• Sonuç bulunamadı

KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ

A) TÜRKLERİN KUT ANLAYIŞI VE CİHAN HÂKİMİYETİ ÜLKÜSÜ

Türklerde devlet fikri çok erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle, büyük sürülerin sevk ve idaresinin verdiği alışkanlıklar ve tecrübeler, onların teşkilatlanmalarında büyük kolaylık sağlıyordu. Zaten sürülerin bir arada tutulması ve bakımı, otlakların tayini ve korunması gibi konar-göçer hayat tarzı için lü-zumlu işler, Orta Asya Türk’ünü iradeli olmaya, emretmeye ve hâkimiyet fikrine hazırlıyordu. Öte yandan sık sık görülen otlak ve yaylak kavgaları da boylar arsındaki hak ve hukuku gözetecek, düzeni sağlayacak devamlı bir otoriteyi lüzumlu kılıyordu. Böylece, büyük devletler kurarak tarih sahnesine çıkan Türkler, Orta Asya’ya hâkim olmakla kalmamışlar, çeşitli istikametlerde yayılmışlar ve gittikleri yerlerde yeni yeni siyasi oluşumlar hazırlamışlardır.

Çünkü dünya hâkimiyeti düşüncesi büyük Türk hakanlarını devamlı büyülemekte ve onların siyaset-lerine etki etmekte idi. Başka bir ifade ile onların siyasi amaçları bütün dünyayı içine alacak şekilde genişti.

Eski Türklerde devletin kuruluşu aileden başlamaktadır. Devlet kurmaya teşebbüs eden ailenin reisi, aynı zamanda tanınmış bir boyun başkanıdır ve teşkilatçılık bakımından da son derece yeteneklidir. Devlet kurmak için harekete geçen boy başkanının, önce kendi soyundan olan boyları ya ikan etme, ya da kuvvet kullanmak suretiyle otoritesine boyun eğdirmesi, yani boy anlayışını kırması gerekiyordu. Eğer başkanın tabi olduğu veya bağımsızlığını engelleyen bir devlet varsa, gücü yeterli seviyeye ulaşır ulaşmaz bu devlete savaş açması ve onun hâkimiyeti altından kurtulması gerekiyordu. Mesela Mete Han Moğol Tunghu kavmine, Bu-min Kağan Avarlara savaş açmış ve bu devletleri yenerek bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bundan sonra başkanın belirli bir yerde, belirli bir törenle tahta çıkıp, kendisini başında bulunduğu topluluğun hükümdarı ilan etmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda idare edilecekler tarafından yeni kağanın iktidarının meşruluğu-nun kabul edilmesi ve onaylanması anlamına geliyordu. Böylece devlet kurma aşaması tamamlanıyor, hızla teşkilatlandırma aşamasına geçiliyordu. Bunu yaparken kağan çoğunlukla varisi olduğu devletin teşkilatını aynen alıyordu. Yani sadece iktidar el değiştirmiş oluyordu.

Türklerin yaptıkları göçlerde de önde olan amaç hâkimiyet ülküsüdür. Gerek yayılma gerekse sızma vasfında olsun Türklerin genişlemeleri dünyanın üç büyük kıtasında görülmüştü. Buna kolaylık sağlayan bir etken Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zorunlu olarak ta olsa sonu bilinmeyen yerlere gitmek her an kar-şılaşabileceği tehlikeleri göğüslemeye hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım savaşı içinde yaşamak her milletin yapabileceği ve her millet için doğal sayılacak bir durum değildir. Başarılı oldukça da fetih duyguları kamçılanmıştır. Bu durum Türlerde zamanla dünyayı huzur ve barışa kavuşturmayı amaç edinmiş bir hayat felsefesi ve nerede nasıl olursa olsun adil Türk töresini yürürlüğe koymak üzere bir cihan hâkimiyeti ülküsü-nü doğurmuştur.

