• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.2. Üniversite Bileşenlerinin Demokrat Parti İktidarıyla İlişkisi

4.1.2. Parlamento ve Hükümetler

13 Ocak 1961’de, 27 Mayıs’ta siyasal parti faaliyetlerine getirilen yasağın kısmen kaldırılıp yeni partilerin kurulmasına izin verilmesiyle birlikte, siyaset sahnesinde yer alan partilerden 11 Şubat’ta kurulan Adalet Partisi (AP), 12 Şubat’ta kurulan Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve 13 Şubat’ta kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) dışındakiler örgütlenememiş ve bir varlık gösterememiştir. Bu partiler içinde en önemlisi Emekli General Ragıp Gümüşpala liderliğinde kurulan AP’dir. Gümüşpala, 27 Mayıs sırasında 3. Ordu Komutanı iken 3 Haziran’da Genelkurmay Başkanlığına atanmış ve TSK’yı gençleştirme programının gereği olarak Ağustos’ta emekliye ayrılmıştır. Gümüşpala dışında, siyasete atılan başka generaller de bulunmaktadır (Sencer, 1971, s. 266; Ahmad, 2010, s. 288-289).

15 Ekim 1961’deki genel seçimde CHP %36.7, AP %34.7, YTP %13.9, CKMP ise %13.4 oy almıştır. CHP hariç, Parlamentodaki diğer partiler DP’nin devamı niteliğinde olduğu için devrik iktidarın tabanı hâlâ en büyük güçtür (Zürcher, 2012, s. 357-358). İlk koalisyonu kurma görevi 10 Kasım 1961’de İnönü’ye verilmiş (Ahmad, 2010, s. 263),

92

Türkiye bu tarihten 1965 seçimlerine dek dört koalisyon hükümeti tarafından yönetilmiştir. Bu çalışma açısından asıl önem teşkil eden, 1965 seçimi ve sonrasındaki dönemdir.

1965 seçimlerinden sonra Parlamentoda oluşan tabloda altı parti yer almaktadır. Eski DP’li kitle neredeyse bütünüyle AP’ye yönelmiştir. DP devrildikten beş yıl sonra, devamı niteliğindeki AP, %52.9’luk oy oranıyla salt çoğunluğu elde ederken CHP’nin oyları %28.7’ye düşmüştür. Alpaslan Türkeş liderliğindeki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Ethem Alican liderliğindeki YTP, Mehmet Ali Aybar liderliğindeki Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve CKMP’den kopan Osman Bölükbaşı liderliğindeki Millet Partisi (MP) oyların %7’den az dilimini toplayabilmiştir. Beş yıl önce yönetime el koyan TSK, DP’nin devamı niteliğindeki AP’nin tek başına iktidar olmasına engel çıkarmamıştır, hatta milletvekili seçilen askerlerin çoğu AP’lidir (Zürcher, 2012, s. 363; Ahmad, 2010, s. 243- 244; Gevgilili, 1987, s. 324-325).

1965 seçimleri öncesi, CHP’nin siyasî yelpazedeki konumunun yeniden saptanması açısından bir dönüm noktasıdır. Partinin konumu Ecevit tarafından ortanın solu olarak tanımlanmış, bu ifade ilk kez 28 Temmuz’daki konuşmasında Genel Başkan İnönü tarafından telaffuz edilmiş ve seçimlere Ecevit’le Feyzioğlu’nun birlikte kaleme aldıkları sosyal adalet ve sosyal güvenliğe dair vurguları olan bir manifestoyla girilmiştir. Yeni kurulan TİP’le rekabet etmek durumunda olmanın da bir sonucu olan yeni politika, CHP’nin işçi sınıfına yönelmesinin gelecek yılların bir zorunluluğu olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır (Zürcher, 2012, s. 366).

Aslında ortanın solu yaklaşımının tüm savunucuları tarafından aynı anlama geldiğini söylemek pek mümkün değildir. Ecevit’in başını çektiği, gençlerin ve halkla temas hâlinde olanların benimsediği “ortanın solu” CHP’yi sosyal demokrat bir parti hâline getirmeyi hedeflerken; Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği “oportünist” olarak nitelenebilecek ikinci grup için “ortanın solu” sosyal adaletsizlikten mustarip halk yığınlarını CHP saflarına çekmek için kullanılan bir siyasal stratejiden fazlası değildir. Hatta bu politikanın başarıya ulaştığı takdirde, sosyalizmin güçlenmesini engellemesi de umulmaktadır (Çavdar, 1999, s. 163-164).

