• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.2. Üniversite Bileşenlerinin Demokrat Parti İktidarıyla İlişkisi

4.1.4. Öğrenci Gençliğini Etkileyen Siyasal İdeolojiler ve Hareketler

4.1.4.1.2. Türkiye İşçi Partisi

Türkiye İşçi Partisi (TİP), MBK’nın siyasal partilerin kurulması için tanıdığı sürenin dolduğu gün olan 13 Şubat 1961’de, İstanbul’da 12 sendikacı tarafından kurulmuştur (Ünsal, 2002, s. 72). Bu sendikacıların çoğu İstanbul İşçi Sendikaları Birliğine bağlı sendikalarda yöneticilik yapmaktadır. Gerek kurucularının farklılık gösteren siyasî eğilimleri gerekse tüzük açısından bakıldığında, TİP bu dönemde sosyalist bir parti hatta işçi partisi görüntüsü çizmekten uzaktır. Ancak Türkiye tarihinde tamamen işçiler ve sendikacılar tarafından kurulan ilk parti olması önemlidir. Parti sınıfsal niteliğine rağmen aydınlar ve kamuoyu nezdinde ilk etapta kayda değer bir etki uyandıramamıştır (Şener, 2010, s. 251). Genel başkanlığa İstanbul İşçi Sendikaları Birliği Başkanı Avni Erakalın getirilmiştir (Ünsal, 2002, s. 88). Kurucular arasında aydınların yer almamasını Behice Boran “okumuş yazmışlara, kravatlılara bir güvensizliğin” göstergesi olarak değerlendirmektedir. TİP’le aydınlar arasındaki kopukluğun tek nedeni partililerin aydınlara karşı önyargıları değildir; aynı biçimde aydınlar da TİP’e ilgi göstermemiş, hatta içlerinde bazıları bu yeni oluşumu küçümsemiş, Yön dergisinde TİP’in “ölü doğduğu” yorumu yapılmıştır (Boran, 1968, s. 65).

İlk senesinde önemli bir varlık gösteremeyen TİP’te, sendikacıların Partiyi yalnız başlarına yönetemeyecekleri fikri ön plana çıkmış, yeni lider arayışları sonucunda uluslararası hukuk doçenti ve avukat Mehmet Ali Aybar genel başkanlığa getirilmiştir. Aybar’ın genel başkan olmasıyla birlikte Behice Boran, Sadun Aren, Yaşar Kemal, Nihat Sargın, Nazife & Adnan

1 Yaşar Kemal’in halk dilini romanlarına aktarmadaki ustalığını konuşturarak Adana şivesiyle yaptığı seçim

109

Cemgil, Kemal Sülker, Cemal Hakkı Selek gibi aydınlar da partiye katılmıştır (Ünsal, 2002, s. 93-96). Aybar’ın genel başkan oluşu, Varuy’un (2012) deyimiyle “TİP’in ikinci ve gerçek kuruluş dönemi”dir. Bu dönemde TİP, sendikal karakterinden sıyrılıp gerçek anlamda siyasal bir nitelik kazanmıştır (s. 33).

Aybar’ın ilk işi yeni tüzük çalışmalarına başlamak olmuş ve TİP, tüzükte “Türk işçi sınıfının ve onun demokratik öncülüğü etrafında toplanmış bütün emekçi sınıf ve tabakaların (ırgat ve küçük köylülerin, aylıklı ve ücretlilerin, zanaatkârların, küçük esnaf ve dar gelirli serbest meslek sahipleri ile ilerici gençliğin ve toplumcu aydınların) kanun yolundan iktidara yürüyen siyasî teşkilâtı” (Varuy, 2012, s. 33) olarak tarif edilmiştir.

1964’te İzmir’de yapılan 1. Kongre’de kabul edilen Parti Programı, Partinin niteliğinin ortaya konmasında ikinci adımdır. Üyelerin yanı sıra, örgütsel bağı bulunmayan bilim insanlarının ve uzmanların da katılımıyla bir yılı aşkın sürede tamamlanan program, TİP’in o dönemki yapısının bir sonucu olarak eklektiktir. Tıpkı tüzükte olduğu gibi “sosyalizm” sözcüğünün geçmediği programda, Atatürk’ün emperyalizm ve kapitalizm karşıtı konuşmalarından iki alıntıya yer verilmiştir. Program, toplumu analiz ederken kullandığı yöntemi, sınıf mücadelesini esas alması ve sorunların çözümünü emekçilerin iktidara geçmesinde görmesiyle Marksist olarak nitelenebilmekle birlikte; çözüm yolu olarak sosyalizmi değil “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu göstermiştir1 (Şener, 2010, s. 256).

