• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.2. Veri Toplama Tekniği

3.1.1. Demokrat Parti İktidarı

Türkiye, her ne kadar II. Dünya Savaşı’na fiilen katılmasa da, cephede savaşmanın dışında savaş ekonomisi koşullarını en ağır biçimde yaşamıştır (Boratav, 2004, s. 81). Bütçenin ağırlıklı olarak savunma harcamalarına ayrılıp dışarıya karşı güçlü bir ordu, içeride de polis rejiminin kurulması, ülkeyi “otoriter bir millî şef yönetimi” altına sokmuştur (Eroğul, 1998, s. 20). Tek Parti iktidarının tabanını oluşturan, temeli Kurtuluş Savaşı yıllarında atılmış olan sivil-askerî bürokrasi ile ekonomik açıdan egemen sınıfların -genellikle kapitalizm öncesi işletme biçimlerinin ve kültür değerlerinin temsilcisi durumundaki eşraf ile burjuvazinin- koalisyonu (Timur, 2003, s. 23-24) ağır bürokratik mekanizmalarla

15

yürütülen müdahaleci politikalar nedeniyle sarsılmış ve savaş sonrasında siyasî-ekonomik liberalleşmeyi gündeme getiren gelişmelerden biri olmuştur (Ahmad, 2010, s. 26).

Savaş yıllarında izlenen ekonomi politikası toplumsal denge üzerinde hayli önemli sonuçlar meydana getirmiştir. Ordunun ihtiyaçları normal vergi gelirleriyle karşılanamadığı için enflasyonist girişimlere başvurulmuş; bir taraftan da çelişkili bir biçimde fiyatlar baskı ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Uygulanan bu politikanın sonucunda karaborsa ortaya çıkmış, fiyatların yeniden serbest bırakılmasıyla fiyatlar daha da artmıştır. Ekonomi politikası, spekülatif kazançlara zemin hazırlayarak bir “savaş zenginleri” zümresi yaratırken ücretli kesimleri yoksullaştırmıştır. Hükümetin ortaya çıkan bu durumla başa çıkmak için başvurduğu Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi gibi olağanüstü vergiler ekonomik olarak güçlü çevreleri tedirgin etmiş ve CHP’den uzaklaştırmıştır (Timur, 2003, s. 24-25). Savaş yıllarında Müslüman-Türk burjuvazi sermaye biriktirirken, devletin müdahaleci ekonomi politikalarının iş çevrelerini muhtaç kıldığı bürokratlar da onların işlerini kolaylaştırarak spekülatif kazançların yaratıcısı olarak bu zenginleşmeden payını almıştır (Timur, 2003, s. 27).

Savaş sonrasında servetlerini parti-devlet yardımıyla artıranlar dışında hâkim sınıflar, yoksul halk kitleleri ve geniş bir aydın zümrenin desteğini yitiren CHP, toplumun geniş çevrelerince “bürokratik bir baskı aracı” olarak görülmeye başlamıştır. Demokratik rejimlerin saygınlık kazandığı bir dönemde olmanın verdiği cesaretle tek parti - tek şef rejimine karşı demokrasi isteği daha kolay dile getirilebilmiştir (Timur, 2003, s. 29). Almanya, İtalya ve Japonya’daki totaliter rejimlerin yenilgiye uğraması ve Batı demokrasilerinin elde ettiği zafer, Türkiye’nin de rotasını belirlemiştir. Stalin’in agresif dış politikası, Hükümetin Batılı güçlerin desteğine ihtiyaç duymasına yol açarak bu tercihte etkili olmuştur (Ahmad, 2010, s. 26). Bir başka görüşe (Lewis, 2000, s. 313) göre ise, dönemin iktidarı yalnızca uluslararası gelişmeler öyle gerektirdiği için demokratikleşme yoluna girmemiş, Türkiye’nin Batı dünyasında yerini alması gerektiğine dair samimi inanç da gidişatta etkili olmuştur.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1944 tarihli yasama yılı açılış konuşmasında “parlamenter niteliğini” vurguladığı rejimin daha demokratik bir hâle getirileceğine dair 19 Mayıs 1945’te verdiği teminat, çok partili hayata geçiş için adımlar atılacağının ilk

