• Sonuç bulunamadı

TARİHSEL-KÜLTÜREL MİRASI KORUMA POLİTİKALARININ GELİŞİMİ Kültürel çevre içinde tarihsel mirasın korunması politikalarının gelişim Kültürel çevre içinde tarihsel mirasın korunması politikalarının gelişim

TARİHSEL-KÜLTÜREL DEĞERLERİN KORUNMASI

2. TARİHSEL-KÜLTÜREL MİRASI KORUMA POLİTİKALARININ GELİŞİMİ Kültürel çevre içinde tarihsel mirasın korunması politikalarının gelişim Kültürel çevre içinde tarihsel mirasın korunması politikalarının gelişim

prototip yapılar yerel form ve yapı tiplerinin yerini almaktadır. Kısaca, çağın maddeci kültür anlayışı tüm özgünlükleri ve yerel değerleri yok etmektedir.

Tezin küreselleşme sürecinin mekana yansıması ile ilgili bölümünde, bu saptama örneklerle açılmaya çalışılacaktır.

2.TARİHSEL-KÜLTÜRELMİRASIKORUMAPOLİTİKALARININGELİŞİMİ

Özellikle ilkel toplumlarda, anıtsal yapılar; geçmişin temsilcileri olarak değerlendirmenin ötesinde simgesel varlıkları nedeniyle korunmuştur.22

Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında da, koruma daha çok dini inanç ve törelere bağlı olarak gelişmiştir. Yazıtlar, anıtların dini ve mucizevi değerlerini ön plana çıkartmaktadır. Eski Mısır yerleşmelerinin, kutsal yapılar ve çevrelerine gösterdikleri özen ile ve bu yapıtları merkez alarak geliştirdikleri yerleşme düzeni ile hem yerleşme planlaması ve hem de çevresiyle birlikte koruma çabalarının ilk örnekleri olduğu belirtilmektedir.23

Benzer şekilde; Girit adasındaki eski Knossos yerleşmesi de (M.Ö. binli yıllar) ilk koruma örneklerinden birisini oluşturmaktadır. Yapılan kazılarda, yapının alt kısmındaki, önceki devirlere ait kutsal mekanların olduğu gibi ve özenle korunduğu ve kısmen de onarıldığı saptanmıştır.24

Güç ve itibarın din ile simgelendiği Helen öncesi devirlerde, genelde tapınakların korunmaya çalışıldığı, Helen döneminde ise, dini yapılar ve tapınakların yer aldığı kutsal alanlar ile birlikte günlük yaşamda önemli yeri olan kamusal yapı ve mekanların da korunduğu görülmektedir.25

Önceleri koruma, kültürel mirasın fiziksel bakımı ile sınırlı tutulmuştur. Tek anıtsal yapılara yönelik olarak bakım uygulanmaya başlamıştır. Bir başka anlatımla, geliştirmeye açık, devingen bir çevre yaklaşımından çok, tutucu ve durağan bir koruma endişesi taşınmıştır. Doğal çevre içinde tarihsel dokunun

22 Cevat Erder, Tarihi Çevre Kaygısı, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara, 1999, s.1.

23 Erder, a.g.e., s. 13.

24 Erder, a.g.e. s. 17.

25 Erder, a.g.e. s. 70.

bir bütün olarak korunması, tarihin sürekliliği kavramına dayanan bütüncül bir koruma anlayışını gerektirmektedir ki, bu yaklaşımın benimsenebilmesi için çok daha uzun yıllar gerekecektir.

Yaşanılan çevrenin korunmasının gerekli olduğu bilincine ilk kez Romalıların vardığı söylenebilir. Roma Hukukunda, eski eserlerin korunması ile ilgili maddelerin olduğu, şehir estetiği ve cephe kaplamasına kadar inen bir dizi koruma kuralının getirildiği bilinmektedir.26 Örneğin; Herkulaneum kentinde, bir duvara asılan M.S. 44 ve 54 yıllarına ait iki bronz kitabede; “bir yapıyı tahrip ederek maddi kazanç sağlayanların, kazandıklarının iki katını hazineye yatırmak suretiyle cezalandırılacağı” yazılmıştır.27

Geçmişten günümüze ulaşan ilk şehir planlama kuramı kitabı olarak belirtilen “Mimarlık Hakkında On Kitap” adlı yapıt, M.Ö. birinci asırda İmparator Augustus için Marcus Vitruvius Pollio tarafından yazılmıştır. Bu yapıtta, koruma konularına da yer verilerek eski ile yeninin birlikte değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır.28

Roma İmparatorluğunda, kentin bütünü bir sanat yapıtı olarak değerlendirilmekteydi ve önceki devirlere ait yapıların korunması da başlıca kaygılardandı. Pompei kenti de, önceki kuşaklardan devralınan pekçok yapıtın korunarak değerlendirildiği başarılı bir örnek olarak gösterilmektedir.29

26 Besim Çeçener, Günhan Danışman, “Kültür Değeri Olan Yapı Korunması ve İngiltere Mevzuatı”, Mimarlık, S.8, Ağustos 1973, s. 18.

