• Sonuç bulunamadı

KONUYA İLİŞKİN SORU ÖRNEKLERİ

A) TÜRK GÖÇLERİ

1) GÖÇEBELİK MESELESİ

İnsanlık tarihinde toplumlar genellikle yerleşikler ve göçebeler olarak kabul ve tasnif edilir. Göçebeler bir yerde karar kılmayıp bir takım nedenlere bağlı olarak her zaman hareket halinde olanlardır. Bunun için ün esas tespit edilebilir:

1) Senenin her zamanını ayrı yerde geçirenler

2) Mevsimlerin özelliklerine göre farklı yerde geçirilen hayat

3) Bir yerde hem yaz hem de kışta devam eden yerleşik hayat

Günümüzdeki modern hayatın temeli üçüncü maddedeki hayattır. Buna bağlı olarak XVIII. Yüzyıl sonlarından itibaren oluşan medeniyet dünyasında esas yerleşik hayat kabul edilmiştir. Bunun dışındaki ha-yat tarzlarını sadece barbarlara ait olarak görülmüştür. Bu görüş bilim dünyasını etkilediği için Türk haya-tının tanımında gerçek durumun belirlenmesinde yaşanan sıkıntıdan dolayı bazı olumsuzluklar meydana gelmişti. Bu nedenle de bizim Türk hayatını kesin bir biçimde bilmemiz gerekmektedir. Öncelikle bilmemiz gereken iki husus vardır. Bunlar:

1) Türkler senenin her zamanında durmadan göç eden bir toplum değildir.

2) Türkler, bir yerde senenin her zamanında bulunmayabilir. Bu doğrudur. Fakat yine de Türk-ler göçebe olarak nitelendirilmemelidirTürk-ler. Çünkü Türk belirli dört, üç ya da iki mekânda hareket eder.

Bu nedenle bu tam bir göçebelik sayılamaz. Ancak bu bir yarı-göçebelik olarak kabul edilebilir.

Türk’ün yaşadığı yerdeki hayatın temel özelliklerine baktığımız zaman iklim bakımından uygun yer-lerde yaşamaya özellikle özen gösterdiklerini görüyoruz. Türklerin yaşadıkları geniş coğrafyada senede dört mevsim ve farklı sıcaklıklar bulunmaktadır. Evlerini de sıcaklığın bulunduğu yerlere göre kurmayı tercih etmiştir. Ancak bu durum Türk hayatının göçebe değil, olsa olsa mevsimlik olduğunu göstermektedir.

Sıcaklığın farklı olduğu belli başı dört mevsim bulunduğundan her mevsimde yaşanacak olan yer o mevsimin adıyla anılmıştır. Kışlak, yaylak, yazlak, güzlek.

Irk Bitig yazıtında kışlak ve yaylak tercihine çok dikkat çeken bir kayıt bulunmaktadır. Burada Uygur Çağı’nın insanı yaşlı ağaçların bulunduğu yerin yaylak, buna karşılık kuşların öttükleri yerin kışlak olması gerektiği belirtilmiştir.

Dört mevsime yayılan hayatın bir sonraki safhası iki büyük zaman diliminde farklı yerlerde yaşamak-tır. Zaten en çok bilinen yaylak kışlak arasındaki hayatyaşamak-tır. Ancak bilinen zamanlarda yazlak olmasa da yay-laya göçün iki ay sürdüğü belirtiliyordu ki bu iki aylık süre yazlak yerlerde geçirilirdi. Fakat son zamanlarda yaygın olarak mekân yaylak ve kışlaktır.

Böyle bir hayatta Türklerin her iki yerde evi olması gerekmektedir. Bu iki ayrı yerde bir ev yapılarak ya da evini göçürerek sağlanır. Fakat her iki yerde evi olması yerine var olan evini göçürmesi çok daha kolaydır.

Ev göçürülebilir olunca yaylak ve kışlakta evin kurulduğu belirli yerler olması gerekir. İşte Türklerin haya-tında yerleşik olmasalar da tam da göçebe olamayacaklarını gösteren bir kavrama gelmiş oluyoruz. Çünkü Türklerin hem yaylakta hem de kışlakta evini kurduğu yer belirlidir. Türklerin evinin toprağa temas ettiği yani evini kurduğu yer onun yurdudur. Dolayısıyla Türk insanının yeri ve yurdu bellidir. O yaylak ve kışlağa gittiğinde evini rastgele bir yere değil kendi yurdunda kurar.