93

Birinci grubun, oluşturduğu sınıflı toplum yapısını ve paradigmalarını bir gerçeklik olarak kabul ettiği kapitalizmin meydana getirdiği sınıfsal çelişkileri en aza indirgemek için “ortanın solu” yaklaşımını savunduğu söylenebilir. Ortanın solu, bir anlamda CHP’yi Batılı örneklerine yaklaşmaya çalışan sosyal demokrat bir parti kimliğine büründürme yolunda bir hamledir. Ne var ki, CHP bir süre yeni çizgisinin gerek tabanındaki gerekse parti içindeki yansımalarıyla mücadele etmek durumunda kalmıştır. İlk ciddî sınavı ise 1965 genel seçimidir.

CHP’nin kent ve köylerdeki yoksullar ve işçiler lehine genişletmek istediği her hak ve özgürlük, yerleşik egemen sınıflarla arasının açılmasına yol açmıştır. Ortanın solu anlayışı, özel sektörün ekonomik faaliyetlerinin kamu yararıyla ve sosyal devlet anlayışıyla uygun düşmesini savunan devletçilik anlayışı nedeniyle sanayi ve ticaret burjuvazisinin, toprak reformu tasarısıyla büyük toprak sahiplerinin tepkileriyle karşılanmıştır (Sencer, 1971, s. 286).

CHP bir taraftan egemen sınıflarla arasını açarken, Ecevit’in öngördüğü gibi hitap etmeyi hedeflediği kesimlerden oy almayı da başaramamıştır. Kente göç ederken köyün değerlerini de beraberinde getiren kent proletaryasının AP çizgisine yönelmeye devam etmesi ve AP’nin “Ortanın solu, Moskova’nın yolu” gibi anti-komünist/anti-Sovyet sloganlarla bezeli propagandasının seçmen nezdinde etkili olması bu sonucun önemli nedenlerindendir (Zürcher, 2012, s. 366). Nihat Erim’in İsveç, Norveç, Fransa, İngiltere ve Almanya’da ortanın solu hükümetler bulunmasına rağmen ülkelerin komünist olmadıkları; Turhan Feyzioğlu’nun ortanın solunun komünizmin en iyi panzehiri olduğu şeklindeki açıklamaları, anti-komünist propagandayı hâlihazırda sola antipati duyan kitleler nezdinde etkisiz kılmaya yetmemiştir (Ahmad, 2010, s. 242). Şerif Mardin ve Frederick Frey’in birlikte yürüttüğü bir kamuoyu araştırmasında, ortanın solu politikasının değil, bu politikanın seçmene yeterince anlatılamamış olmasının CHP’ye seçimi kaybettirdiği sonucu ortaya çıkmıştır. Araştırmaya göre CHP’nin yoksullara karşı zenginlerin yanında yer aldığı algısı güçlülüğünü korumaktadır (Sencer, 1971, s. 296). Bir diğer görüşe göre ise, CHP, 27 Mayıs’ın gerek öncesinde gerekse sonrasında her ne kadar parti liderleri tarafından defalarca tam aksi yönde açıklamalar yapılmış olsa da 27 Mayıs’ın sorumluları arasında olduğu algısını bir türlü silememiştir. 1961-1965 dönemi hükümetlerinin

94

başarısızlıklarının faturası da tek başına iktidar olmamasına rağmen CHP’ye kesilmiştir (Abadan, 1966, s. 179).

AP, 1965’te tek başına iktidara gelmiş olmasının verdiği özgüvenle 1961 Anayasası’na yönelik eleştirilerini daha yüksek bir perdeden seslendirmeye başlamıştır. Millet iradesini hiçe sayan bir metin olarak kabul edilen 1961 Anayasası’nın seçimle iş başına gelmiş iktidarlara duyduğu güvensizlik nedeniyle, olası aşırılıklara karşı frenleyici birer mekanizma olarak hayata geçirdiği Senato, Anayasa Mahkemesi ve diğer özerk kurumların devlet idaresini zorlaştırdığı savunulmuştur. AP’nin eleştirileri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Anayasa, temel hak ve hürriyetlerini kötüye kullananların cezalandırılmasını ve devletin otoritesini ortaya koymasını zorlaştırdığı gerekçesiyle de eleştirilmiştir (Demirel, 2004, s. 48-49).

