö. 484 - M.Ö. 425) gelindiğinde bile tarih anlatısı henüz geniş kapsamlı olarak değerlendirilemez. M.Ö. beşinci yüzyılda yaşamış olan Herodotos, tarihin babası olarak da anılmaktadır. Gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlattığı, Herodot Tarihi olarak bilinen yapıtıyla tanınan Herodotos, asıl olarak, Persler ve Yunanlar arasında yapılan Pers Savaşları’nı (M.Ö.

492-449) konu edinmiştir. Bu yapıtta izlenimlerle tarihsel olguları yan yana sıralanmıştır. Birbirinden kopuk, dağınık bir yapı sergileyen kent devletleri için tüm Yunanlıların kullanacağı ortak bir zaman cetveline henüz gereksinim doğmamıştır.

Yine de Herodotos’un tarihi, araştırmacılar tarafından, geniş bir kültürel birikimi yansıtan ilk tarihsel çalışma olarak kabul edilmektedir (Breisac, 2009: 28-29).

Herodotos ve onu izleyen dönemde tarih yazarı olarak karşımıza çıkan Thukydides (yak. M.Ö. 460 – M.Ö. 395) Atina ile Sparta arasındaki 30 yıl süren ve M.Ö. 404 yılında sona eren ünlü Pelopponnes Savaşları’nı kaleme almıştır.

Thukydides, tarihi her şeyden önce, siyasî açıdan incelemiştir. Thukydides yapıtını, okuyana siyasi eğitim kazandırmak, onları siyasi olarak bilgilendirmek için yazdığını söylemektedir. Bu yüzden de savaşın hikâyesinden çok, onun nedenlerini ve sonuçlarını ele alma yöntemini benimser. Anlatımlarında şiirsel bir dehadan çok, savaş hakkında “ne, niye, nasıl” gibi sorulara verilen yanıtlar bulunmaktadır.

Homeros’un sınırları belirsiz ve edebi araştırması bu tarihçilerde özel bir alana odaklanmış, “geçmişi incelemek yoluyla, insan deneyiminin anlaşılmasını” sağlayan bir kimliğe bürünmektedir. Hem Herodotos hem Thukydides için geçerli olan olgu, Homeros’un aksine, yazdıkları dönemi ve savaşları yaşamış ya da bire bir yaşayan ve etkilenen kişilerin tanıklıklarına başvurmuş olmalarıdır (Breisac, 2009: 30). İlk kez Thukydides’in tarihinde savaşı tetikleyen olayla savaşın ardında yatan asıl neden bir birinden ayrılarak ele alınmıştır (Breisac, 2009: 33). Bu, bir bakıma tehlikeli bir şeydir de; çünkü politik olarak devlet adamlarının kahramanlıklara dayalı söylenceye ve ahlâksal derslere bu tip bir tarihten daha çok ihtiyacı vardır. Nitekim her iki tarihçi de üzerinde çalıştıkları eserleri yüzünden sürgün hayatı yaşamışlardır (Breisac, 2009:

39)

(30)

20

“Beşinci yüzyılda Yunanlıların ilgisi devlet, iktidar ve hegemonya üzerinde odaklanmıştı. Fakat Herodotos’un tarihleri bireyler hakkında öyküler anlatıyordu ve Thukydides, devlet adamlarından ve demogoglardan söz ettiğinde, bireylerin önemini vurguluyordu. Daha sonra, dördüncü yüzyılda, toplumsal ilişkilerde yaşanan tedrici çözülme ve bununla birlikte gelen bireye ağırlık verme, biyografi türünün gelişmesine yardımcı oldu.” (Breisac, 2009: 45-46)

Bireysel yaşam öykülerini merkeze alan yeni tipteki tarih anlayışı için en güzel örneklerden biri Makedonyalı Büyük İskender’in yaşamını konu alan tarihlerdir. Breisac, bu dönemin büyük tarihçisi olarak anılacak bir isim bulunmadığını, dönemin tarihçilerinin ürettiği tarihlere bakıldığında da öncülleri kadar iyi bir yapıtın üretilmemiş olduğunu belirtir. Araştırmacı bunu Yunan kent devletlerinden miras alınan tarih yazımının, Büyük İskender’in ürettiği yeni tipteki toplumsal yapılanmaya uygun olmadığını belirterek açıklar. İmparatorluk dönemi için yeni bir tarih yazımı gereklidir ve Homerosoğullarından bu yana sürüp gelen anlatı biçimi yeni çağı açıklamak için fazlasıyla güdük kalmaktadır (Breisac, 2009:

50-51).