Türklerin hayatındaki mevsime bağlı hareketliliğin iki sebebi olabilir:

1- Türkler kendileri için uygun, iklimi arıyorlardı; dolayısıyla havalar ısınınca ya da soğuyun-ca daha uygun yeni bir coğrafyaya vaktiyle denemiş oldukları bir yere gidip evlerini kuruyorlardı.

2- Türkler iki ya da daha çok yerde geçen hayatı daha çok geçimlerini temin edebilmek için yaşıyorlardı. En çok hayvancılıkla meşgul olduklarından onların yiyeceklerinin sağlanması için otların durumuna göre, mevsimlik hareketliliğin içindeydiler.

Göçebelik birçok bakımdan çiftçilikten üstün yetenek ve meziyet isteyen bir hayat tarzıdır. Hayvanları evcilleştirmek, yetiştirmek, büyük sürüleri sevk ve idare etmek, değişik iklim ve çevre şartları içinde durma-dan onlara yeni otlaklar bulmak bitkinin ekilmesinden ve hasadın toplanmasındurma-dan zor olduğu gibi büyük emek, enerji ve tecrübe isteyen bir iştir.

Türkler fiziki ve ruhsal yapılarının sağlamlığı sayesinde bütün bu zor işlerin üstesinden kolayca ge-liyorlardı. Öte yandan, bu hayat tarzı onların teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetlerinin gelişmesine de yardım ediyordu. Ayrıca, Orta Asya’nın son derece sert olan iklim şartları şahsını, ailesini ve malını korumak isteyen herkesi asker olarak yetiştirmek zorunda bırakıyordu. Bundan dolayı, eski Türklerde halk ordu, ordu da halk idi.

Prof. Dr. W. Koppers atlı göçebe Türklerin eski medeniyetlerin ortaya çıkışında oynadıkları rolü tespit ederken Türkleri göçebe ziraat ve madencilikten daima uzak kalmış bir millet gibi gösteriyor ve W. Bart-hold’un “Türk göçebelikten ayrıldığı vakit Türk olmaktan çıkıyor.” sözünü bir hakikat gibi naklediyor.

Türklerin aslen göçebe bir kavim olduğu kanaati ilim dünyasınca yaygındır ve bizzat Türk ilim adam-ları arasında da bu kanaate katılmayan hemen hemen yok gibidir. Hâlbuki göçebeliğin ekonomik faaliyeti dışında sosyal içeriği henüz iyi bilinmeyen bir toplum tipi olduğu gözden kaçırılmakta, Türk milleti hakkın-da hüküm verilirken de yalnız ekonomik faaliyetler etkisinde kalınarak ilme uymayan önyargılarla hareket edilmektedir. O kadar ki asli Türk kültürüne nispetle yerleşik vasfı ağırlık kazanmış olan Osmanlı ve Selçuklu Türklüğü dahi bu hükümden kurtulamamıştır.

Göçebelik konusunun ele alınışı çok eskidir. Eski Yunan filozofu Eflatun “vahşi aile grupları” dediği göçebe çobanların ilkel kütleler olduğunu ve medeniyete ancak tarım hayatı ile geçildiğini iddia etmiştir.

Mensup oldukları kültürün temelinde “köylülük” ün yattığını bilen ve insanlık tarihindeki kültürel faaliyet-leri daima bu noktadan değerlendirmek alışkanlığından kurtulamayan bir kısım Batılı araştırıcılar aynı izi takip ederek kolayca Türklere yakıştırdıkları göçebeliğin medeni kabiliyetsizlik yönünden doğrudan doğ-ruya doğuştan gelen bir karakter olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Hâlbuki herhangi bir hayat tarzının ortaya çıkışında yaşanan bölge imkânlarının yönlendirici faktör olduğunu örneğin tarıma elverişli büyük nehir vadilerinde toplulukların güçlük çekmeden tarım hayatına geçebileceklerini buna karşılık tarım yapılamayan fakat geniş otlaklara sahip olan insanların da zorunlu olarak hayvancılık yapmalarının doğallığı kaçınılmazdır. Bu nedenle vahşi, göçebe ya da medeni gibi medeniyet derecelendirmelerine ilmi hayatta yer vermek pek doğru değildir. Çünkü her kültür ve yaşayış tarzı kendi içinde bir bütündür, aralarında “kültür

değeri” bakımından bir fark mevcut değildir.