16

işaretlerinden biridir. Esas dönüm noktası ise Ocak ayında Meclise sunulan Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’dır1

(Zürcher, 2012, s. 308). Yasa teklifi, bilhassa toprak sahibi olan milletvekillerinin yoğun muhalefetiyle karşılanmıştır. Muhalefetin sözcüsü, kendisi de Aydınlı bir toprak sahibi olan Adnan Menderes’tir. Yasa, Mayıs’ta büyük tartışmalar arasında oy birliğiyle kabul edilmiştir. 7 Haziran’da eski başbakanlardan Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün Anayasa’nın eksiksiz uygulanmasını ve demokrasinin tesis edilmesini talep eden ve Dörtlü Takrir olarak bilinen manifestoyu sunmasından birkaç ay sonra Tan ve Vatan’da eleştirel makaleleri yayımlanan Menderes, Koraltan ve Köprülü’nün CHP’den ihraç edilmesi ve sonrasında Bayar’ın da istifasıyla birlikte bir muhalefet partisi için imkân doğmuş ve 7 Ocak 1946’da DP resmen kurulmuştur (Zürcher, 2012, s. 309-311).

1947’de yapılması öngörülen genel seçim, yeni kurulan DP’nin Türkiye genelindeki örgütlenmesine fırsat tanımadan 1946 Temmuz’unda gerçekleştirilmiştir. CHP’nin 395 sandalyesine karşılık DP’nin 64 sandalye kazanabildiği bu seçimin hileli bir seçim olduğu yaygın kabul gören bir bilgi olmakla birlikte; Türkiye üzerine araştırmalarıyla tanınan akademisyen Frederick Frey, “İstanbul’daki bazı sahtekârlıklar dışında, ülkenin geri kalan kısmında (seçimler) esasında dürüst yapılmışa benziyor” tespitinde bulunmuştur (aktaran Hale, 2014, s. 128). Seçimlerde hile yapılmamış olsa bile, DP’nin Türkiye genelinde örgütlenmesine fırsat tanınmamış olması, seçimin adil olmayan koşullar altında gerçekleştiğini göstermektedir.

14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleştirilen, % 89.3 gibi oldukça yüksek bir katılımın söz konusu olduğu genel seçimin sonucunda, DP % 52.7 oyla (415 milletvekili) tek başına iktidara gelmiş, CHP %39.4 (69 milletvekili) oy elde etmiştir. Oy oranlarıyla milletvekili sayıları arasındaki bu orantısızlığın nedeni, yürürlükteki “liste usulü çoğunluk seçim sistemi”dir (Demirel, 2011, s. 99). Böylesi bir tablo, Türkiye’de ilk kez yaşanmaktadır. 1950 Genel Seçimi, Türk siyasetinde ve demokrasisinde bir dönüm noktasıdır.

DP, en başta bürokrasinin bir kanadının reformist niyetlerinden ürken toprak sahipleri ve özel sektörün önünün açılmasını isteyen işadamlarına cazip gelen bir parti olmakla beraber

1 Kullanılmayan devlet arazileri, dinî vakıf arazileri, sahibi belirsiz arazileri ve toprağı 500 dönümden fazla

olanlardan istimlâk edilecek arazilerin topraksız ve çok az toprağa sahip köylüye dağıtılmasını, yoğun nüfuslu bölgelerde toprağı 200 dönümden fazla olanların toprağının 3/4’üne kadar kamulaştırılabilmaesini, köylüye 20 yıllığına faizsiz borç verilmesini öngörmektedir (Zürcher, 2012, s. 309).