27 Erder, 1999, s. 43.

28 Erder, a.g.e., s. 37.

29 Erder, a.g.e., s. 36.

Roma İmparatorluğunun parçalanmasından sonra İtalya’da koruma duyarlılığı giderek zayıflamıştır. Hıristiyanlığın yayılma devri (pagan dedikleri kendi dışındaki her inancı reddetme dönemi) koruma adına şansız bir dönem olmuştur. Bu dönemde, daha hızlı yayılabilmek adına, Hıristiyanlık dışındaki inançların simgesi durumundaki her türlü dini yapıt yok edilmeye çalışılmıştır.30 Bu dönemi izleyen Ortaçağda da eski Roma ve Helen yapıtları tahrip edilmiştir. Yeni Roma, eski Roma yapılarını, bir bakıma, taş ocağı olarak kullanmıştır.31

Dünyanın en eski koruma projelerinden birisi olan Honshu şehrindeki “Ise Naiku Tapınağı” ilginç bir koruma örneğidir.32 Adı geçen Japon Tapınağı 673-686 yılları arasında İmparator Temmu döneminde, yörede yetişen açık sarı renkli “cypress” ağacından inşa edilmiştir. Ancak, bu ahşap yapı Japonya’nın nemli iklimine en fazla 20 yıl dayanabilmiş. Bu nedenle; her 20 yılda bir, tapınak orijinal hali ile yeniden inşa edilerek (replikaları yaptırılarak) sürekliliği sağlanmaktadır. Eski tapınağın yanına yenisi yapılmakta, belirli bir süre yan yana duran iki tapınaktan önceki giderek çökmektedir.33 Bu tür bir koruma uygulaması dünyadaki ender örneklerden birisidir.

Koruma kavram ve yaklaşımlarının geliştirilmesinde, genelde Batı dünyasının etkin olduğu görülür. Avrupa’da, 18. yüzyıldan sonra, özellikle Helen ve Roma eserlerine ilgi artmaya başlamıştır. Avrupa, kökenlerini eski

30 Erder, a.g.e., s. 71.

31 Erder, a.g.e., s. 73.

32 Fitch, 1998, s. 85.

33 Ek-1: 1,2 nolu fotoğraflar.

Yunan ve Roma uygarlıklarında görmek istemiş ve bu devirlere ait eserleri ortaya çıkarıp korumaya yönelmiştir. 19. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar da, Batı kendi geçmişinin üstün olduğu şovenizminden kurtulamamıştır. Batılı yazarlar önceleri, kendi dışındakileri köylü, sıradan ve göçebe olarak değerlendirmişlerdir. Diğer kültürlerin de uygar olabileceklerini çok daha sonraları anlayabilmişlerdir.34 Ancak son dönemlerde kuzey Amerika’daki yerli toplulukları olan Kızılderililer ve Avustralya’nın yerli toplumu olan Aborjinlerin de karmaşık, sınıfsal yapısı olan ve kentli toplumlar oldukları yazılmaya başlanmıştır.

Eski eserlerin korunması konusunda öncü ülkeler olarak; Danimarka, İsveç ve İtalya’nın adı geçmektedir. İtalya’da, 1624 yılında Papalık kararı ile eski eser dışsatımı (ihracı) yasaklanmıştır. Aynı dönemlerde, Danimarka ve İsveç’de de saray, kale, vb. eserlerin korunmasına yönelik önlemler getirilmiştir.35 Daha sonra Portekiz, Fransa, Almanya, Macaristan, İngiltere ve Mısır’ın eski eserlerin korunması yönünde yasalar hazırladıkları bilinmektedir.

Tarihi yapıların korunması çabaları İngiltere’de 1770’li yıllara, Fransa’da (Commission des Monuments Historiques’in kurulması ile) 1831 yılına rastlamaktadır.36 Fransa’da devrim sonrasında, önemli yapıların aristokrasinin simgeleri olarak yıkılması olayı, koruma yaklaşımlarında, ideolojik boyutun önemini çarpıcı bir şekilde vermektedir. Bu yıkımlara karşı duyulan tepki, Fransa’daki koruma duyarlılığının da başlangıcını

34 Fitch., a.g.e., s. 14.

35 Çeçener, 1973, s. 18.