İslâm tarihçisi ve felsefecisi İbn Haldun da göçebeliği medenilikle karşılaştırarak sosyolojik vasıfta fikirler öne sürmüşlerdir. Ona göre insanlar bedevi ve hazeri olmak üzere iki şekilde yaşarlar. Bedeviler bir reisin idaresinde aşiret tarzında bir hayat sürerken; hazeriler devlet teşkilatına sahiptirler ve şehirlerde otu-rurlar. Bunu ünlü “yedi iklim” teorisinde de görebiliriz. Buna göre Arabistan çöllerini andıran kuzeye doğru beşinci ve altıncı iklimlerdeki bozkırlar sahasında oturanlar – Türkler de buna dâhildir- medeniyete ulaşma ihtimali bile olmayanlardır. Ancak İbn Haldun’un bunu söylerken en büyük hatası çöl ile bozkır iklimini ayı-ramamasından kaynaklanmıştır. Fakat bu hatası günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.

Ancak Türk milleti söylenenlerin aksine tarihsiz değil, hatta uzun geçmişi ile tarihi zenginliği ortada olan bir millettir ve kanunsuz değil kültürünün ayrılmaz bir parçası olan teşkilatçılığı sayesinde birçok devlet kurarak yürürlükte tuttuğu hukuki içerikle zenginleşen, seçkinleşen bir millettir. Buna göre de Türklerin ta-mamen karşıt anlamda göçebe yani nomad sayılmaları mümkün değildir.

Göçebelik ve medeniyet tasnifi yapan ve toplulukların aşiret hayatı yaşadıktan sonra şehirlere yerleşe-rek devletler kurduklarını söyleyen Ziya Gökalp ise Türk kültürü açısından medeni yani şehir tabirini şehirde oturmaktan ziyade dağınık kabilelerin düzenli bir devlet kuruluşu içinde birleşmeleri olarak yorumlamakta-dır.

Ayrıca özellikle belirtilmesi gerekir ki Türk kültüründe iki temel unsur olan at ve demir göçebe kül-türünde mevcut değildir.

2) GÖÇLERİN SEBEPLERİ

Hiçbir kavim çok önemli bir sebep olmadan yurdunu terk edip sonunun nasıl biteceğini bilmediği bir göç hareketine kalkışmaz. Bazı zorlayıcı sebepler yüzünden Türk kavimleri de zaman zaman anayurtlarını terk etmişlerdir. Tarihte göçler konusunu araştıranlar en ilkeli dâhil hiçbir kavmin kendiliğinden ve keyif için yer değiştirmediğini oturulan topraktan sonsuza kadar ayrılmanın çok zor olduğunu ve göçlerin ancak bir takım zorunluluklarla olduğunu anlatmışlardır. Türk kavimlerini göçe zorlayan bu zorunlulukları şu şekilde açıklayabiliriz:

a- Doğal Afetler: Orta Asya’nın çevre ve iklim şartları hayvancılığa olduğu kadar tarıma elverişli değildi. Yani Türklerin yaşadıkları yerler onların bütün ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Üs-telik zaman zaman meydana gelen kuraklık ve çekirge baskınları kıtlıklara yol açıyor ve anayurtta yaşamayı oldukça güçleştiriyordu. Diğer yandan soğuklar ve salgın hayvan hastalıkları da bazen kitleler halinde hayvan kayıplarına sebep oluyordu. Başlıca ekonomik varlıklarını yitiren Türkler perişan oluyor, güç durumlara düşüyorlardı.

b- Nüfus Artışı ve Otlak Yetersizliği: Anayurt toprakları hızla çoğalan Türklere geçim bakımından yetersiz kalıyordu. Aynı şekilde otlaklar da sayısı gittikçe artan sürülere yemiyordu.

Bazen otlaklar yüzünden boylar arasında silahlı çatışmalar ve bunlardan mücadeleyi kaybeden bo-yun kendisine yeni yurt ve otlak araması gerekiyordu.

Çinlilerin M.Ö. birinci asırda vergi almak için verdikleri bir nüfus sayımına göre 315.000 kişi vardır.