İnsanların bu kut anlayışına nereden geldiklerine bakacak olursak; içki, aşk, av yani iştaha karşı aşırı

bir iştah, çok çocukla soyunun sürekliliğini sağlama, ulaşılmaz ölümsüzlüğü bulmak, tüm gücü ile Gök-Tan-rı’dan gelen gücü yani kut’u korumak, amacı sadece ölümle mücadele etmek olan şamanizmi icat etmele-ri, beden ölmeden diğer dünyaya erişebilmeyi amaçlamaları günümüze kadar ulaşmayı başarmıştır. Altay kavimleri evrende algılanabilen her şeyin kendisine benzediğine inanır. Maddi ile manevi, canlı ile cansız arasında hiç ayrım yapmaz. Ona göre eşyanın hareketsizliği yalnızca görünümdedir. Aynı yaşam her yerde vardır. İnsan tek canlı olamaz olmamalıdır ve ortaya çıktığını, kuruduğunu, yok olduğunu gördüğü bitki ve hayvanlarla bu ayrıcalığı paylaşmayı da bilemez.

Görünüşün ardındaki gerçek yani yaşayan her şeye hayat veren tin (ruh), etnografların çalışmalarıyla oldukça açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Her nesnenin, her yerin, kendi içinde veya dışında bulunan ona sıkı sıkıya bağlı olan, görünüşte cansız olsa bile bir sahibi vardır. Her şey içinde bir töz bir ruh taşır. Bu da on-ların yaşamaon-larını hareket etmelerini sağlar. Bu nedenle Altay kavimleri kutsal sözcüğü ile aynı anlama gelen iduk ve ecan sözcüklerini kullanmışlardır.

Ruh olmadan insan bedeni sadece bir cesetten ibarettir. Tahta bir ok bile ancak onu yönlendiren bir ruh ile etkinlik kazanabilir. Kapının eşiğine ve kirişine saygı gösterilmelidir. Zira buradaki tanrı ya da koruyucu tin bu tür bir hakaretten ye da ayaklar altında ezilmekten dolayı acı çekebilir. Sancaklarda da boyları koruyan ona şans ve mutluluk getiren bir ruh vardır. İnsan yaşadığı için çoğalabiliyorsa her türden varlık ta çoğalabi-lir. Bu da bir ruh dünyaya getirebilir demektir. Bu bir atanın ruhu olabileceği gibi bir hayvanın ruhu da olabi-lir. Ruh ait olduğu varlığın içinde olup onun biçimini aldığı gibi onun dışına çıkıp dolaşabilir de. Bu durum, doğumdan önce ve sonra da var olan, varlığın yaşamını sürdürmesini sağlayan, yolculuklar yapmak için be-deninden ayrılabilen insan ruhu için de geçerlidir. Öyle ki daha karmaşık olarak insanın ruhu kut (mutluluk) yani yaşam dayanağı Tanrı’dan Gökten (Gök Tanrı) geldiğine ve ölümden sonra yeniden ona döndüğüne göre nesnelerin asıl ruhu için de aynı şey söz konusudur.

Şimdi eğer hayvanlar ve nesneler insanlarla aynı ruha sahip iseler yaşayan her şey tıpkı insanlar gibi en azından hayvan biçimli bir ruha sahip olmalıdırlar. Bu konuda kesin bir tasvire sahip bulunmamaktayız.

Buna örnek olarak Azrail’in güvercine dönüşerek açık pencereden kaçtığını görmek şaman ortamına tama-men uygundur. İslâm’a uyarlanmış ilk Türk destan metinlerinde de devler ya da periler ya hayvan ya da yarı insan olarak tasvir edilmişlerdir. Orta Asya’da da aynı şekilde tin bir hayvan daha çok ta bir kuş olarak tasvir edilmiştir.

Orta Asya’da yaşam kaynağını Gök- Tanrı’dan alır. Gök sadece kuşların yaşam yeri değil hayat gücü-nün kut dağıtıcısıdır, varlıkların kökenidir. Bu göksel köken aynı zamanda bir iddiadan ibaret değildir. Ka-nıtlanabilir bir özelliğe sahiptir. Bu kanıtlama, öncelikle hükümdarın olağanüstü bir şekilde doğumuyla arka arkaya kazandığı zaferleriyle olur. Çünkü kut sayesinde kahraman hükümdar ayakta kalır ve zaferlere ulaşır.

Çevirilerde mutluluk ve uzun yaşam için edilmiş gibi gösterilen dualar aslında kut için edilmiş dualardır.