17

(Demirel, 2011, s. 108); bu partinin iktidara gelişi, deyim yerindeyse bir “halk hareketi” biçiminde gerçekleşmiştir. Seçim pratiğinin “sonucu önceden belli” bir formalite olmaktan çıkıp, doğrudan doğruya iktidarı tayin etmesi yurttaşların oy vermeye ilgisini artırmıştır. DP’nin daha önce görülmemiş bir yöntem izleyerek, oy toplamak için halkın “ayağına kadar” gitmesi, seçmen nezdinde olumlu etki yaratmıştır (Eroğul, 1998, s. 94). DP, iktidara gelinceye kadarki söylemini devlet müdahalesi karşısında pazarı savunan ekonomik özgürlük ile merkezin ideolojik baskısı karşısında yerel gelenekleri savunan din özgürlüğü üzerine kurarak hem egemen sınıfların hem de geniş halk kesimlerinin desteğini alabilmiştir (Keyder, 2010, s. 147). Kısaca özetlenecek olursa ağalardan köylülere, yeni ticaret burjuvazisinden hayat pahalılığı nedeniyle maddî sıkıntı çeken askerî ve sivil bürokrasiye, dindar Müslümanlardan bilhassa Varlık Vergisi nedeniyle CHP’den uzaklaşan gayrimüslimlere ve tüm bu kesimlere dek, 27 yıllık CHP yönetiminden çeşitli nedenlerle rahatsız olanlar (Lewis, 2000, s. 316) henüz siyasî hayatının çok başında olan DP’ye fırsat tanımıştır.

Mardin’e (1973, s. 184-185) göre CHP, 1946’ya değin siyasal eylem için bir araçtan fazla işlev görmemişken, 1946’dan itibaren ise kamunun siyasete katılması için bir platform hâline gelmiştir. Ancak bu dönüşüm, çevrenin Partiye yönelmesi için yeterli olmamıştır. Mardin, bu dönemde “gerçek halkçılar” - “bürokratlar” ayrımının oluşmasının seçim propagandalarının yapıldığı süreçte başladığına dikkat çeker. DP’lilerin dinî ritüellere ve camilere yoğun ilgi göstermesi, laikliğin tehlikede olduğunu öne süren protestolara yol açmış ve bu durum DP’nin çevrenin kültürü ile özdeşleştirilmesini beraberinde getirmiştir. Halbuki DP’nin dört kurucusu da en az CHP’liler kadar bürokrattır. Mardin bu durumu “ironik” olarak nitelendirir.

DP, muhalefet yıllarında popülist bir söylem benimseyerek bürokrasi ve burjuvaziden oluşan iktidar blokunun, üzerinde siyasî hâkimiyet kurduğu halkı ezdiğini ve ekonomik olarak sömürdüğünü iddia etmiş, “özgürlükler” üzerinde yoğunlaşarak sınıfsal eğilimini gizlemeyi başarmıştır. Oysa, kitleleri harekete geçiren bu hareket eskiden iktidar blokunun bir parçası olan ve olgunlaşarak bürokrasi karşısında bağımsızlığını ilan eden burjuvaziden başkası değildir. Özgürlükler üzerine kurulan bu siyasî söylem, DP’yi 1950 seçimlerinde destekleyen yasadışı Komünist Partisi de dahil olmak üzere toplumun farklı kesimlerini etkilemeyi başarmıştır (Keyder, 2010, s. 153).

18

1945 sonrasında Türkiye’yi etkisi altına almaya başlayan ekonomik gelişmeler, 1950’nin bir dönüm noktası veya kopuş olmadığını, önceki yıllarda başlamış bir sürecin icra ve yönetiminin farklı bir siyasî kadronun sorumluluğuna geçtiğini göstermektedir (Boratav, 2004, s. 15). Türkiye’nin devletçi ekonomiden, serbest pazar ekonomisine geçişi 1950’de DP’nin iktidara gelişiyle değil, İnönü hükümetinin 1947’de aldığı kararlarla başlamıştır. DP de göreve gelir gelmez liberalleşme politikalarını büyük bir kararlılıkla savunmuş ve gayretle uygulamıştır (Zürcher, 2012, s. 327).