Ayrıca kabilelerin ya da şehirlerin ne kadar asker verebildikleri hakkında Çin kaynaklarında verilen bilgilere göre Gök-Türkler zamanında Yenisey Kırgızları sadece 80.000 kadar asker verebiliyordu. Bu da aşağı yukarı 350-400.000 nüfusa denk geliyordu. Daha sonra Tokuzoğuz hanlarına karşı isyan ettiklerinde 400.000 asker

verebildiklerine göre nüfusları bir buçuk iki milyona tekabül eder. Bu da Türklerin hızlı nüfus artışlarının bir göstergesidir.

c- Siyasi Anlaşmazlıklar: Anayurt dışına yapılan göçlerin bir sebebi de Türk tarihinde sık sık görülen siyasi anlaşmazlıklardır. Bu anlaşmazlıklar genellikle devletin bölünmesine ve ta-raflar arasında silahlı mücadelelere sebep oluyordu. Mücadeleyi kaybeden taraf egemenlik altına girmektense yerini terk edip yeni ufuklara göç etmeyi tercih ediyordu. Batı Hunlarının yaptığı göç bunun bir örneğidir. Göçler bazen de yeni bir Türk devleti kurulurken meydana geliyordu. Böyle durumlarda yeni devletin egemenliğini kabul etmek istemeyen kitleler yurtlarını bırakıp başka yer-lere göç ediyorlardı.

d- Ağır Dış Baskılar: Türk kavimleri karşı koyamadıkları ağır dış baskılar yüzünden bazen yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlardı. Bu durum genellikle Orta Asya’da güçlü bir Türk devletinin bulunmadığı zamanlara denk geliyordu. Böyle zamanlarda Türkler istiklallerini değil yurtlarını feda ediyorlardı. Çin ve Moğol baskılarında bunun örneğini rahatlıkla görebiliyoruz.

Türk kavimleri bazen de birbirlerinin baskılarına maruz kalarak yurtlarını terk ediyorlardı. Avarlar, Peçenekler, Kuman-Kıpçaklar buna örnektir.

e- Cihan Hakimiyeti Mefkuresi:

Ayrıca yeni ülkeler fethetme arzusu ve bunun doğal sonucu olarak yeni vatanlar kurma düşüncesi de göçlerin sebepleri arasında sayılabilir. Türklerde en başından beri var olan cihan hâkimiyeti ülküsü onları yeni yerler keşfetmeye sevk etmiştir. Oğuzların Anadolu’ya göçleri bu sebeptendir. Çünkü Türkler at ve de-mir sayesinde özellikle de atı kullanarak çok hızlı bir şekilde fetih ve göç hareketlerinde bulunabiliyorlardı.

Tükler tabiat verimlerinin kısırlığı dolayısıyla nüfusu beslemeye yeterli gelmeyen bozkırlarda biraz tarım dışında genellikle hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan Türkler normal bir hayat sürebilmek için çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası gibi başka iktisadi ihtiyaçları da vardı. Türk tarihine dair kayıtlarda göçlerin başlıca sebepleri olarak söylenen bu hususlar Türklerin sadece başka memleketlere yönelmelerine değil bazen ikti-sadi ve ticari yönden daha fazla imkânlara sahip diğer Türk topraklarına saldırmalarına da sebep oluyordu.

Bu nedenle tarihi devirlerde bir Türk topluluğu başka bir Türk topluluğunu yerinden çıkararak göçe mecbur etmiştir. İster kendi kandaşlarının isterse de dış güçlerin baskıları olsun zor durumda kalan Türkler tabiiyeti kabul etmektense topraklarından vazgeçmeyi seçmişlerdir. Hiçbir zaman egemenlik altına girmeyi kabul et-memişlerdir. Yerleşik kavimler tarafından gerçekleştirilemeyen bu durum bozkırlı toplumlar için mümkün-dü.

3) MİLATTAN ÖNCE TÜRK GÖÇLERİ

Gerek milattan önceki gerek milattan sonraki yüzyıllarda anayurttan dünyanın öteki yerlerine zaman zaman Türk göçleri olmuştur. Milattan önceki yüzyıllarda olan göçler, belgelerin bulunamayışı yüzünden henüz aydınlatılamamıştır. Bugün, Milattan sonra olan göç yollarına bakarak, Milattan önceki yüzyıllarda Türklerin hangi istikametlerde ve nerelere göç etmiş oldukları hakkında fikir edinmek mümkün olmaktadır.