TİP’in programının ve uygulayacağı kalkınma yönteminin sosyalist değil, sosyalizmin ön koşullarını hazırlamaya yönelik bir geçiş aşamasının programı oluşundan, TİP’in bir millî demokratik devrim aşamasını, yani iki aşamalı devrimi savunduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü, TİP’e göre Türkiye, burjuva / millî demokratik devrimini tamamlamıştır. Burjuvazinin öncülüğünde yürütülmüş olan Millî Kurtuluş Savaşı sonrasında rejim değişikliği ile başlayıp Atatürk inkılâplarıyla devam eden, çok partili hayata geçiş ve 27 Mayıs sonrası düzenlemelerle geliştirilen demokratik devrim birçok kazanımla yoluna devam etmiştir. Her ne kadar feodalizmi tamamen tasfiye edemese ve nihayet yabancı sermayeye kapılarını açmak zorunda kalsa da, Türkiye, bu aşamayı artık

1

Hedef, ekonomiye kamu sektörünün egemen olması, özel sektörün plan dâhilinde kamu sektörüne yardımcı olması, mümkün olan en kısa sürede –ağır sanayiye öncelik verilmek suretiyle- sanayileşmenin gerçekleştirilmesidir (Şener, 2010, s. 271).

110

geride bırakmıştır. Aşamalı devrim anlayışı, ancak işçi sınıfı olmayan veya çok cılız olan - işçi partisi olmayan- ülkeler için söz konusudur (Boran, 1968, s. 271-273).

TİP, kitlelere ulaşıp görüşlerini aktarma çabalarında fiilî saldırılar da dâhil olmak üzere güçlüklerle karşı karşıya kalmış olsa da (Özgüden, 1988a, s. 1999) her geçen gün daha çok insana hitap etmeyi başarmıştır. TİP’in 17 Kasım 1963 yerel seçiminde aldığı 35.507 oy, Türk solunun tarihindeki ilk toplam oyudur (Sayılgan, 1976, s. 387). Yükselişini sürdüren TİP, 1965 genel seçiminde elde ettiği yaklaşık %3 oy oranıyla 15 milletvekili çıkarmayı başararak meşruiyetini pekiştirmiştir (Şener, 2010, s. 258). Ne var ki, temsil etme iddiasında olduğu kitlenin güven ve desteğini kazanamamıştır. TİP’e oy veren çevreler arasında AP tabanının çok yoksul kesimleri ile CHP tabanının eski partilerini yeterince solda olmadığı için tercih etmeyen eğitimli ve kentli kesimleri yer almaktadır. Bunda sendikacılığın Türkiye’deki geçmişinin henüz çok kısa olması, mevcut sendikaların çatı örgütü konumundaki Türk-İş’in TİP’i desteklememesi ve bazı bölgesel örgütlerin bu partiye açıkça cephe alması etkili olmuştur. TİP’in seçimlerde istediği sonucu elde edememesinin bir diğer nedeni ise halka alışık olmadığı bir retorikle hitap etmesidir. Hem kitleselleşememiştir, hem de kullanılan yabancı kavramlar “kökü dışarıda” olduğu algısını güçlendirmiştir (Abadan, 1966, s. 245-247).

TİP, kendisine karşı çevrelerle mücadele etmek zorunda kalırken, kendi içinde de anlaşmazlıklar, hatta ayrışmalar yaşamıştır. 1966’daki Malatya Kongresinde TKP’den kalan aşamalı devrim stratejisinin bir gereği olarak, devrimin ilk aşamasında zinde güçlere ve millî burjuvaziye atfedilen önem bakımından TİP yönetiminden ayrılan ve o yıllarda görüşlerini Yön dergisi sayfalarında ifade eden eski TKP’liler, parti içi muhalefet olarak ortaya çıkmıştır. Yönetimin çok sert tepkisiyle karşılanan bu çıkış, çok sayıda partilinin ihracını beraberinde getirmiştir. Malatya Kongresinin bir diğer önemli özelliği de, TİP’in herhangi bir ara aşama söz konusu olmaksızın sosyalizmi hedeflediğini ilk kez ve net bir dille resmen deklare etmesidir (Şener, 2010, s. 259).