İnsanların kökenini bulma meselesi pek çok mitin de doğmasına neden olmuştur. Bunlar içinde en an-lamlı olanları at ile ilgili olanlardır. Efsanelerde bu hayvanın gökten indiği ve “ürün aya toyon “ adlı bir tanrı tarafından insana verildiği anlatılır. Bu daha sonra at- gök özdeşleşmesi olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü tıpkı insanlar da olduğu gibi hayvanlar da ele alınırken onlara göksellik atfedilerek ele alınırlar.

Türklerin yayılmacı anlayışı ile ilgili çeşitli gerekçeleri vardır. Türkler fatih bir topluluğun bir mem-leketi olması ile beraber, göçebe yani yayılmacı bir politika izlemesi gerektiğini de düşünmüşlerdir. Oğuz yabguları sıfatı ile Hun yabgularından bahseden Oğuz Kağan destanında ve Moğol Handanına ait destan-larda kavimler ana vatanlarına bağlı olmakla beraber cihan hâkimiyeti ülküsünü yaşatmışlardır. Bunun esas olması gerektiğine inanmışlardır. Ancak cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirmeye çalışırken “yurd” adını verdikleri vatanlarına sıkı sıkıya bağlı oldukları tüm komşu kaynaklarda belirtilmiş bir noktadır. Bununla ilgili olarak Kuteybe bin Müslim’in şu sözleri akla gelmektedir: “Türkler vatanlarına çok bağlı olup onun için çırpınırlar. Basra’dan Umman Denizi sahiline götürülen ve iple bağlı olan bir deve nasıl fırsat bulunca kendi vatanına gitmek için inlerse Türkler de uzak memleketlere gittikleri zaman vatanı için bir devenin üzüldü-ğünden daha çok üzülür, onu özleyerek inler… Zira Türkleri diğer milletlere üstün kılan amiller, onun vata-nının hususiyetleridir ve o bunu müdriktir.”

Ayrıca tam göçebe olmayan yarı göçebe ya da yarı medeni olarak tabir edilen Türkler arasında da cihangirlik amacını güden topluluklar da olmuştur. Bunlar Çin kaynaklarında “Tu-Kiu” diye anılmışlardır.

Bunlar Gök-Türkler olarak anılan büyük fatih topluluktur.

Hunlar, Oğuzlar ve Moğollar hâkimiyet sahalarını genişliği nedeni ile Gök-Türklere göre daha geniş etkiye sahiptirler. Ancak eski İskitlerde de ilk atalarına Tanrı tarafından bir tarım aleti verildiğine dair bir inanç mevcuttur.

Türkler yüzyıllarca kendilerinin hâkim bir millet olarak yaratıldığına inanmışlardır. Bu konu ile ilgili Kaşgarlı Mahmud ve diğer pek çok müellif Türklerin Allah’ın has ordusu olduğu ve Allah’ın cezalandırmak istediği kavimlere Türk ordusunu musallat ettiği şeklinde açıklamalar yapmışlardır. Türkler kendilerine kurt ya da arslanın yardım edip yol gösterdiğine inanmışlardır. Zaten gerek milattan önceki gerekse milattan son-raki Türk sanat eserlerine baktığımız zaman yırtıcı bir hayvan ve onun kurbanı olan bir başka hayvana rast-larız. Buradan bazı müellifler Türklerin güçlü olan yırtıcı hayvanı totem olarak kabul ettiklerini düşünmüş-lerdir. Fakat bu asla doğru değildir, Türkler hiçbir hayvanı veya maddi unsuru totem olarak görmemiş veya kabul etmemiştir. Bahsedilen hayvanlara sadece bir kutsallık izafe edilmiştir.

Türkler tüm cihangirlik anlayışlarına rağmen kendi yurtlarını dünyanın merkezi olarak görmüşlerdir.

Türklerin merkez olarak gördükleri ve yurt edindikleri bu yerler Tiyanşan Dağları ile Orhun Havzasındaki Mukaddes Ötüken şehridir. Buralardaki yüksek yaylaların sağladığı kolaylıktan dolayı Türkler cihan hâkimi-yeti ülküsünü geliştirme yolunda hızla ilerlemişlerdir. Kaşgarlı Mahmud’un söylediği “Türkler Allah’ın has askerleridir, Allah onları istediği ülkelere musallat eder, Allah dünyanın en güzel yerlerini Türkler için vatan yapmıştır.” Diyerek Tiyanşan Dağlarının önemini belirtmiştir.