36 Fitch., 1998, s. 13.

oluşturmuştur. 1830 yılından bu yana Fransa’da İç İşleri Bakanlığı bütçesine koruma çalışmaları için ayrı bir ödenek konmaktadır.37

Tarihsel ve kültürel yapının belgelenebilmesi için yayın çalışmaları da önemli olmaktadır. 1585-87 yılları arasında Virginia’da çalışan, İngiliz araştırmacı John White, bu kıyı bölgesinin canlı yaşamını (insan, flora ve faunayı) çizimleri ile belgelemiştir.38 Aynı şekilde, Fransız ve Portekiz misyonerler Uzak Doğu’nun doğuya özgü gelenek, sanat ve mimarisi üzerine ciltlerce yayın yapmışlardır. 18.yüzyılın ikinci yarısında Johann Joachim Winckelma, sanat ve mimaride öncü yayınlardan birisi olarak bilinen “History of Ancient Art” (Antik Sanatın Tarihi) kitabını yayınlamıştır. Bu yapıtlar koruma konularında önemli yazılı kaynaklar olarak geçmektedir.

Pompei ve Heculeneum kazıları ise, modern arkeolojinin öncü çalışmaları olarak değerlendirilmektedir. Atina’da Acropolis’in ortaya çıkartılmasında çalışan İngiliz James Stuart ve Nicolas Revett, arkeoloji alanında, o dönemler için yeni teknikler getirmişlerdir.

19. yüzyılda Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımları da, bir bakıma, koruma çabalarını desteklemiştir. Ulus devlet olma özelliklerini yeni kazanan Avrupa ülkeleri; tarihi mirası uluslarının kurulmasını meşru kılacak önemli bir destek aracı olarak görmüşlerdir.39 Bu dönemde, koruma konusunda bilimsel tartışmalar yoğunlaşmış ve arkeolojik kazılar yapılmıştır. Ancak, koruma yine de “önemli” yapılar ölçeği ile sınırlı kalmıştır. Hatta, bu yaklaşım abartılarak,

37 Erder, 1999, s. 75.

38 Fitch., a.g.e., s. 13.

39 Mimarlık, S.8, Ağustos,1973, s.2.

anıt niteliğindeki bu tek yapıların çevresinin yıkılıp boşaltılmasına kadar götürülmüştür. Böylece, anıtın daha da “görkemli” bir şekilde ortaya çıkartılması hedeflenmiştir. Bu tutum genelde, belirli dönemlere ait çevresel değerlerin yitirilmesine neden olmuştur. Uzunca bir dönem, koruma anlayışı tek yapıların korunması ölçeğinden öteye geçememiştir.

19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında sanayileşmeye paralel olarak şehirlerdeki bozulma ve yıkım süreci ivme kazanmıştır. Dönemin popülist, modernist yaklaşımları ile örneğin; 1922 yılında ünlü İsviçreli mimar La Corbusier, Paris’i dümdüz etmeyi öngören “Voisin Planını” geliştirebilmiştir.

Yine Fransa’da Napolyon III döneminde, Paris için Baron Haussmann’a çizdirilen planın uygulanması ile kentin tarihindeki en büyük “temizleme”

eylemlerinden biri gerçekleştirilmiştir.40

Aynı formalist yaklaşımı; Otto Wagner, 1910-11 yıllarında Viyana’nın XXII bölgesi için göstermiştir.41 Bunlara ideolojik yıkımlar da eklenince, bu dönemde Avrupa kıtası tarihsel yapı stoğundan önemli kayıplar vermiştir.

Koruma konusunda duyarlı bir geçmişi olan İtalya’da, Mussolini dönemi ilginç gelişmelere tanık olmuştur. Yeniden büyük Roma’yı yaratabilme düşüncesi ile, önemli görülen anıtların çevresi yıkılarak boşaltılmıştır. Bu arada önemli pekçok eser de yok edilmiştir. Yine bu dönemde, eski forum alanının üzerinden geçirilen görkemli bir asfalt yolla, diktatörün Venezia Sarayındaki balkonundan Colesseum’a uzanan bir açıklık kazandırılmıştır.

40 Erder, 1999, s. 76.

41 Fitch., 1998, s. xi.

“Mussolini’nin ihtirasının tanıklığını, bizzat kendisinin çizmiş olduğu ve anıtlar üzerinden geçen yol ve meydanlar yapmaktadır”.42 İtalya’da bu faşist dönemde, genelde anıtsal yapılar ve klasik Roma eserleri önemli görüldüğü için bunların dışında kalan tarihi doku yok edilmiştir.

