• Sonuç bulunamadı

On Sekizinci Yüzyıl Tarih Yazımı

“18. yüzyıl, haklı olarak, gerek yüzyılın tanıklarınca, gerekse de sonradan tarihçilerce, bir çağın sonu, modern bir çağın başlangıcı olarak algılanmış, duyumsanmıştır. 1618-1648 yılları arasında Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinin, Almanya merkez olmak üzere birbiriyle karşı karşıya geldikleri Otuz Yıl Savaşları’nın sonuçları, özellikle Almanya için ‘parçalanma’

olmuştu… Ansiklopediler Otuz Yıl Savaşları’nın politik sonuçlarını değerlendirirken, Avrupa’da bağımsız ulus devletlerinin ortaya çıkışına işaret ederler.” (Atayman, 2005: 37-38)

32 Savaşların içinden yepyeni bir yapılanmayla başlayan on sekizinci yüzyılın başlangıcında üniversitelerde tarih öğrenimi hâlâ belagat ya da kilise tarihi bölümlerinde işlevsel görülmemektedir. Bağımsız bir tarih dersi gerekli görülmemektedir (Breisac, 2009: 261-262). Bu dönemde Giambattista Vico (1668-1744) ile birlikte on yedinci yüzyıl tarih yazımının Descartesçı kesinlik ilkesi yerine, bir topluluğun düşünce yapısında, bakış açısında değişiklik meydana getiren

“kültürel tarih”in belirleyiciliği tartışılmaya başlanmıştır. Böylece tarihte “anlam”

fikrinin tartışılmaya başlandığı, bir ekol olarak “tarihselciğin” temel kavramlarının yerli yerine oturacağı bir döneme geçilmiştir5 (Breisac, 2009: 263-264). Bu dönemde ortaya çıkan ulusal tarihlerin başlıca gereksinimleri, yeni bir öznelik konumu ve buna bağlı olarak üretilmiş bir öteki kavramlaştırması, “anlatı” biçimindeki tarih anlayışının benimsenmesi ve olayların kendilerine özgü tekil durumlar olarak ele alınmasıdır. Böylece ulus-devlet için kimlik oluşturma süreci başarıyla tamamlanmış olur (Tekeli, 1998: 118). Condillac, anlatı tartışmasına dil açısından katkı sunarak, gelecekte toplumların bu dönemde yazılanlara bekli de edebiyat gözüyle bakacağını söyler; ancak hiç değilse dil aracılığıyla olası bir tarihten söz ediliyor olacağı için bunun bir sakıncası yoktur (Guha, 2006: 29).

Aydınlanma olarak anılan hareket ortaya çıkmadan önce tarih yazımına genel karakteristiğini veren, kilise vakayinameleri, siyasi anılar, kralların yaptığı büyük işler, siyasi ve askeri başarılar gibi çeşitli janrlar içine sıkışmış, anlatıya yaslanan metinlerdir. Aydınlanma, çok daha geniş bir perspektiften tolum yaşamına bakan, ticareti, toplumsal yaşantının moral yönlerini vb. içeren, çeşitli yaşam biçimlerini incelemelere dahil eden bir tarih yazımı geliştirmiştir (Burke, 2002: 29-30).

Hıristiyani ideallerden farklı olarak “gelişim”/ “ilerleme” olgusu on sekizinci yüzyılda tarih sahnesine çıktığında, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek, bir zaman tablosunun üzerinde, refah ve mutluluğa doğru giden yolun taşları olarak dünyevi bir içerikle birbiri ardına sıralanmıştır. Akılcılık temelinde örgütlenmiş olan doğa,       

5 Iggers bu konudan şunu belirtmektedir: “Ortega y Gasset’nin ifadesiyle söyleyersek ‘İnsanın doğası yoktur; onun sahip olduğu tek şey (…) tarihtir.’Ama yine sarsılmaz bir biçimde tarihin, anlamı ortaya çıkardığına, anlamın ise kendini sadece tarihte açığa vurduğuna da inanılıyordu.” (Iggers, 2007: 29)