Bir başka açı da Türklerin fütuhatlarındaki amaçların sadeliğidir. Bu konuda pek çok müellifin görüşü vardır. Bunlardan biri de Cahiz’in görüşüdür. “Türkler kendi memleketlerinde (Orta Asya) harpler yaparken bunu bir din ya da bir fikrin müdafaası yahut mal ve mülk toplamak için yapmıyorlar. Taassup yüzünden yahut bir kimseye besledikleri düşmanlık yüzünden de harp etmiyorlar, yaptıkları savaşları ancak yağma ve garet (selb) kastiyle yapmaktadır ve bütün bu harplerde üstünlük onun kendi elinde olduğu için tehditten korkmaz ve vaatlerden de bir şey ümit etmez. Bütün akın ve seferlerinde Türk arayıcıdır. Fakat asla başkala-rının aranma hedefi değildir. O bağışlama salahiyetini ancak kendi kuvvet ve kudretinde buluyor, tarafından ezilen kavimlerin merhametine müracaat etmeye hiçbir zaman muhtaç kalmıyor. Bununla beraber kendi eline geçen mal ve serveti de toplayıp muhafaza etmiyor bu yüzden hiç kimse onun mal mülküne tamah etmiyor.

Vaziyeti böyle olan bir millet başkası tarafından harbe mecbur edilirse yahut onda milli hamiyet ve yahut din gayreti doğarsa neler yapmaz.”

Bu konu ile ilgili görüşler öne süren diğer müellifler de benzer açıklamalar yapmışlardır. Türklerin kendileri için harp yaptıklarını başkaları için harp yapmadıklarını söylemişlerdir. Bu da aslında Türklerin önceden beri özgürlüğüne ne kadar düşkün bir millet olduklarını kanıtlamışlardır.

Ayrıca Türk fütuhatının diğer bir önemli özelliği de bu cihan hâkimiyeti anlayışını Tanrı tarafından verildiğine inanılan kut anlayışına ve toplamda da “Töre” denilen teşkilata dayandırılmasıdır. Bu da Türkle-rin nizam ve adalet anlayışının gelişmişliğini göstermektedir. Bu sistemlilik TürkleTürkle-rin yayıldıkları yerlerdeki toplulukların hepsine kolaylıkla tatbik edilmiştir. Çünkü bir dönem inandıkları bir inanç sistemi olan Şama-nizmde de rahatlıkla görüldüğü gibi Gök- Tanrı ve onun bahşettiği kut Türklerin cihan hâkimiyeti ülküsünün temel noktasını teşkil etmiştir. Bu anlayış ile Türkler fütuhatlarında son derece seri olma alışkanlığını da ka-zanmışlardır. Özellikle bu çevikliği taktiklerle geliştirebilen Mete Attila ve Tüng Yabgu’nun savaşları dikkate değerdir. Ayrıca fütuhat anlayışı sadece eski ve milli geleneklerden yola çıkılarak değil günün şartlarına uy-gun olarak yapılmıştır. Mesela Cengiz Han ile Timur’un fütuhat savaşlarında harita kullanmaları buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Türk fatihleri kullandıkları savaş taktiklerini güzel aldatmacalar ve değişik kuşatma şekilleri ile zenginleştirebilmişlerdir.

Bu fütuhat anlayışı pek çok yararı da beraberinde getirmiştir. Bunları maddeler halinde sıralayacak olursak;

1- Fethedilen ülkelerde kurulan hâkimiyet bilim ve sanatın gelişmesine büyük katkılar sağla-mıştır.

2- Coğrafya bilimine büyük katkılar sağlamıştır. Mesela Yunan bilgini Ptolemaus’un verdiği bilgilerden yararlanan Yunan tacir Marnos ve ajanları Orta Asya’daki büyük Hun Devleti’nin batıya doğru yayılmasından yararlanmışlardır. Ayrıca Çinlilerin Tang sülalesi devrinde Orta Asya’ya dair top-ladıkları zengin bilgi birikimi şüphesiz ki Gök-Türk Devleti’nin fütuhatı ile alakalıdır.