1947 yılı kritik bir yıldır; zira ABD ile SSCB arasında savaş sırasındaki işbirliği 1947 itibarıyla ortadan kalkmış ve 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry Truman tarafından Kongrede yapılan konuşmada, dünyanın iki ideolojik sisteme bölünme aşamasında olduğu ilk kez açıklanmıştır. Truman’ın adıyla anılan yeni doktrin gereği, Yunanistan ve Türkiye’ye yardım yapılması planlanmıştır. Amaç, kısa vadede bu iki ülkeyi Sovyet tehdidine karşı askerî ve ekonomik olarak güçlendirmek, uzun vadede Sovyet yayılmasını önlerken siyasal ve ekonomik bakımdan liberalizmin yaygınlaşmasını sağlamaktır (Erhan, 2001a, s. 499-501). ABD’nin Avrupa için planları bununla sınırlı değildir. Truman Doktrini doğrultusunda ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adıyla anılacak plan, Truman Doktrini’nden farklı olarak tek tek ülkeler üzerinde odaklanmamakta; tüm Avrupa’yı siyasal ve ekonomik işbirliğine sokarak bütünleşmiş bir Avrupa yaratmayı ve Sovyet ilerlemesini durdurmayı hedeflemektedir. Türkiye, yardım kapsamına, ulusal kalkınma planına ABD’nin verdiği görevler doğrultusunda bir yön çizmesi kaydıyla dahil edilmiştir (Erhan, 2001a, s. 538-540).

Savaş sonrasında uluslararası kapitalizm yeniden kurulurken, tarımı savaş koşullarından olumsuz etkilenen Avrupa’nın eski günlerine dönmesi için gereken tarım ve mineral üretimi görevi Türkiye’ye verilmiştir (Savran, 2010, s. 159). Bu modele göre, Türkiye ekonomisi yatırımlarını verimsiz fabrikalara yoğunlaştırmaktan vazgeçip, tarımda ve tarıma dayalı işlenmiş gıda üretimi endüstrisinde uzmanlaşmalıdır. Türkiye’ye önerilen bir diğer yatırım ise kamu kaynaklarının yol yapımına ve diğer alt yapı projelerine ayrılmasıdır. Pazar konusunda sıkıntılar yaşamakta olan ABD’den 15.000 traktörün yanı sıra, yol yapım makineleri de ithal edilmiştir. Traktör kullanımıyla birlikte yeni topraklar tarıma açılmış ve üretim artarken, ulaşım tarım ürünlerinin pazara girişini kolaylaşmıştır (Keyder, 2010, s. 149-150).

19

DP, iktidarının ilk döneminde (1950-1954) tarımsal üretimde önemli başarılar elde etmiştir. Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın bir gereği olarak devlet arazilerinin bir kısmının topraksız köylüye dağıtılması, tarımda makineleşmenin yaygınlaşması, ürünlerin nakli ve korunması için yeni imkânların geliştirilmesi, kredi kolaylığı sağlanması, tarımsal fiyatların yükseltilmesiyle köye para akışının artırılması, Kore Savaşı nedeniyle talep arttığı için tahıl fiyatlarının yükseldiği bir dönemde Türkiye’nin tahıl ihracının artması ve hava koşullarının yardımı, DP’nin tarımsal üretimde elde ettiği başarının arkasındaki faktörlerdir. DP iktidarı tarım sektörünün yanı sıra sanayinin -halkın tüketiminde ağırlıklı yeri bulunan şeker ve dokuma gibi dalları başta olmak üzere- çeşitli dallarındaki üretim artışı ve temel yapı yatırımlarında da önemli hamleler gerçekleştirmiştir (Eroğul, 1989, s. 141-142).

DP’nin ekonomi politikaları zenginleşmek isteyen ticaret burjuvazisi ile Ege ve Akdeniz’deki büyük ve küçük toprak sahiplerinin yararına olacak şekilde oluşturulmuştur. DP’nin 1950 seçiminde, özellikle ülkenin batısındaki sosyo-ekonomik açıdan gelişmiş ve büyük nüfuslu illerden yoğun oy alması bu durumun göstergesidir. Azgelişmiş yörelerde ise CHP gücünü korumuştur; zira DP bu parti ile bölge eşrafı ve toprak sahipleri arasındaki bağı zayıflatmakla birlikte tamamen kıramamıştır. Bu şekilde oluşan oy dağılımı 1954 ve 1957 seçimlerinde de söz konusu olacaktır. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, iş çevreleri ve büyük toprak sahiplerinin çıkarları DP’de ağırlıklı olarak temsil edilse de, –elbette serbest pazar ekonomisinin elverdiği ölçüde- ne işçi ve köylüye verilen değeri azaltmış ne de bu kesimler nezdinde DP’nin itibarından bir şey eksiltmiştir. DP, sadece belli kesimlere hitap etmeyen bir “kitle partisi” imajını korumak için özen göstermiştir (Demirel, 2011, s. 110).