33 Newton’un yasaları uyarınca işleyen önceden kurulmuş bir saat gibidir. Bilimsel buluşların ardından on sekizinci yüzyıl için gelişim fikri Tanrı’nın dünyayı yarattıktan sonra her şeyi yasalara göre işleyen bir düzenlilik içinde bırakması olgusuna dayanmaktadır. Böylece evrensel bir dünya tarihi için daha önce muğlaklığa sebep olan farklı kültürlerin, sürekli değişim içinde olan örf ve adetlerin varlığı, özellikle Fransız tarihçi ve düşünürleri olan Voltaire’in, Montesquieu’nün yapıtlarında, Batı uygarlığının üstünlüğünün kanıtı olarak sunulmuştur. Vahşiliğe ya da ilkelliğe karşı “uygarlık” teriminin kullanılmaya başlaması da 1770 sonrasına denk gelmektedir. Ortak insan doğasına rağmen doğudaki uygarlıklar bu doğanın gelişme düzeyinin daha ilkel noktalarında olan çocukluk dönemindeki insan toplulukları olarak tanımlanmıştır (Breisac, 2009: 265-266). Öte yandan Voltaire’in 14. Louis dönemini ele alırken kralın ya da dönemin tarihini yazmak istemediğini,

“insan zihninin tarihini” yazmak istediğini söylemesi tarih fikrindeki sıçramayı göstermesi açısından ilgi çekicidir (Sönmez, 2008: 21).

Aydınlanma çağının önemli yapıtlarından, bugünkü anlamda

“ansiklopedi”nin öncüsü kabul edilen, Diderot ve D’Alembert’in editörlüğünde, iki yüzü aşkın bilim adamı tarafından hazırlanan ve 1772 yılında yayımlanan Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü dönemin sanat ve tarih anlayışı hakkında önemli ipuçları vermektedir.

Ansiklopedi’nin sanat maddesi “sanat soyut ve metafizik bir terimdir”

saptamasıyla söze başlar; ardından sanatın “bilim”le aynı anlamda kullanan bir sözcük olduğuna değinilir. Sanatlar, kafa ve el işçiliği temel alınarak, özgür ve mekanik sanatlar olarak ikiye ayrıldıktan sonra, sanatın tarihine ancak mekanik sanatlar alanında yer verilir. Bacon’dan yola çıkarak mekanik sanatların tarihinin oluşturulması felsefenin önemli uğraşı alanlarından biri olarak gösterilir (Diderot ve D’Alambert, 2000: 255-257). Tarih ise, Ansiklopedi’nin yazarlarına göre, “gerçek olduğu ileri sürülen olayların anlatısıdır.” Özellikle devlet yöneticilerine hitap eden bir bilim olarak tarihin faydasının geçmişin hatalarından ders çıkarmak ve başarılı bir yönetim sergilemek olduğu vurgulanır. Tarih yazımının ise Romalı ustalara değinilse

34 de, modern zamanlarda matematik ve fizik gibi kesinlik isteyen bir uğraşı olduğunun altı çizilmiştir (Diderot ve D’Alambert, 2000: 276-279).

Aydınlanma çağı tarih yazımında, Diderot ve D’Alambert’in örneklediği gibi, Rönesans tarihçilerinin geçmişi didik didik eden araştırmacı tutumları eleştiri konusu edilmeye başlanmış, Aydınlanma ideali doğrultusunda tarihçinin “söyleyecek bir sözü” olması gerektiğinin üzerinde durulmaya başlanmıştır (Breisac, 2009: 269).

Aydınlanma düşüncesinin en önemli filozoflarından biri olan Immanuel Kant da, Fransız ekolüne yakın bir çizgi izleyerek, “tarihi aklın zincirlerinden kurtulması”

olarak çalışmalarında işlemiştir (Breisac, 2009: 281).

“İlerleme fikri –klasik anlamını Aristoteles, Agustinus, Fontenelle, Saint-Pierre, Condorcet, Comte, Spencer ve Tylor’da bulduğumuz bu fikirler yığını– ayrıntılı ve kapsamlı bir değişim imgesini içerir.

Olayların kaydını düşme niteliğindeki tarihe belli bazı yönelimlerin verilmesini beraberinde taşır. İlerleme fikri, toplumsal ve kültürel farklılıkların kesin ve özgün yorumuna işaret eder ve toplumsal ve kültürel değişme kuramları inşa edilirken farklılıkların kullanılabileceği anlamına gelir. Eşyanın belli bir doğasını koyut (postulat) olarak ortaya atar; bir evrensellik varsayar ve bize insanın dünyasında işlerin nasıl döndüğüne ilişkin zengin ve ayrıntılı bir resim sunan bir birbiriyle-bağlantılıklar (mütekabiyetler) sistemi yaratır.” (Bock, 1997: 53)

Hobsbawn ilerleme kavramı konusunda temkinli davranmakla birlikte, kapsamını fazla genişletmeden asıl anlamıyla bu ifadenin, zaman içinde, bilginin birikimselliği yoluyla, karmaşık insan ilişkilerini çözümlemek iddiasında olan tarihsel araştırmaları gittikçe daha iyi bir anlayışa getireceğini belirmektedir (Hobsbawn, 1999: 105).