Ancak bu dönemde yepyeni bir olgu su yüzüne çıkmaktadır. Makedonya’yı, Mısır’ı, İran’ı, Suriye ve Filistin’i içine katan büyük Helen İmparatorluğu’nun kurucusuna ithafen kurulan İskenderiye Kütüphanesi’nde eski metinler ve Homeros destanları toplanmakta ve arşivlenmektedir. Burada çalışan bilim adamlarının tarih yazımına katkısından söz edilemese de, yöntem bakımından tarih yazımının kökeninde olan tartışmalara yabancı olmadıkları öne sürülebilir (Breisac, 2009: 51- 52).

“Yeni siyasi birimler içinde farklı kültürler bir araya geldikçe, çoktan beri ihmal edilmiş bir işi yeniden ele almak gerekti: standart bir takvim yapılması. Tarihçiler ancak böyle bir takvim sayesinde, artık Yunan uygarlığının girmiş olduğu,

(31)

21 muazzam genişlikteki yörelerde yaşamış bir çok farklı insan

topluluğunun bıraktığı belgelere bir düzen verebilirdi.” (Breisac, 2009: 57)

Antik Yunan’daki tarih anlayışı çizgisel değil, döngüseldir, çevrimseldir. F.

Chatelet’nin gösterdiği gibi, Antik Yunan insanı “evrim üzerine kurulu olmayan bir tarih mefhumu taşır.” Aynı olgu ilkel kabileler için de geçerlidir.

“Onlar geçmiş tarihlerini mithoslar (söylenceler) üzerine oturturlar ve söylencelerini güncel yaşama aktarırılar. Bu anlamda bizim anladığımız anlamda, bir tarih düşüncesi geliştirmemişlerdir.”

(Akay, 1991: 143)

2.3. Roma Tarih Yazımı

M.Ö. ikinci yüzyılda Akdeniz’de önemli bir güç olan antik Roma, Yunan düşüncesini devralmış bir görünüm vermektedir. Yunan sitelerinden toplanmış yapıtlar ve bunların kopyalarıyla şekillenen Roma’nın kültür dünyası, üçüncü yüzyılın sonlarından itibaren tarih çalışmalarına dair ürünler de vermiştir. Resmi kronikler, aile gelenekleri ve çeşitli kaynakalra dayanarak hazırlanan ilk Roma tarihi 200 yılına doğru hazırlanmıştır (Tanilli, 1991: 474-475).

Roma tarih yazımına ilişkin erken dönem kaynakları epey çeşitli olmasına karşın, özellikle Yunan etkisi ve Etrüsk kökeni üzerinde durulmaktadır. Helenistik çağdan devralınan bu eğilimler sonunda Yunanca yazan erken dönem tarihçisi Plybios’ta rastladığımız faydacı tarih anlayışına ulaşıldığını görüyoruz. Bu dönemde tarih, bir imparatorluğun arzularını yerine getirecek ve ideallerine uygun olacak şekilde siyaset ve askeriye üzerine odaklanmıştır. Vatandaşları eğitme, iyi önderler

(32)

22 ve devlet adamları yetiştirme tarihin en önemli varlık nedenleri arasında yer almaktadır (Breisac, 2009: 74).

Roma toprakları Akdeniz havzasında yayıldıkça kültürel yapı da hızla değişmiştir. Merkezi bir yapıda toplanan büyük servetler tarih yazımını da yeni bir çehreye sokmuştur. Antik Yunan köklerden devralınan biyografi metodu ve dramatize etme biçimi Roma tarihçileri için çıkış noktasıdır; ancak artık İskenderiye Kütüphanesi’nin bir getirisi olarak tarihsel araştırma tarih yazımı yönetimini en çok etkileyen alandır (Breisac, 2009: 84). Augustus dönemini izleyen imparatorluk haline gelme süreci tamamlandığında tarih yazımında belirgin iki eğilim vardır: Biri, geçmişin parlak dönemlerine bakarak içine düşülen yozlaşmayı yerme; diğeri ise biyografide tarihin nedeni gibi bir işlev edinen kişilik kavramının önem kazanması (Breisac, 2009: 100-101). Bu dönemde Cicero, Aulus Gellius, Lukianos gibi tarihçiler, tarihin nasıl yazılması gerektiğine ilişkin kitaplar da kaleme almıştır (Breisac, 2009: 102).