DP, tarımı ekonomi politikasının merkezine oturtmuştur; ancak uzun vadeli sonuçların alınabileceği altyapı çalışmalarına yönelmek yerine çabuk sonuç almaya odaklanıp ürün artışıyla ilgilenmiştir. Nüfusunun %80’i tarımla uğraşan ve GSMH’sinin %50-55’ini tarımdan elde eden Türkiye’de, bu politika kısa vadede çok başarılı olmuştur. Üretim artışının %7’si ıslah çalışmaları, %36’sı ekim alanlarının gelişmesi, %32’si hava koşulları, %10’u makinalaşma, %10’u taşımacılıktan kaynaklanmıştır (Ahmad, 2010, s. 174).

20

DP en önemli başarılarını elde ettiği tarım sektöründe köylünün yaşantısında önemli değişiklikler yaratmış olmakla birlikte, uyguladığı politikalar mülkiyet ilişkilerine dokunmamış, hatta bu ilişkileri daha da derinleştirmiştir. Çiftçiye sağlanan kolaylıklar küçük köylüden çok büyük toprak sahiplerine yaramış, ağaların kapitalist çiftçiler hâline gelmesine yardım etmiştir. Büyük toprak sahipleri yalnızca niceliksel olarak değil niteliksel olarak da güçlenmiştir (Yerasimos, 1980, s. 730; Eroğul, 1998, s. 145). Dahası etkili bir vergilendirme sistemi getirilmediği için tarımdaki yeni kapitalistlerin kazancı sanayi sektörüne aktarılamamıştır. Tarımda makineleşmenin yerli sanayiye değil, ithalata dayalı olması ekonominin dışa bağımlılığını artırmış1; tarımsal kredi ve fiyat artışı enflasyonist bir baskı oluşturmuştur. 1954 sonrasında büyük bir sorun hâline gelen enflasyonun temelleri bu dönemde atılmıştır (Eroğul, 1998, s. 145). Tarımdaki gelişmeye güvenerek yapılan plansız yatırımlaınr, planlı ekonomiyi savunan aydınları DP’den uzaklaştırdığına dikkat çeken (Erhan, 2001a), Marshall Yardımı’nın Türkiye’deki uzun vadeli sonuçlarını şöyle özetler: “(…) Türkiye’nin beklediğinden daha az yardım gönderildi. Bu yardımların kullanım alanlarının ve genel olarak Türk ekonomisinin temel hedeflerinin Amerikalılarca belirlenmesi sonucunda, Truman Doktriniyle gelen yardımlar gibi Marshall yardımları da 1950’lerin başlangıcından itibaren Türkiye’nin her alanda dışa bağımlı hale gelmesine doğru giden yolda önemli bir kilometre taşı oldu.” (s. 542).

Artan ithalat için döviz bulma sıkıntısının baş göstermesi, borçlanma ve kredi olanaklarının gittikçe zorlaşması, dünyada tarım ürünlerinin fiyatları düşer ve tarım ürünleri ithaline talep azalırken yurt içinde buğday taban fiyatlarının yüksek tutulması, ithalat sıkıntısı nedeniyle üretimin yavaşlaması, IMF tarafından dayatılan standart politikalara direnilmesi sonucunda enflasyonun artması ve kamu harcamalarının bütçeye getirdiği yük sonucunda ortaya çıkan ekonomik krizin etkileri 1954’ten itibaren ciddî bir biçimde hissedilmeye başlamıştır. Fiyatlar artmış, birçok önemli mal piyasada bulunamaz olmuş; tarım makinalarına yedek parça ithal edilememesi ve kötü hava koşulları gibi nedenlerle, Türkiye tarihinde ilk kez buğday ithal etmek zorunda kalmıştır 2