Mehmet Ali Aybar, Türkiye’de yürütülmesi gereken anti-emperyalist mücadeleyi “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelendirir. Ona göre (ikinci) millî kurtuluş savaşı ile sosyalizm mücadelesi “bir madalyonun iki yüzü gibi” gibidir (Aybar, 1968, s. 465). Birinci kurtuluş savaşına sosyalist bir karakter verilmediği için ikinci bir kurtuluş savaşına ihtiyaç

111

doğmuştur. Anti-emperyalist mücadelede millî cepheyi olabildiğince genişletme kaygısı, sosyalist karakterin ihmal edilmesine yol açarsa zafere ulaşmak mümkün olmayacaktır. Türkiye’de mevcut bulunduğu varsayılan millî burjuvazinin veya ara tabakaların öncülüğünde yürütülecek bir kurtuluş mücadelesinin sonunda, tıpkı geçmişte olduğu gibi emekçilerin çıkarlarına aykırı bir düzen kurulma olasılığı çok yüksektir (Aybar, 1968, s. 506). Behice Boran da aynı görüştedir. Ona göre, dış sömürü ve iç sömürü iç içe geçmiştir. Türkiye’nin kendi içinde ekonomik düzeni ve iktidardaki sınıfı değiştirmeden, ekonomik ve ona bağlı olarak siyasî bağımlılıktan kurtulması mümkün değildir. Çünkü dış sömürü ve dış bağımlılık, yerli egemen sınıflar aracılığıyla yürütülmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar Türkiye’nin bağımsızlığından yana olsalar da esasen burjuva ideolojisiyle yoğrulmuş olan ara tabakalarla emperyalizm karşıtı mücadelenin yürütüleceğine inanmak “ham hayal”dir (Boran, 1968, s. 148).

TİP yöneticilerine göre, parlamenter yoldan iktidara gelme hedeflerinin en önemli teminatı Anayasa’dır. Boran’a (1968, s. 223) göre emekçi sınıflar hızla örgütlenip bilinçlendirilir, Anayasa’dan yana çevreler hak ve hürriyetleri cesaretle savunursa egemen sınıflar ve onların iktidarı, sosyalist TİP’in seçim yoluyla iktidara gelmesini engelleyemeyecektir. Egemen güçler, TİP’in seçim kazanmasını önlemeye kalkıştığı takdirde Anayasa’nın sunduğu “direnme hakkı” devreye girecektir. Aybar (1968, s. 395) da başka bir yönüne dikkat çektiği Anayasa’nın liberalizme karşı olduğunu, dikta rejimlerini yasakladığını ve öngördüğü hatta “emrettiği” rejimin “demokratik sosyalizm” olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla Anayasa’ya göre sosyalizmin başka yollardan değil, halkın oylarıyla iktidara gelmesi ve iktidara geldiğinde de muhalefetin haklarına saygılı olması gerekmektedir.

Parlamenter mücadeleyi önemsemesi, TİP’e “burjuva partisi” eleştirilerinin yöneltilmesine yol açmıştır. Boran (1968) bu eleştirilere karşılık olarak; burjuva partileri iktidara geldikten sonra halkı olabildiğince zayıf ve edilgen tutmak isterken, Parlamentoda çoğunluğu elde etmenin iktidara gelmek için tek başına yeterli olmadığının bilincindeki TİP’in halkı bilinçlendirerek ve örgütleyerek siyasî hayatta etkin ve temel bir unsur hâline getirmeyi hedeflediğini belirtmektedir (s. 225). Bir başka ifadeyle TİP’e göre düzen partileri iktidara gelmek için halkı araçsallaştırırken, TİP gerçek ve kalıcı bir –sosyalist- iktidarın ancak bilinçli ve örgütlü kitlelerle mümkün olduğunu savunmaktadır. Zira, ülkede bir düzen değişikliği de ancak böyle mümkün olabilecektir.