3- Türklerin yayılmaları her zaman zannedildiği gibi gittikleri ülkede iktisadi bir çöküşe ne-den olmamıştır. Aksine bazı durumlarda büyük bir güçle kalkınmasına bile sebep olmuştur. En önemli örneklerden biri Hun ve Gök-Türk devletlerinin kurulması Çin ile Bizans ve Suriye arasındaki İpek Yolu’nun açılmasına sebep olmuştur. Bu durumu Fr. Hirth ve Albert Herrmann kendi eserlerine konu etmişlerdir. Ayrıca diğer bir örnek olarak Barthold’un verdiği bilgilere göre Selçukluların hakimiye-ti devrinde hakimiye-ticaret işinde tüccarlar arasında karşılıklı çek vererek hakimiye-ticaret yapma usulü gelişmişhakimiye-tir. Bu durum Arap kaynaklarında da “çek” kelimesi yerine “sak” kelimesi ile belirtilmiştir. Ayrıca Türklerin kullandıkları gümüş paralar diğer milletlerde gümüşün altın yanında yer etmesini sağlamıştır. Bu da Barthold’un kaydettiği önemli bir noktadır.

Arap kaynakları Türklerin ticaretlerini kervanlarla yaptıklarını ve bu kervanların çok kalabalık olduk-larını ifade etmişlerdir. İbn Fadlan 921 senesinde Harezm’den Oğuzların ve Bulgarların memleketine giden kervana beş bin kişinin iştirak ettiğini kaydetmiştir. İbn Fadlan ve diğer Arap kaynaklarından bazıları Türkle-rin ticarette son derece dürüst olduklarını kaydetmişlerdir. İbn Fadlan Harezm Müslüman tüccarlar ile gayri-müslim Oğuzlar arasındaki ticari münasebetlerden bahsederken, bu tüccarların Oğuz illerinde iken mallarını oradaki Oğuzların yanında tam bir emniyet içinde bıraktıklarını kaydetmişlerdir.

Sonuç olarak fütuhat anlayışı Türkler için çok faydalı olmuştur. Hatta faydalı olmasının da ötesinde kendi varlıklarını korumak için bu derece sistemli bir fütuhat anlayışı geliştiren bir millet ortaya çıkmış ve bugünkü Türk ulusunun varlığını sağlamışlardı. Tarihe bakacak olursak Büyük Hun Devleti kurulmamış olsaydı Türkler Doğuda Çin, batıda Yunan ve İran baskısı altında varlıklarını koruyamaz, dağılırlardı. Daha sonra Gök-Türk Devleti’nin sınırları Karadeniz’e kadar uzanmış olmasaydı Batı-Hun dağları ile Doğu Av-rupa’ya geçen Türk kavimleri Hazarların hâkimiyeti altında toplanacaklar ve diğer bozkır kavimlerinden İskitler gibi Slav ve Germen ırkları arasında eriyip gideceklerdi. Orta Asya’nın doğusundaki Türkler ise zaten Çin hâkimiyeti altına girmişlerdi. O zamana kadar milli bir varlığı olmayan Türk kavimleri ancak Gök-Türk devleti döneminde ilk defa “Türk” adı altında toplanmayı başarmışlardı. Gök-Türkler Arapların Orta Asya’ya ilerlemelerini sağlamış olmasalardı doğudaki Türkler Budizme batıdaki Türkler de Hıristiyanlığa girecekler-di. Böylece Türk toplulukları iki büyük gruba ayrılmış olacaktı. Kader noktasında Türklerin İslam toplumları ile karşılaşması Türk kültür ve medeniyeti açısından büyük bir önem arz etmektedir.

Cihan hâkimiyeti anlayışının Türklere büyük faydası olmuş; düşünce hayatının gelişmesinde, toplu-mun geleceğe dönük motivasyonun sağlanmasında ciddi bir itici güç olduğu söylenebilir. Bu anlayış Türk topluluklarını dünyada eşi benzeri olmayan bir fütuhatın kapısını açarken, askeri, ekonomik, sosyal ve strateji alanlarında Türk kavminin yeryüzünde saygın, itibarlı, sözü geçen ve aranan bir topluluk olmasını sağlarken diğer toplumlar içinde bazı noktalarda felekatelerin başlangıcı olarak görülmüştür ki bunu doğal karşılmak gerekir. Nitekim Arap coğrafya âlimi Şerif İdrisi şöyle bir ifade de bulunur: “Türklerin padişahları iyi mu-harip, mükemmel mücehhez, cemiyetlerde iş görmesini bilir ve tedbirlerinde kat’i olmakla beraber ihtiyatlı, adalete sadık ve güzel suretli insanlardır; fakat onların idaresinde bulunan bazı Türkler ise, insanlara eziyet verenler ” olarak görülmüştür”.