İç politikada köleci toplumsal düzeni büyük bir güçle ayakta tutan Roma İmapratorluğu, dış dünyaya karşı izlediğiğ yayılmacı politikayla dünya üzerindeki en büyük güç durumuna gelmiştir. Cumhuriyetçi yönetim ve halkın senatoda temsil hakkının olması tarih yazımını önemli bir konu olarak ön plana çıkarmıştır (Tanilli, 1991: 538-539). Antoninus hanedanlığı döneminde en geniş sınırlarına ulaşan imparatorluk aracılığıyla, Latin dili büyük bir yayılma göstermiştir. Ancak aynı dönem Seneca’nın “aşırı karmaşık, anlaşılması güç” tragedyalarının da yazıldığı dönem olmuştur (Tanilli, 1991: 779-580).

Hıristiyanlığın Roma toplumu içinde yayılması Roma İmparatorluğu’nun dekadan bir egemen zihniyet tarafından yönetilmesiyle aynı döneme rast gelmektedir. M.S. ikinci yüzyılda Hıristiyan gruplar etkin bir nitelik kazanmaya başlamışlardır (Tanilli, 1991: 589). Severus hanedanlığı döneminde başlayan ve bir biri üzerine gelen askeri darbelerle de birleşen bu süreç sonunda (Tanilli, 1991: 598), 410 yılında Alaric’in Roma’yı yağmalamasının ardından o dönem için “dünyanın

(33)

23 sonu anlamına gelen” Roma İmparatorluğu’nun çöküşü gerçekleşmiştir (Grant, 2000:

25-26).

Bizans’ın Jüstinyanus döneminde yaşamış olan Prokopios’un Yapılar kitabının henüz girişinde tarih yazımının, geçmiş çağları ve soylu ataları yücelten Roma etkisini görmek mümkündür.

“Tarih, ataların anısını gelecek kuşaklara iletir; olayları unutturmaya çalışan zamana karşı övgüsünü sunar; kötülüklerin sürekli olarak üstüne gider, böylece onların gücünü engeller. Bu yüzden, geçmişteki eylemler, bizim tarafımızdan sadece, bu eylemi yapanlarla birlikte dikkate alınmalıdır.” (Prokopios, 1994: 16)

2.4. Tarih Yazımında Dönüm: Ortaçağ ve Rönesans

Batı tarih yazımına damgasını vuran İncil yorumu ve açıklanması erken dönemde Roma egemenliğiyle bir çatışma içinde doğmuştur. Ancak bundan sonra

“kilise babaları”nın etkisi altında orijinal dinsel metinlere uygunluk (Breisac, 2009:

115) ve kehanetler (Breisac, 2009: 128) temel tartışma konusu olagelmiştir. Ortaçağ Hıristiyanlığının bugün hakim olan tarih yazımına en büyük etkisi, zaman kavramının bir yaradılıştan başlayarak bir kıyamete doğru gelişen çizgisel bir tarih anlayışı etrafından biçimlenmesi olmuştur (Breisac, 2009: 116-117).

Ortaçağ uzmanları bu dönem için birey kavramının ortaya çıktığı zaman dilimi tanımı yapmaktadır. “Bölünemeyen bir varlık” olarak birey (individuus) tanımı, daha sonra atom için kullanılmaya başlamıştır (Özcan, 2005: 18). Bu birey için hakikate açılan kapı ise sembollerdir (Özcan, 2005: 20). “Ortaçağ insanı hem fiziksel anlamda görür; hem de metafizik anlamda vizyon sahibidir.” (Özcan, 2005:

22)

(34)

24 Erken ortaçağın barbar istilalarıyla tanımlanan döneminden sonra sekizinci yüzyılın sonlarında Karolenj Rönesansı olarak anılan dönem ortaya çıkmıştır.