112

… bazı çevrelerin düşündüğü gibi, Türkiye’de bir siyasî kadronun yukarıdan aşağı uygulayacağı kesin reformlarla ancak kurtulabileceğimizi mi sanmak lâzımdır? Kesinlikle buna cevap verelim: Hayır! Çünkü bugünkü şartlar altında yukardan aşağı bu işleri yapmak küçük bir siyasî kadronun işbaşına gelip, zorlu dönüşümlere girişmesi mümkün değildir. Çünkü bu dönüşümler geniş halk kitlelerinin, başta işçi sınıfı olarak, şevkli ve imanlı çabası sağlanmadıkça kısır kalmak ve ister istemez sermaye çevrelerinin kucağına düşüp, gerici rejime dönmek zorundadır. Bu ise, Türkiye’de faşist bir dikta rejiminin kurulmasına yol açar (Aybar, 1968, s. 205-206).

Aybar’a (1968) göre işçi sınıfının öncülüğünü küçümseyenler olsa da, tarihin her döneminde olduğu gibi Türkiye’de de “ileri ve ilerletici” olmak yalnızca bu sınıfa özgüdür. Bunun kanıtı, 27 Mayıs sonrasında en güçlü eylemlerin bu sınıftan gelmesidir. İşçi sınıfının öncülüğü, tek özne olacağı anlamına gelmemektedir. Emeğiyle geçinen diğer sınıf ve zümrelerle toplumcu aydınlar da işçi sınıfıyla işbirliği içinde olacaktır (s. 226). Küçük burjuva aydınlar, sınıfsal kökenleri itibarıyla bireycidir ve genellikle kapitalizme dönüktür; halka karşı olmasalar da tepeden ve dışarıdan bakma eğilimindedirler. Ancak halkın ağırlığını koyduğu politik hareketlerde halk yararına davranırlar. Sosyalist aydınlar, halkla kaynaştıkları ve halkın tecrübelerinden yararlandıkları oranda sosyalizmin kuruluşuna katkıda bulunurlar. Halkı sosyalizme kazandırmanın tek yolu, her zaman ve her vesileyle halkın yanında olmak; halkın dertlerine halkla birlikte çare aramaktır (s. 487-489).

TİP’in hedefindeki bilinçli ve örgütlü halkın belkemiğini sınıf bilincine sahip –kendisi için sınıf hâline gelmiş- bir işçi sınıfı oluşturmaktadır. Öğrenim seviyesi ortalamanın çok üstünde ve zihni yeni bilgilere açık olduğu için toplumun gerek bilinçlenmeye gerekse örgütlenmeye en yatkın, en dinamik kitlesi olan öğrenci gençliğinin ise TİP tarafından ihmal edildiği, TİP’in bu kitlenin beklentilerini karşılayamadığı görülmektedir. TİP, öğrenci gençliğini de kapsayan “zinde kuvvetler”in veya “ara tabakalar”ın dâhil olduğu cepheci yaklaşımları reddederken, üniversite gençliğinin dinamizminden faydalanamamış, en sonunda bu kitlenin desteğini büyük ölçüde yitirmiştir.

Öğrenci gençliğinin TİP’ten uzaklaşma nedenlerinin başında bu partiyi pasifist bulması gelmektedir. Örneğin, Türkiye’nin ABD’ye karşı yürüttüğü “ikinci millî kurtuluş savaşı”nda, halkın ABD emperyalizmine karşı “pasif direnme”ye davet edilmesi yetersiz ve anlamsız bulunmuştur (Şener, 2010, s. 259). Özellikle öğrenci hareketinin büyük bir yükselişe geçtiği 1968 yılından itibaren, TİP öğrenciler üzerindeki etkisini büsbütün yitirmeye başlamıştır. 1968 sonuna dek Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) yönetimi TİP’li öğrencilerin elinde kalsa da, birçok üniversitede MDD çizgisini benimseyen gençler ağırlık