Türklerin fütuhat anlayışlarının tümünde ancak kendileri hâkim tabaka olarak kalmak ve tabiiyetinde-kileri çalıştırmak hususuna önem verdikleri için çalışmaları bazen kendi aleyhlerinde bile işlemiştir. Hunların Hint ticaret yolunun gelişmesine katkıları varsa bu sadece Türklere değil başka alanlara da yarar sağlamıştır.

Nitekim tümüyle gemi inşaatı ve deniz ticareti ile uğraşan batı milletleri de bundan son derece istifade etmiş-lerdir. Yani Batı Türkistan, Azerbaycan, Anadolu ve İdil Havzası gibi Türk unsurları taşıyan ülkelerin

tebaa-ları ticaret, inşaat ve sanayi işlerindeki tecrübelerini en çok bu büyük fütuhatlar zamanında elde etmişlerdir.

SONUÇ

Bu hafta Türklerin tarih boyunca göçleri hakkında bilgiler verilecektir. Türklerin göç ettikleri bölgeler ve göç güzergahları anlatılacaktır. Bunların yanında da Türkleri göç etmeye zorlayan sebepler ve göçlerin sonuçları da ayrıntılı olarak işlenecektir.

KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ

1) Türklerin sürekli yeni yerlere akınlar yapmalarına ve bunu b,r görev gibi algılamalarına ne denir?

a- Göçebelik

b- Atlı-göçebelik

c- Savaşçılık

d- Cihan hakimiyeti

e- Gaza politikası

2) Hangisi göç yollarının yönleridir?

a- Doğu- Batı

b- Kuzey-Güney

c- Batı- Kuzey

d- Batı-Güney

e- Kuzey- Doğu

YANITLAR: 1-d, 2- d

BİBLİYOGRAFYA

Baykara, Tuncer, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, An-kara 2001.

Koca, Salim, Türk Kültürünün Temelleri- 1, Damla Neşriyat, İstanbul 1990.

Togan, Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul 1981.

Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul 2007.

Çandarlıoğlu, Gülçin, İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2003.

Kafesoğlu, İbrahim, “Tarihte Türk Adı”, Türkler Ansiklopedisi, s. 308-315.

Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1980.

Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, A.Ü.İ.F. yayınları, Ankara 1980.

M. Emin Yolalıcı, Türk Tarihinin Kaynakları, Samsun 2006.

Varis Çakan, Orta Asya Türk Tarihinin Kaynakları, Binyıl Yayınevi, Ankara 2009.

Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2008.

Mualla Uydu Yücel, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, TTK, Ankara 2007.

Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler I-II, TTK, Ankara 1998.

Mualla Uydu Yücel, “ Kuman- Kıpçaklar’ın Tarihinde İgor Destanı’nın Yeri ve Önemi”, Belleten, LXX, 258, Ağustos 2006.

Saadettin Gömeç, “ İslam Öncesi Türk Tarihinin Kaynakları Üzerine”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 20/31, 1999-2000, Ankara 2000.

İsmail Mangaltepe, Bizans Kaynaklarında Türkler, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2009.

Saim Sakaoğlu- Ali Duymaz, İslamiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken, İstanbul 2003.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, çev. Reşit Rahmeti Arat, TTK, Ankara 2003.

Kaşgarlı Mahmud, “Divan-ı Lügat-it Türk Tercümesi”, çev. Besim Atalay, TDK, 1986.

Abdülkadir Donuk, Eski Türklerde Askerî İdarî Unvan ve Terimler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1989.

5. Hafta e-Ders Kitap Bölümü

ÖZET

Beşinci haftada Türklerin Dinî hayatları, tarih sahnesine çıkışlarından itibaren sahip oldukları inançlar anlatı-lacaktır. Ayrıca bu inançların sosyal ve kültürel hayatlarına katkıları incelenecektir.

Beşinci haftada Türklerin Dinî hayatları, tarih sahnesine çıkışlarından itibaren sahip oldukları inançlar anlatı-lacaktır. Ayrıca bu inançların sosyal ve kültürel hayatlarına katkıları incelenecektir.