Çin, Hindistan, Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Mezopotamya ve Anadolu Türklerin Milattan sonra göç ettik-leri yerlerdir. Bu ülkelerde milattan önceki yüzyıllarda oluşan medeniyetlerde belirgin bir şekilde Türk kül-türünün izlerine rastlanması, Türklerin eski zamanlarda buralara göç etmiş oldukları hakkında bize ipuçları vermektedir.

Mesela, Sümerce ile Türkçe yapı bakımından aynı dil grubuna girmektedir. Hatta, yapılan araştırma-larla 200-300 kadar Sümerce kelimenin (ai=ay, dağ=dağ, ab=eb, ev v.s.) Türkçe olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca yapı bakımında aynı benzerlik Urartu dili ile Türkçe arasında da görülmüştür. Mezopotamya (Sümer) ile Pakistan’ın Harappa ve Mohenjo-daro mevkiinde ele geçen buluntular arasında da benzerlikler görülmüştür.

İlim adamları bu benzerliklere bakarak, her iki medeniyetin yaratıcılarının da aynı soydan gelen kavimler olduğu hükmüne varmışlardır.

Öte yandan, Çin’de kurulan Chou (M.Ö. 1050-256) Devleti’nde Gök dini, güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla askeri alanda bazı Türk geleneklerine rast gelinmesi, bu devleti kuran unsurun Türk olduğuna şüphe bırakmamaktadır. Daha da önemlisi, milliyeti hakkında bir türlü karara varılamayan Etrüsk-ler’in bir Türk kavmi olabileceği, yeni değerlendirmelerle oldukça belirli bir hale gelmiştir.

Yakutlar ve Çuvaşlar milattan önceki yüzyıllarda Türk ana kitlesinden ayrılarak, anayurt dışına çıkmış Türk kavimleridir. Bunlardan Yakut Türkleri kuzey-doğu Sibirya tundralarına Çuvaş Türkleri de Ural dağla-rının güney eteklerine göç etmişlerdir. Her iki kavim anayurt dışına çıkmakla kalmamış, diğer Türk kavim-leriyle kültürel ilişkilerini de koparmışlardır. Bu nedenle Yakut ve Çuvaş Türklerinin dilleri Türkçeden farklı birer gelişme göstermiştir.

Diğer taraftan Hindistan’ın İndus-Pencab havalisine doğru ilk Türk hareketinin M.Ö. 1. Bin başlarına doğru olduğu tahmin edilmiştir. Daha eski tarihlere Türklerin İran yaylası üzerinden Mezopotamya’ya inmiş olmaları da mümkündür. Bunlar ilk medeni kavim sayılan Sümerlerdir ve dilleri Sami veya Hint-Avrupai olmayıp Türkçenin içinde bulunduğu “bitişken diller” grubundadır. Ancak Sümerlerin menşei meselesi daha tam olarak açıklığa kavuşmamış daha doğrusu aslen Orta Asyalı ve muhtemelen Türk soyundan geldikleri ilim dünyasında henüz kesin bir şekilde kabul edilmemiştir.

4) MİLATTAN SONRA TÜRK GÖÇLERİ

Milattan sonraki yüzyıllarda meydana gelen Türk göçleri genellikle iki istikamette olmuştur:

1) Güneye doğru

2) Batıya doğru

Güneye inen Türkler Kuzey Çin’de çeşitli adlar altında devletler kurmuşlardır. (Tabgaç Devleti 338-557). Batı’ya göç eden Türk kavimleri de başlıca iki kola ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. Bunlardan Hazar Denizi’nin ve Karadeniz’in üstünden kuzey yolunu takip edenler, Orta Avrupa ve Balkanlar’a inmişler burada güçlü devletler kurarak, Bizans ve Roma imparatorluklarını baskı altına almışlardır. (Hunlar, 375’den sonra; Avarlar VI. Yüzyıl ortası; Peçenekler, Kumanlar/Kıpçaklar ve Oğuzlar, IX-XI. Yüzyıllar arası.)