113

kazanmıştır. Genel Merkezin 1968 itibarıyla kitle hareketlerine katılmakta çekingenlik göstermesi, Haziran’da başlayan üniversite işgalleri karşısındaki ve İTÜ’deki polis baskınında TİP üyesi Vedat Demircioğlu’nun ölümü sonrasında verilen tepkilerin yetersiz bulunması, öğrenci gençliğini TİP’ten uzaklaştıran önemli nedenler arasındadır (Ünsal, 2002, s. 200; Şener, 2010, s. 261). TİP’in öğrenci hareketleri de dahil olmak üzere toplumsal hareketler üzerinde herhangi bir yönlendiriciliği veya etkisi söz konusu olamamıştır. Aybar’ın Amerikan karşıtı gösteriler sonrasında gençlere “faşizm tehlikesi” uyarısı yapması örneğinde olduğu gibi, TİP için toplumsal hareketler genel olarak kuşkuyla ve temkinle yaklaşılan, fazla ümit bağlanmayan olaylardır (Aydınoğlu, 2011, s. 204-205).

TİP Tüzüğü’nde bahsedilen Gençlik Kollarının kurulmasına 1962 -1963 yıllarında başlanmış olsa da, gençler hiçbir zaman parti içinde etkin bir konuma gelememiştir. 1964’teki Büyük Kongrede Gençlik Kollarına özerklik verilip bu kongreye katılmalarına karşı gelen görüş ağır basmış, 1966’daki II. Büyük Kongrede TİP Gençlik Kolları için bir yönetmelik hazırlanması yönündeki öneriler, ulusal düzeyde örgütlenme çabalarının daha ağır bastığı gerekçesiyle ileri bir tarihte ele alınmak üzere ertelenmiş, III. Büyük Kongrede ise ne sosyalist gençliğin sorunları ve beklentileri üzerinde yeterince durulmuş ne de gelen öneriler dikkate alınmıştır. TİP’in gençlerle arasına mesafe koyan bu yaklaşımı, onların parlamento dışı muhalefet arayışlarına yönelmelerini kolaylaştırmıştır (Ünsal, 2002, s. 275-276).

TİP, üye sayısı oldukça yüksek olan gençlerin Partinin denetimini ele geçirmesinden duydukları endişe ve dinamizmlerinden doğan “kendiliğinden” eylemlerine karşı tedbirli davranmanın bir sonucu olarak gençlere karşı bir çekingenlik içine girmiştir. Ayrıca, gençler Marksist yayınları birçok parti üyesine göre daha yakından takip ederken, yönetici kanadında gençlerin yalnızca teorik yönlerini geliştirerek ülke gerçeklerini kendileri kadar iyi bilemeyecekleri görüşünün ağır basmasının da etkisi vardır. FKF’nin 1968 sonlarına dek TİP’li gençlerin yönetiminde kalmasına güvenilmiş, Parti bünyesinde özerk bir gençlik koluna ihtiyaç olmadığı düşüncesi oluşmuş; dahası, FKF’nin üniversitelerdeki örgütlülük düzeyi sosyalist hareketin öğrenci gençliği nezdinde zaten destek gördüğünün bir kanıtı olarak kabul edilmiştir (Ünsal, 2002, s. 276-277).

114

Gençlerin Marksist-Leninist yayınları yoğun bir ilgiyle okuması, Aybar’da endişe, hatta rahatsızlık yaratmıştır. Aybar, “ileri karakolu” Türkiye’de TİP’in büyümesi, gençlerin eylemleri ve DİSK’in kurulması gibi gelişmelerden rahatsız olan ABD’nin bir “tezgâhı” olarak, gençleri sosyalizmin demokratik yoldan gerçekleşmeyeceğine ve silahlı mücadeleden başka yol olmadığına inandırmak için silahlı mücadeleyi savunan Marksist- Leninist kitapların Türkçeye tercüme edilmesine ve satılmasına göz yumulduğunu iddia etmektedir.

... Önce Marksist-Leninist kitapların Türkçeye çevrilmesine, serbestçe satılmasına göz yumuldu. Bir anda kitapçı dükkânları Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun Guevara’nın kitaplarıyla dolup taştı. Meydanlarda sergiler açıldı. Taksim’de biri Sular İdaresi önünde, biri Rum kilisesi önünde kurulan tezgâhlarda ekmek peynir gibi satıldı. Hatta nasıl bomba yapılacağını açıklayan bir kitap bile vardı aralarında. İşin ilginç yanı da bir zamanlar, soyulan portakalın kabukları orak çekice benzediği gerekçesiyle harekete geçen savcılarımızın bu olaylara seyirci kalmalarıydı. Mecliste bu değişikliğin nedenini sormuştum: elbet 141, 142’nin uygulanmasını istemiyorum. Ama bu maddeler yürürlükteyken savcılar neden uygulamıyorlar? demiştim. Böylece tezgâhlanan oyunun farkında olduğumuzu belirtmek istemiştim… (Aybar, 1988, s. 87).