Hitler, aynı ideoloji ile Varşova’yı programlı bir şekilde neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. II. Dünya savaşında, Varşova’nın tarihi merkezi Nazilerce yerle bir edilmiştir. Bu arada, Stare Miasto’daki Kraliyet sarayı da yıkılmıştır. Savaş sonrası Varşovalılar yıllarca önce bu yıkımları ve izlenecek tutumun ne olması gerektiğini tartışmış ve sonunda aynısının yeniden yapılmasına karar vermiştir. Eserin yeniden canlandırılmasında, 40 yaşın üzerindeki Varşovalıların görüşleri ile eldeki literatür, fotoğraf ve röleve belgelerinden yararlanılmıştır.43

Hıristiyan dünyasının pagan Roma’ya, kentsoylu darbesinin aristokrat Fransa’ya, faşist İtalya’nın Klasik Roma dışındaki gelişmelere duyduğu tepki, kendine simge olarak eski eserleri seçerken, sonraki dönemlerde de yine Avrupa kentsoylusu, özledikleri daha ‘üstün’ yaşantının simgelerini klasik dönemin ve Ortaçağın kalıntılarında bulmuşlardır.44 Kısaca, tarihi her reddediş, sonuçta yeni bir tarih bilinçlenmesi getirmiştir.

Varşova’ya benzer şekilde, Nürnberg, Leningrad gibi kentler de tarihlerinin izlerini sürdürmek amacı ile önemli tarihi yapılarını ya restore

42 Erder, 1999, s. 76.

43 Fitch., 1998, s. 189.

44 Necva Akçura, “Yabancı Ülkelerde Eski Eserlerin Korunması”, Mimarlık S.8, Ağustos 1973, s. 14.

etmiş, ya da eski halinde yeniden inşa etmiştir. Böylece, geçmişlerini yaşatmaya çalışmışlardır. Bu kentlerde, Gotik, Rönesans, Barok, Roccoco ve Art Nouveau gibi farklı dönemlerin izlerini bir arada görmek olanaklıdır.

Tarihsel-kültürel kimliğin korunmasında, uluscu ve radikal dinci politikalar önemli zararlar verdirmiştir. Yalnızca bir dönemin eserlerine değer veren bu tür seçmeci tutumlar ile II. Dünya Savaşı dönemindeki yoğun yıkımlar sonucunda ortaya çıkan olumsuz tablo, daha sonraki koruma tartışmalarının da temelini oluşturmuştur.

Özellikle taşınır eserlerin ve bir ölçüde de taşınmaz eserlerin, bulundukları ülkelerden başka ülkelere ihraç edilmesi de, bir başka sorun alanını oluşturmaktadır. Doğal ve kültürel miras olarak zengin, ancak, ekonomik olarak yoksul ülkeler sahip oldukları bu değerleri koruyamamıştır.

Varsıl ülkelerin müzeleri, bu ülkelerden toplanan eserlerle zenginleştirilmiştir.

New York’daki Ulusal (National), Paris’teki Louvre ya da Berlin’deki Bergama (Pergamon) Müzeleri gibi. Bugün önemli Avrupa Müzeleri sömürge ülkelerinin talanı ve ganimetleri ile doludur. En güzel Mısır heykellerini, Asur, Sümer, Hint, Afrika sanat eserlerini adı geçen müzeler “Dünya Mirası” olarak toplu halde sunmaktadır. Bergama Müzesi bunun en ilginç örneğidir.

Koskoca antik kentin önemli bir bölümü parçalanarak taşınmış, müze içinde

“montajı” yapılarak dünyaya sergilenmiştir. Zeugma antik kenti de gündemdeki bir başka örnektir. Bu tür kültür varlıklarının dışalımı, dışa satımı veya başka ülkelere taşınmasının önlenmesi için de 1970 yılında bir sözleşme imzalanmıştır.

II. Dünya savaşından sonra tüm dünyada kentleşme hız kazanmıştır.

Mimariye artık tamamen modernist düşüncenin egemen olduğu bu dönemde, birbirine benzeyen “planlı” kentler bütün kıtalara yayılma göstermiştir. Kent yenileme ve “güzel” kent yaratma gibi politikalarla, kimi kentlerin belirli bölgeleri tümüyle yok edilip “modern” kent parçaları yaratılmıştır.