Bütün bunların yanında Aydınlanma geleneğini ve tarih yazımını da tek bir çizgi olarak düşünememek gerekir. Voltaire ve Montesquieu’nün tam aksi

35 istikamette, Aydınlanma’yı bir tür kaybedilmiş umut olarak gören Jean-Jacques Rousseau ve David Hume gibi düşünürleri de kaydetmek gerekir. Bu düşünürler tarih kuramının bütünsel bir şema önermek yerine, “temkinli bir ampirisizm”le hareket edilmesi gerektiğini salık vermişlerdir (Breisac, 2009: 270). Fransız kaynaklı bu görüşe, on sekizinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde İngiltere’den, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi6 ile Edward Gibbon’un kaleminden güçlü bir destek gelmiştir. Her devletin bir erdem üzerine kurulu olduğunu öne süren Gibbon’un bu görüş, Roma İmparatorluğu’ndan olduğu gibi, söz konusu erdem kaybedildikçe çöküşe doğru adım adım ilerlendiğini öne sürmektedir (Breisac, 2009:

279-280).

Bu dönemin sonlarında iki büyük değişimle karşılaşırız. Bunlardan ilki 1780’lerde İngiltere’de meydana gelen Sanayi Devrimi, ikincisi de Fransız Devrimi’dir. İngiltere’de zanaat ötelyelerinde başlayan ve daha sonra fabrika sürecinin önünü açacak olan seri üretim eğilimleriyle ekonomik büyümenin yol açtığı Endüstri Devrimi, 1840 yılında ilk demiryolunun inşası ve ağır sanayinin kurulmasıyla Avrupa’da büyük değişimlere yol açmıştır (Hobsbawn, 1989: 56-61).

Aydınlanma döneminin sonu Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olan Fransa’da gerçekleşmiş ve bütün dünyayı etkisi altına almış kendinden önceki hiçbir olayla karşılaştırlmayacak toplumsal bir olay olan Fransız Devirmi’yle gerçekleşmiştir (Hobsbawn, 1989: 102-103). O güne dek köle olmayan kişileri tanımlayan özgürlük sözcüğü Fransız devrimiyle birlikte evrensel bir anlam kazanarak siyasi bir içerik kazanmıştır (Hobsbawn, 1989: 104). 1789’da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarıyla başlayan Fransız Devrimi, bir yandan burjuva sınıfının kesin üstlünlüğünü ortaya koyacak, bir yandan da yeni tipte bir toplumsal örgütlenme gerektirecek ulusçuluk akımını beraberinde getirecektir (Tanilli, 1990b: 421). Krallık yönetimine karşı kentlerde birikmiş tüccarlar ve yoksul halk kesimlerini bir araya getiren devrim hareketi, feodal rejimin kaldırılmasıyla özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının hüküm süreceği bir dönemi açar (Tanilli, 1990b: 444-446). 1790       

6 E. GIBBON, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, (Çev. Asım Baltacıgil), İstanbul, 1994.

36 yılında, kişi özgürlüğünün yanında, vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğünün yanında baskıya karşı direnme özgürlüğünü de tanıyan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi imzalanır (Tanilli, 1990b: 448-450).

On sekizinci yüzyılda estetik disiplinin kurulmasıyla sanat tarihi de yeni boyutlar kazanır. Bu dönemde özellikle Hegel’in estetik teorilerinin etkisi altında sanatsal dönemlemeler önem kazanmıştır. Hegel’e göre, Doğu’nun taşıyıcısı olduğu

“sembolik dönem”, Antik Yunanca belirlenen “klasik dönem” ve Hıristiyani bir öz taşıyan çağcıl kültürel dönemdir. Ayrıca bu yüzyılda yapılan Pompei ve Herculaneum kazılarıyla arkeoloji alanında çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir (Mülayim, 1994: 94-96).