“…Amerika’nın askeri heyetler bulundurduğu, üsler kurduğu bir ülkede, bir partinin ortaya çıkıp, halkı Amerika’ya karşı direnmeye çağırması, bir yeni Kurtuluş Savaşına gerek olduğunu ileri sürmesi, göz yumulacak bir olay değildi kuşkusuz.” diyen Aybar (1988), TİP’i çökertmek için bir taraftan saldırılar devam ederken bir taraftan da dolaylı yoldan aynı amaca yönelik olarak Marksist yayınların serbest bırakıldığını düşünmektedir. Ona göre gençler arasında TİP’in sosyalizm anlayışına muhalif anlayışların oluşması ve en sonunda bu muhalefetin TİP’e sıçraması sağlanmak istenmiştir. “Marksizm hakkındaki bilgileri sınırlı olan kimi yönetici”lerin de bu kitapların etkisi altında kaldığını savunan Aybar, bu durumun kendi çizgisi dışında bir sosyalizmi savunan Partinin güçlenmesini kaygıyla izleyen SSCB’nin de işine geldiğini savunmaktadır (s. 140-141).

Görüldüğü gibi Aybar, Marksizmin çeşitli yorumlarının Türkiye’de serbestçe okunup öğrenilmesini o günün koşullarında normal ve hayırhah bir gelişme olarak değerlendirmemiştir. Partinin bir diğer önemli yöneticisi Behice Boran da solun Marksist teoriyi iştahla hatmetmesine karşı benzer bir tutum geliştirmiştir. Boran, belki Aybar gibi teoriye yönelik ilginin yoğunluğunda bir “komplo” aramamaktadır ancak, teorinin yeterince hazmedilmemesi ve dogma hâline gelmesinden endişe duymaktadır. Ancak, o da gerek partililerin gerekse kitlelerin teorik formasyonunu nasıl edineceği konusunda bir

115

formül önermiş de değildir. Boran, 1960’ların sonlarında kaleme aldığı parti-içi teorik eğitim taleplerine ilişkin bir yazısında bu tutumu sergilemektedir:

… Bir kısım aydınlar ve gençlik, eğitim deyince az çok okul öğretimine benzer bir eğitim faaliyeti kastetmektedirler. Bir taraftan felsefe, sosyoloji, iktisat vb. konularda kurslar, konferanslar, seminerler düzenlenmesi, öbür yandan küçük okuma grupları meydana getirilerek sosyalist kitapların okunması, tartışılması düşünülüyor. Bu çeşit parti-içi eğitim, daha ziyade parti dışındaki sosyalist çevrelerde yaygındır, ama parti içinde de böyle düşünenler vardır. TİP bu çeşit eğitim anlayışına ve faaliyetine iltifat etmedi. (…) Birden formel (kitabi) bir eğitime geçmek, iyi hazmedilmemiş birtakım teorik formüllerin ezberlenmesinden, tekrarından ileri gitmeyen bir sonuç verebilirdi. (…) Parti içi eğitimi okul biçimi bir eğitim olarak düşünmekten çok önce, eylem içinde ve eyleme ilişkin bir eğitim olarak düşünmek ve uygulamak gerekiyordu (aktaran Aydınoğlu, 2011, s. 154).

Aydınoğlu (2011) TİP önderlerinin teori konusundaki gelişmelere yaklaşımının temelinde bir kuşak çatışmasının yatabileceğini düşünmektedir. O günlerde 40’lı, 50’li yaşlarını sürmekte olan önder kadrosu, teorik birikimini 1960’ların gençliğine göre daha güç koşullar altında, on yıllara yayılan bir sürede ve daha dar bir çerçevede edinebilmiştir. Yeni kuşak ise sağlıklı bir tartışma ortamı olmaksızın, Marksizmin farklı yorumlarını da içerecek şekilde hızla, yeterince hazmedemeden bilgi edinmektedir (s. 155). Dolayısıyla, TİP yönetiminin endişeleri çok da temelsiz değildir. Fakat bu süreci olabilecek en iyi şekilde geçirebilmek için anlamlı bir çaba içine girilmediği, aksine parti içi mücadelelerle kan kaybedildiği de bir gerçektir.