1970’te Paris’in tarihi hal binaları “Pompidou Kültür Merkezi” inşaatı için yok edilmiştir. Uluslararası bir yarışma ile elde edilen proje uygulanırken, hiç değilse bir hal pavyonunun sembolik olarak korunması Cumhurbaşkanı Pompidou’dan istenmiş; ancak, bu bile kabul görmemiştir.45

Şehir yenileme uygulamalarının çoğunun bir sosyal dokunun ya da tarihi çevrelerin yok edilmesi pahasına gerçekleşmesi üzerine, daha sonraki dönemlerde bu yaklaşımlar sorgulanmıştır.

1970’li yıllar koruma konularında daha genel tartışmaların yapıldığı, daha somut adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemlerde; tarihi kent merkezlerinin katılımcı bir modelle korunması konusuna İtalya-Bolonya uygulaması iyi bir örnek olarak gösterilmektedir.

Bolonya kentsel korumada öncü uygulamalardan birisidir. İtalya’nın kuzeyinde yer alan Bolonya’nın tarihi Ortaçağ ve Rönesans dönemine kadar inmektedir.46 Ancak, dünyadaki pek çok tarihi kentte yaşandığı gibi, Bolonya’da da merkezdeki eski doku giderek çöküntü alanı haline dönüşmüştür. Ekonomik kriz ve savaş koşulları nedeniyle yörede çalışma

45 İsmet Okyay, “Tarihsel Çevreyi Koruma ve Ulusal Kültür Sorunsalı”, Mimarlık, S.3, 1976, s. 39.

46 Fitch., 1998, s. 76.

olanakları azalmış, genç nüfus kent dışına göç etmiştir. Eski doku kısmen boşalmış, kalan nüfus da toplumun ekonomik bakımdan güçsüz ve yaşlı kesimi olmuştur. Konutlar ve çevresi bakılamayarak, yaşam kalitesi giderek düşmüştür. Bu bölgeler geçiş dönemi konut alanları şeklinde giderek daha çok düşük gelirlilerin kullandığı alanlara dönüşmüştür. Kentin, II. Dünya Savaşından beri yönetimde olan sosyalist belediyesi, bu sorunları çözüp, yöresel özgünlüğe sahip tarihi-kültürel kimliğin korunabilmesi için; iki bileşenli bir “kenti sağlıklı kılma projesi” geliştirmiştir. Bunlar;

ƒ çevre kalitesinin yükseltilmesi ve

ƒ kullanıcıların yaşam ölçünleri ile ekonomik koşullarının iyileştirilmesidir.

Burada, tüm kararlara kullanıcıları katan bir yaklaşım izlenmiş, belediyece sunulan kamusal hizmetlerin artırılarak fiziksel çevrenin iyileştirilmesi hedeflenmiştir. 1969 yılında hazırlanan proje ile, aşağıda sıralanan hedeflerle uzun erimli bir gelişme programı ortaya konmuştur:

ƒ Yeni nazım planın kararları uygulanarak çevredeki düzensiz ve sağlıksız büyüme ile spekülasyonu durdurmak,

ƒ Kent merkezindeki sosyal donatı alanlarını artırmak,

ƒ Konut birimlerinin sağlıklaştırılması ve restorasyonu için kullanıcılara parasal katkı sağlamak,

ƒ Ticari ve yönetimsel işlevleri dağıtarak belirli bölgelerde yığılmayı önlemek,

ƒ Merkez ile diğer işlev alanları arasındaki ulaşım sistemini geliştirmek,

ƒ Kent merkezindeki yaya dolaşımını güçlendirmek,

ƒ Çok kültürlü nüfus yapısını korumak.

Söz konusu projenin uygulanması 1975 yılına kadar sürmüştür.

Bolonya uygulaması Batı Avrupa için özgün bir uygulamadır. Burada, kenttaşların sağlıklı bir konutta ve çevrede yaşama hakları olduğu, bu nedenle yaşama ve çalışma koşullarının sağlıklılaştırılması gerektiği ilkesinden yola çıkılarak tarihi ve estetik değeri olan yapı stoğunun korunması ve sağlıklılaştırılması esas alınmıştır.47 Burada eski yapıların onarımı temelde bir kamu görevi olarak görülmüş ve kullanıcılara her konuda destek sağlanmıştır.

Tarihsel - kültürel değerlerin korunması sorunu yerelden başlayarak küresele kadar farklı düzlemlerde gelişme göstermiş ve geliştirilen politikalar sürekli etkileşim içinde olmuştur. Ulusal düzlemde oluşturulan politikalar kuşkusuz yerel düzlemdeki uygulamaları yönlendirmiş, aynı şekilde bu konudaki uluslararası gelişmeler de ulusal düzenlemeler için bir anlamda yol gösterici olmuştur.

47 Fitch., 1988, s. 77.