(Demirel, 2011, s. 251-252). DP iktidarının bu çalışma açısından asıl önem teşkil eden özelliği, başta CHP olmak üzere muhalefet, bürokrasi, basın ve üniversite üzerinde kurduğu baskıdır. Bu baskının

1 Marshall Yardımı ile verilen miktar, uzun vadede ABD’ye geri dönmüştür (Erhan, 2001a, s. 542).

2 Time dergisi 1955’te ABD’li bir görevlinin “Türklerin 50 yıllık ilerlemeyi 5 yıla sığdırmaya çalıştıkları

fakat bunu yapacak ekonomik altyapıdan yoksun oldukları” değerlendirmesine yer vermiş; 1958’de kapağına taşıdığı Menderes’i “sabırsız mimar/inşacı” olarak nitelendirmiştir (Time’dan aktaran Demirel, 2011, s. 252).

21

kurulmasında, 1954 seçimindeki ilk seçimin başarısını da aşan oy oranının payı büyüktür. DP’nin bu seçim sonrasında TBMM’deki temsil gücü artmış, elde edilen başarı dört yıllık icraatının seçmen nezdinde olumlanması olarak değerlendirilmiştir. Hatta çoğunluğun oyunu elde etmiş olmak tartışılmaz bir meşruiyet ve yetki için yeterli görülmüştür. Otoriterleşmenin bir diğer nedeni de ekonomideki kötü gidişattır. İktidar, dozu artan eleştirileri baskıyla sindirmeye çalışmıştır. DP, etkili denetim mekanizmalarının bulunmamasının verdiği avantajla, muhalefet yıllarında eleştirdiği şeyleri kendi iktidarında uygulamıştır. Tek Parti yıllarının bir özelliği olan iktidar partisi örgütüyle devlet aygıtının organik bağı DP’li yıllarda da neredeyse aynen devam ederken, 1950 öncesinin eleştirilen yasaları kaldırılmak bir yana daha da ağırlaştırılmıştır.

DP’nin iktidara gelmeden önceki vaatlerine örnek olarak, Celal Bayar’ın 15.07.1946 tarihli İzmir konuşmasında, DP’nin vatandaşların hak ve özgürlüklerini güvence altına almak üzere yola çıkan bir parti olduğunu açıklarken sarfettiği şu sözlere bakılabilir: “... Bu devir, demokratik hak ve hürriyetlerin kökleşmesi devri olacaktır… Vatandaşların siyasi hakları, tam bir teminat altında ve dokunulmaz bir halde ise, hiç şüphe etmeyiniz; o memlekette milli irade hâkimdir. (…) karşımızdakilerin aksine olarak, milletimizin olgunluğuna inanıyoruz ve kuvveti hak olarak değil, fakat hakkı en büyük kuvvet olarak tanıyoruz.” (Vatan’dan aktaran Aksoy, 1957b, s. 10). Adnan Menderes ise, 13.06.1946 tarihli Aydın/Yenipazar konuşmasında, iktidara geldikleri zaman vatandaşların hak ve özgürlüklerini sınırlandıran anti-demokratik yasaları kaldıracaklarına dair söz vermiştir: “… Failhakika bu gibi kanunlar, ne olursa olsun kaldırılacaktır. Çünkü Türk Milletinin kararının bu merkezde olduğu artık inkâr edilemez bir hakikat olarak ortada durmaktadır.” (Vatan’dan aktaran Aksoy, 1957b, s. 10). Menderes, yine aynı konuyla ilgili olarak, 2 Şubat 1947 tarihli açıklamasında, Anayasa’nın ruhuna ve lafzına, dolayısıyla vatandaşlık haklarını tamamıyla güvence altına alma esasına aykırı tüm yasaların kaldırılmasını ve hukuk devletinin kurulmasını savunduklarını belirtmiştir (Demokrat İzmir’den aktaran Aksoy, 1957b, s. 10).