Kuzeyde büyük başarı kazanan Karolenjk alesinden Charlemagne’nın Frank krallığını birleştirmesi sonucunda bugünkü Batı uygarlığının temeli atılmıştır (Tanilli, 1993: 162-164). Bu döenmde Lombardlar, İspanyollar ve İngilizlerden oluşan bir aydın kesimin bir araya getirilmesiyle Roma’nın edebi mirası ve düşünsel gelişimi yeniden canlandırmaya çalışılır. Roma dünyasının yapıtlarının korunmasını sağlayan bu süreç sonunda Latince de tekrar saygın bir düzeye yükselmiştir (Tanilli, 1993: 181-183).

750 ve 900 yılları arasında Karolenjler döneminde klasik imparatorluk ideallerine ve tarih yazım ilkelerine bir dönüş kendini gösterir (Breisac, 2009: 134- 140). Franklar ve Normandiyalıların etkisiyle kuzey ülkeleri kıta Avrupası üzerinde baskısını arttırdıkça dinsel güçlerle kralların güçleri çarpışmaya başlamıştır. Haçlı seferleri ve bu sırada gelişen kahramanlık hikâyeleriyle de beslenen bu dönem tarih yazımı krallardan hareket edip “devlet”i bulgulamıştır (Breisac, 2009: 158-162).

Avrupa’nın büyük oranda yenilenmeye başlaması ise 1000 yılı korkularının asılmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Hıristiyan babalarının dünyanın sonuna ilişkin öngörülerinin doruk noktası olan 1000 yılı korkusunun ortadan kalnması ve Polonyalı, Macar ve Çek topluluklarının Hıristiyanlığa geçmesiyle istilalara karşı güvenlikli bir set oluşturulması yeni bir canlanmayı da beraberinde getirmiştir.

Karolenj henadanlığının dağılmasıyla feodal toplumsal düzen ortaya çıkacaktır.

Farklı yönetsel bölgeler ve ağır sabanın bulunmasıyla büyük çaplı tarımsal üretimle biçimlenen bu dönemde kilise etkinliği kapsayıcı ve belirleyici çerçeve halini almıştır (Tanilli, 1993: 287-289). Rahipler, feodal beyler ve köylülerden oluşan kast düzeni keşişler, şövalyeler ve serflerden oluşan yeni bir toplumsal sistem getirmiştir (Tanilli, 1993: 292-298).

Bu dönemde Boethius on ikinci yüzyıla damgasını vurarak, bu yüzyılların Boethius Çağı olarak anılmasına yol açacaktır. Tek tek kişilerin ötesinde ortaçağın kültürel belirleyenlerinden en başta geleni kuşkusuz okullardır. Ortaçağ üç okul

(35)

25 tipinden haberdardır: Manastır okulları, kent okulları ve üniversiteler (Jeauneau 2003: 29). Karolenj Rönesansı olarak adlandırılan dönemde okullar açılmıştır.

“Schola”, yani okul sözcüğünden türeyecek olan ve ortaçağın yüksek dönemine damgasını vuran skolastik felsefe kaynaklarını buradan alacaktır. Bu okullar Aristoteles metafiziğine dayanarak, usçu bir temelde öğretime yönelmişlerdir (Timuçin 2000: 406). Elbette bu usçu öğretimin amacı, Charlemange’ın okula eğiliş nedeni olarak açıkça gördüğümüz gibi, yeterli edebiyat bilgisiyle donanmış kilise yöneticileri yetiştirmektir (Jeauneau 2003: 31).

Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasını kapsayan skolastik felsefenin erken evresinden, on ikinci yüzyılın sonunda, Arap felsefesiyle ilişkiye geçilmesiyle, yüksek skolastik aşamasına geçilmiştir (Akyürek 1994: 32). Yüksek skolastiği belirleyen bu dönemde yapılmış çok sayıdaki çevirilerdir (Gimpel 1996: 172-173).