TİP’in kısa tarihinin en önemli dönüm noktası, 1968’de Çekoslavakya’nın Varşova Paktı ülkelerince işgal edildiği dönemde yaşanmıştır. Aybar ile diğer yöneticiler arasında Çekoslovakya’nın işgali konusunda yaklaşım farkı olduğuna dair yaygın bilginin aksine Aybar’ın Uğur Mumcu’ya anlattıklarına göre, TİP içindeki ayrışmanın işgalle doğrudan doğruya bir bağlantısı bulunmamaktadır. Sadece Aybar değil, Boran da işgalin meşru kabul edilemeyeceğini belirten ve SSCB’yi sert bir şekilde kınayan açıklamalarda bulunmuştur. Hatta Boran, Milliyet’te yayımlanan bir yazısında, SSCB’de “Partinin, hatta parti içinde belirli bir kadronun gitgide tek bir kişinin müstebit, keyfi idaresi şeklini aldığını, bu çeşit rejimlere 20. yüzyılın ikinci yarısında sürüp gidemeyeceğini…” savunmuştur (Mumcu, 2004, s. 26-27).

Peki, TİP içinde Aybar’a karşı cephe alınmasının nedeni nedir? Partililer, Aybar’ın “hürriyetçi sosyalizm” ve “güleryüzlü sosyalizm” gibi kavramlarla Türkiye’ye özgü sosyalizmin reel sosyalizmden farkını vurgulayan açıklamalarından rahatsızdır. İşgali reel

116

sosyalizme dair tezlerinin bir kanıtı gibi sunması, Aybar’ın bilimsel sosyalizmden uzaklaştığı kanısını güçlendirmiştir. Bazı yöneticilerin Aybar’la görüşmelerinden bir sonuç çıkmayınca 16 Ekim 1968’deki MYK toplantısında Aybar’ı kişisel yönetim kurmakla, parti tüzüğü ve programındaki sosyalizm anlayışının dışına çıkmakla eleştiren bir beşli önerge (takrir) Sadun Aren, Behice Boran, Nihat Sargın, Minetullah Haydaroğlu ve Şaban Erik’in imzalarıyla sunulmuştur. Önergenin amacı tüzük, program ve ikinci kongre kararlarına aykırı görüşlerin Partiyi bağlamayacağını karar altına almak istemeleridir. Önergenin verilmesi sonrasında Partide ikili bir yapı ortaya çıkmıştır (Şener, 2010, s. 263). Aybar, çizgi değiştirdiği öne sürülerek program ve tüzük ilkelerinin değiştirilmek istendiğini, yani bu suçlamaların bahane olduğunu iddia etmektedir 1

(Aybar, 1988, s. 128- 129).

Aybar’a (1968) göre, bağımsızlık ilkesi “Türk sosyalizmi”nin vazgeçilmez bir unsurudur ve bu ilke TİP’in diğer sosyalist hareket ve kuruluşlar karşısındaki tutum ve davranışlarını da etkilemektedir. “…Türkiye’nin evlâtları olarak Sosyalizmi önce Türk Sosyalizmi olarak düşünürüz.” diyen Aybar’a göre TİP’in temsil ettiği Türk sosyalizmi bağımsız bir harekettir (s. 495-496). Türk sosyalizmini “Sosyalizmin Türkiye’ye özgü koşulları içindeki uygulanışına ve bu koşullarla, bu koşullar içindeki uygulanışın teoride değerlendirilmesinden meydana gelen Türkiye’ye özgü sosyalist teori-eylem sistemi” (s. 504) olarak tanımlamaktadır.

Aybar (1988, s. 130), TİP’in “Marksizmden yola çıkan ama Türkiye’ye özgü olan” sosyalizm anlayışının Leninizm’le hiçbir ilgisinin bulunmadığını savunur. Leninizm’i