Güney-Batı yolunu takip eden ikinci kol ise, İran Sasani İmparatorlığu’na çarparak bir ara yolunu Hin-distan istikametinde değiştirmiştir. (Akhunlar/ Eftalitler, 350). Türklerin devamlı hücumlarıyla oldukça zayıf düşürülmüş olan Sasani İmparatorluğu, Araplar tarafından beklenmedik bir şekilde çökertildi. Böylece Türk kavimlerine yeni bir yol daha açıldı.(Oğuzlar, XI. Yüzyıl). “Orta Yol” adı verilen bu yol Türkler için en hayırlı yol oldu. Çünkü diğer göç yollarını takip eden Türkler aradan az veya çok bir zaman geçtikten sonra başka medeniyetler içinde erimelerine ve milliyetlerini kaybetmelerine karşılık, “Orta Yol”dan Anadolu’ya gelen Oğuzlar/Türkmenler hem Türklüklerini hem de istiklallerini korudular.

Türkler’in milli varlıklarını korumalarının sebepleri şöyle açıklanabilir:

1) İslâm dini ile Türk inanç geleneklerinin birbirine pek yakın veya birçoğunda aynı olması.

2) Orta Doğu’ya hâkim olup, İslâm memleketlerinin ortasında arka arkaya bir düzine devlet kuran Türklerin, anavatan Orta Asya’dan binlerce kilometre uzaklarda, Azerbaycan, Yukarı Mezopo-tamya, Anadolu ve Rumeli gibi topraklarda yeni birer vatan kurmaları.

3) Yeni vatanın, Orta Asya’dan sürekli gelen Türk göçleriyle beslenmesi ve takviye edilmesi.

4) Müslüman olan Türklerin güçlü Fars ve Arap kültürleri karşısında kendi kültürlerini titiz-likle korumaları ve devam ettirmeleri.

5) Milli ve manevi değerleri yaşatacak ve geliştirecek milli bir edebiyat yaratmış olmaları.

Ayrıca milattan sonra göçlere katılan Türk boyları ve göç zamanları hakkında da oldukça kesin bilgi-lere sahibiz. Maddeler halinde bu göçlerden bahsedecek olursak,

1) Hunlar Orhun Bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,

2) 350’li yıllarda Akhunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a,

3) 375’ten sonra yine Hunlar Avrupa’ya,

4) Sonrasında Ogurlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya,

5) Yüzyılın son yarısında Sabarlar, Aral Gölü’nün kuzeyinden Kafkaslar’a,

6) Avarlar, Orta Asya’dan Avrupa’ya,

7) 669’lu yıllardan sonra Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Volga Nehri kıyı-larına

8) Sonra Macarlarla birlikte bazı Türk boyları Kafkasların kuzeyinden Orta Avrupa’ya,

9) 840’tan sonra Uygurlar, Orhun bölgesinden İç Asya’ya,

10) IX. ve XI. Yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak), ve Oğuzların bir kolu olan Uzlar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara,

11) Aynı dönemlerde Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun Nehri kıyılarına,

12) XI. Yüzyılda Seyhun Nehri kıyıların göç eden aynı Oğuz kitlesi Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.

Bunlardan özellikle Hun ve Oğuz göçleri hem uzun mesafeler kat etmek suretiyle yapılmış hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir. Bu göçleri yeni vatan kurma maksadını güden büyük çapta fütuhatı karak-terize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu bilinmez birer macera girişimi olmaktan çıkarıp başarılı bir şekilde hedeflerine ulaştıran başlıca sebep de hemen hemen bütün göçlerin Türk hükümdar aile-si mensupları tarafından sıkı bir diaile-siplin altında sevk ve idare edilmeaile-sidir. Böylece eski Türk hükümranlık anlayışına göre kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dolayısıyla Türk topluluklarının hareket birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihi misyonlarını gerçekleştirmelerini mümkün kılmıştır.

Tarihte Türk yayılmalarının diğer bir şekli de “sızma” dediğimiz yoldur. Kendi ülkelerinde iktisadi sı-kıntı içinde kalan bazı kalabalık boy parçalarının ya da sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet al-maları şeklinde belirir. Bu şekilde dahi Türklerin katıldıkları topluluklar içinde üstün bir kabiliyet göstererek askeri kuvvetlere ya da siyasi hayata hâkim oldukları hatta Mısır, Hindistan gibi yerlerde devletler kurdukları bilinmektedir.