Skolastik için öncelikli amacınsa Manicilerin Hıristiyanlığın ilk iki yüzyılında öğretiye soktuğu dualizmi yok etmek olduğunu söyleyebiliriz. (Eco 1999: 38) Dilenci tarikatlarına papalığın olumlu yaklaşımı, özellikle de Bogomillerden etkilenmiş olan ve Fransa’nın güzeyinde etkinlik gösteren Katarizm ve Valdizm gibi güçlü akımların yatıştırılması amacını taşımaktadır. (Tanilli 1993: 445)

Önceki döneme göre ayırt edici özelliği düşünüldüğünde, skolastiğin ne tam anlamıyla yeni bir düşünüş, ne de bir kopuş olduğu görülecektir. Asıl ayrım yöntemdedir. (Akyürek 1994: 35) Skolastik felsefe akılcı temellere dayanmaktadır.

Yaşamın amacını bilgiyi bulmak olarak görmüştür. Bu yönüyle de entelektüalisttir.

(Akyürek 1994: 38)

Tarihin algılanışında meydana gelen değişimler böyle bir ortamda şekillenmişlerdir.

“1400’lerde, kent cumhuriyetleri, antik tarza duydukları güveni belli etmekten hoşlanıyorlardı; Milano ve Napoli sarayları ve papalık idare heyeti, klasik bilgiyi iyi yönetim ve saygınlık açısından bir nimet olarak görüyorlardı. Eskinin ilminde bu dikkate

(36)

26 değer canlanmanın savunucuları hünamizmacılardı ve klasik

metinleri keşfeder, gözden geçirir, yorumlar, öğretir ve överken, aslında Hıristiyanlıkla taban tabana zıt bir dünya görüşüne sahip, putperest kültürü yüceltmiş oluyorlardı.” (Breisac, 2009: 203)

Gittikçe, kent merkezlerinde toparlanan ve ileride ulusal yapılanmaları oluşturacak olan yeni dönemin yöneticileri bu dönemin hümanist tarih yazıcılarını birer teknisyen olarak kullanmışlardır. Rönesans tarih yazımı her ne kadar Antik köklerden beslense de kentlerde yaşayan halklara bakan, buralardaki önemli kişilerin biyografileri üzerinde odaklanan yeni bir yapılanma göstermektedir (Breisac, 2009:

205).

Kentsel yaşantı ve ticaretin gelişmesiyle yeni sosyal sınıfların ortaya çıktığı on dördüncü yüzyılla birlikte, krallıklar kilise karşısında güçlenmeye başlamıştır.

Kapitalizmin başlangıç evreleri olarak kabul edilen bu dönemde burjuca sınıfı da tarih sahnesine çıkmıştır (Tanilli, 1990a: 30-32). Portekiz ve İspanya’nın başını çektiği coğrafiş buluşlarla birlikte zenginleşme sürecinin hız kazanmasıyla yeni bilimsel buluşlar da ortaya çıkmıştır (Tanilli, 1990a: 38-39). Coğrafi keşifler bir yandna sömürge imparatorluklarını gündeme getirirken bir yandan da düşünsel anlamda yeni bir sıçramaya işaret etmektedir. Antik kaynaklara geri dönme bu dönemde sanat ve bilimin buluşması olarak da tanımlanmıştır (Tanilli, 1990a: 58- 60).

Medici ailesinin iktidar mücadelesinde olduğu gibi, siyasi niteliği ağır basan bu döneme özgü yeni tipteki tarih yazımı, örneğin Machiavelli için yalnızca geçmişten ders ve örnek alma değil, geleceği yaratma için ondan dilediği gibi yararlanma özgürlüğünü de beraberinde getirecektir (Breisac, 2009: 208-209).

Böylece “Hümanistler, Batı’nın geçmişini Karanlık Çağ kavramını kullanarak yeniden inşa ettiler.” (Breisac, 2009: 210)

Bununla birlikte, erken Rönesans döneminde tarihçiler saray üyeleri ve siyasi grupların yapıp ettiklerinden, yöneticilerin erdemlerinden ve savaşlardan başka,

(37)

27 halkın tarihinden siyasi kıssa çıkarmak dışında bir yol izlememişlerdir (Smith, 2001:

133). Hiçbir zaman evrensel bir dünya tarihi yazmaya kalkışmamışlardır. Onun yerine ulusal tarihler ön plana çıkmaya başlamış; İtalyanlar, Almanlar ve İngilizler kendi tarihlerine odaklanarak Rönesans’ın tarih yazımına ana karakterini böylece vermişlerdir. Çevirilerin de etkisiyle tarih bilinci sıçrama yaparken, Aydınlanma’nın temel kavramları ortaya çıkmaya başlamıştır (Breisac, 2009: 228-229).