DP iktidarının tipik özelliklerinden biri, ne kadar anti-demokratik olursa olsun, imza attığı her türlü uygulamayı “millî irade”ye dayandırmaktır. DP yönetimi, serbest seçimlerde oyların çoğunu kazanmış bir parti olarak millî iradeyi temsil ettiklerini ve milletin verdiği bu yetkiye dayanarak gerekli gördükleri her türlü tedbir ve uygulamayı hayata

22

geçirebileceklerini savunmuştur. Serbest seçimlerin yapılabilmesi, ülkede demokrasinin işlemekte olduğunun göstergesi olarak kabul edilmiştir (Kapani, 1958, s. 9-10). DP’nin meşruiyet söylemini “millî egemenlik” kavramı üzerine inşa ederek, elit ile halk arasındaki ayrımı halk lehine derinleştirdiği tespitinde bulunan Özkazanç’a (2012) göre bu söylem;

… kitleleri verili kültürel değerleri ve ekonomik talepleriyle sisteme içselleştirmenin değil, aynı zamanda otoriter bir siyasal yönetim kurmanın da aracı hâline gelmiştir. (…) Seçmen iradesinin mutlaklaştırılması böylece Türkiye’de merkez sağın meşruiyet söyleminin ana teması olarak tarih sahnesine çıkmış olur. Bu dönemde çok sözü edilen ‘demokrasi’ kavramı, sınırlandırılmış ve kurumsallaşmış bir özgürlükler rejimi olarak değil, çoğunluktan güç alan iktidarın özellikle dönemin sonuna doğru siyasal muhalefeti baskı altına almasını meşrulaştıran bir söylem olarak iş görmeye başlamıştır (s. 78).

Demirel’e (2011, s. 256) göre DP’deki otoriterleşme eğiliminin nedeni iktidara gelenin kendini devletin sahibi gibi görüp dilediği tasarrufta bulunabileceğini varsayan “patrimonyal devlet” (mülk egemenlik veya mülk devlet) anlayışının, çok partili hayata geçilmesine rağmen hâlâ devam ediyor oluşunda aranabilir. Ahmad (2010) da Türkiye’de tarihsel olarak yalnız yönetenlerin değil yönetilenlerin de zihninde muhalefetin düşmanlıkla eşdeğer olarak kodlandığına dikkat çekmektedir. Tek Parti İktidarı döneminde, CHP de muhalefet partilerinden ciddî ve sürekli eleştiri beklememiş, onlardan “bir emniyet subapı ve siyasi yaşamda bir istikrar öğesi olarak (…) hükümetin küçük ortağı olmalarını” beklemiştir.

Her iki açıklama da, muhalefetten uysal olmasını beklemenin, eğer bu beklentiye uygun davranılmıyorsa baskı mekanizmalarını devreye sokmanın sadece DP’ye özgü olmadığını, CHP’nin de vaktiyle aynı yaklaşımı sergilediğini hatırlatmakta, DP’nin anti-demokratik politikalara yönelmesinin tarihsel-geleneksel arka planına odaklanmaktadır. Bu açıklamalara göre, 1950’lerde yaşananların temelini Erken Cumhuriyet döneminde iktidar- muhalefet ilişkilerinin kuruluşuna kadar götürmek mümkündür. Elbette, bu açıklamalarda haklılık payı vardır. Fakat, DP iktidarının çok partili hayata geçilmemiş ve rejim görece daha demokratik bir hâle kavuşmamışçasına, muhalefetten görevini Tek Parti Dönemi’nin davranış biçimleriyle yerine getirmesini beklemesi, ne yola çıkarken sunduğu vaatlere ne de 1950 sonrasının demokratikleşme umutlarına uygun düşmektedir.

DP iktidarının muhalefete yönelik ilk baskısı 1952’de gazeteci ve CHP milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın’ın Ulus gazetesindeki “Gözü Kapalı Oy Verme” başlıklı yazısından ötürü dokunulmazlığı kaldırılarak yargılanmak istenmesiyle ve Ulus Yazı İşleri Müdürü’ne