“Elizabeth döneminde, tarihin çok popüler olduğu belliydi. İngiliz okurları, askeri tarih okuyabilir, tarih elkitaplarından siyasi dersler ve doğru davranış biçimleri çıkarsayabilir, tarihçelerle geçmişe özlem duygularını tatmin edebilir, tarih kitaplarından dini vecit ve Anglikan kilisesinin savunusuna yönelik malzeme bulabilir, Yeni Dünya hakkında bir fikir edinebilir, antikçağcıların topografik anlatılarından erken dönem İngiliz yaşamı hakkında bilgi edinebilir, hatta içerinden en ünlüsü Shakespeare’in dramları olmak üzere, tarihi tiyatro oyunlarıyla eğlenceli, öğretici ve esin verici saatler geçirebilirlerdi.” (Breisac, 2009: 229)

Yeni dünyanın bulunuşu ve diğer coğrafi keşiflerle birlikte ilk kez evrensel bir dünya tarihi yazma fikri gündeme gelmiştir. Ancak burada da İspanyol fetihçilerin hayallerini süsleyen şey, evrensel bir Hıristiyan tarihi yazmak olarak görünür (Breisac, 2009: 231-233). Ne var ki bu girişim, adım adım ilerledikçe, böyle bir tarih için ortak bir geçmiş bulmanın imkânsızlığıyla sonuçlanacaktır (Breisac, 2009: 238-239).

Burke, Rönesans çalışmasının “İtalya Dışında Rönesans” başlıklı bölümünde, Rönesans’la Antikite arasında kurulan bağda olduğu gibi, İtalya dışındaki Rönesans’ın İtalya Rönesansı’yla bağını da sorunsal haline getirmekten yana görünür. Yaygın kanı, Rönesans’ın kuzey ülkelerine İtalya gezisi yapan araştırmacılar tarafından getirildiği yönündedir. Bu yaklaşım, İtalyanları etkin, yaratıcı, yenilikçi göstermekteyken; Avrupa’nın geri kalanını “pasif” olarak tanıtmaktadır. Burke, bu düşünüşe karşı çıkar. Örnek olaraksa, Petrarca’nın en

Referanslar

Benzer Belgeler

(Yani renk çemberindeki renklerdir.) Kromatik renkler Akromatik renklerle yani siyah ve beyazla karıştırırsak bir rengin birbirinden tamamen farklı ve çok zengin

çektirsek her renk başka bir koyulukta görünür. İşte bu rengin kendi içinde veya doğasında barındırdığı valör derecesidir.. b) Yoğunluk Valörü: Bu valör

Tasarımda yer alan benzer ya da farklı ögelerin belirli yerlerde yığılmalarına ya da çoğalmalarına karşılık olarak bazı yerlerde seyrekleşmesi ya da hiç bulunmaması

• Tasarım öge ve ilkeleri bütünlük içindir.. Görsel Tasarım İlkeleri Çeşitlilik.. Çeşitlilik Nedir?. Çeşitlilik ilkesi, görsel sanatların sürekli

Modelin değişik alanları arasındaki uzaklık ilişkilerini incelemenin, belki de en iyi yolu nokta birleştirme yöntemi kullanmaktır.. Bunun için önce, modelin yapısını,

Çapraz perspektifin özelliği iki kaçış noktası olmasıdır, çünkü burada dikey çizgiler birbirine paraleldir.. Çapraz perspektifi

Renk Şabonunun A3 boyutunda scholer yada canson kağıta kopya alınır.. Görebileceğiniz şekilde çok

(Noktanın büyük veya küçük olması karşılaştırma sonucunda ortaya çıkabilir. Fakat normalde bir nokta tek başına iken sadece noktadır. En küçüğü de en büyüğü de