AP, Anayasa’ya eleştiriler yöneltmekle birlikte, bu anayasanın getirdiği yeni ekonomi paradigmasıyla bütünüyle uzlaşan bir profil sergilemiştir. AP, tarımdan sanayiye kaynak aktarılmasına ve planlama kavramına sıcak bakmayan öncülü DP’nin aksine, DPT ile ekonomik hayata giren planlı ekonomik kalkınma ve ithal ikamesine dayalı sanayileşme politikalarını benimsemiştir. Bunun sonucu olarak 1965-1969 döneminde AP iktidarının çizdiği istikrarlı, güven verici, yeni ekonomi parametreleriyle uyumlu profili ve artan kamu yatırımlarının etkisiyle enflasyon kontrol altına alınmış ve ekonomi büyümüştür (Demirel, 2004, s. 50). 1960 sonrasına egemen olan iktidar bloku, DP iktidarının ittifaklarının burjuvazi ve sanayicilerde yarattığı tepki sonucu oluşurken; DPT, sanayi burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda biçimlenecek yeni ekonomi politikasını formüle eden aygıt görevi görmüştür. Yeni birikim modeli, DP döneminin aksine daha devlet merkezlidir. Devlet, “düzenleme ve bölüştürme” görevini üstlenmiştir (Özkazanç, 2012, s. 80-81).

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın stratejik tercihi olan ithal ikamesine dayalı sanayileşme, 1960’lı yılların sosyo-politik yapısı ve bölüşüm ilişkileri tarafından biçimlendirilmiştir. Gelişmiş kapitalist toplumlardan yayılan tüketim alışkanlıkları, gelir düzeyi artan kent ve taşra burjuvazisinin tüketim tercihlerini de belirlemiş ve dayanıklı tüketim mallarına talebi artırmıştır. Varlıklı kesimlerin eğilimleri doğrultusunda artan bu tüketim talebini karşılayabilmek için ithalatın serbest bırakılması seçeneği, mevcut döviz darlığı göz önünde bulundurularak uygulanmamış, bu malların bazı durumlarda yabancı

95

sermayenin katılmasıyla ülke içinde üretilmesine karar verilmiştir. Dayanıklı tüketim malları sanayii, teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağlı olup, üretim ölçeği ve kalite bakımından Batılı örneklerden geri kaldığı için dış pazarlara açılamamış; ancak zamanla yalnızca burjuvazinin tüketim taleplerine yanıt vermenin ötesine geçerek ekonominin büyümesiyle reel gelirleri artan dar ve orta gelirli kesimlerde de yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltacağı öngörülen bu sanayileşme modeli, tam aksine ithalat eğilimini artırmıştır (Boratav, 2004, s. 118-120).

İthal ikamesine dayalı sanayileşme modelinin ve ithalata bağımlılığın egemen olduğu, 1970’lerin ortalarına kadar uzanan bu döneminin bir diğer özelliği popülist bölüşüm politikalarıdır. Bu politikalar, çok partili sistemin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ekonomiye hükmeder pozisyondaki egemen güçler, siyasî rekabet gereği emekçi kitlelerin taleplerine duyarlı olmak zorundadır. İthal ikamesine dayalı sanayileşme modeli de, egemen sınıfların uzun vadeli çıkarlarıyla emekçi sınıfların kısa vadeli çıkarları arasında kurulan bu dengenin bir sonucu olarak benimsenmiştir. İç pazarın genişliği ve canlılığı üzerine inşa edilen bu sanayileşme modelinin önemli bir sonucu, sosyal güvenlik sistemindeki olumlu gelişmelerdir. Grev hakkı ve yaygın sendikalaşma ile birlikte işçi sınıfının reel gelirlerinde artışlar mümkün olmuştur. Ücretlerin yüksek tutulması, sanayi burjuvazisi tarafından yeniden üretimi garanti altına alan bir gereklilik olarak benimsenmiştir (Boratav, 2004, s. 123-124).

1960’lar boyunca gelir dağılımında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Grev ve toplu sözleşme haklarının sağladığı güvence ile ücretlerini artırma ve koruma imkânı elde eden işçi sınıfının millî gelirden aldığı pay, zamanla işverenleri rahatsız etmeye ve ücret artışlarının verimlilikteki artışı geçtiği dile getirilmeye başlamıştır. AP’nin iktidarda olduğu dönem boyunca üretim biçimini ve artışını geliştirici roller oynayan sınıfların millî gelirden aldığı pay yükselirken, bürokrasi bu üretim ve bölüşüm ilişkilerinin dışında bırakılmıştır. Maaşlarına ciddî anlamda zam getirilmeyen memurlar, burjuvazi ve işçi sınıfıyla kıyaslandığında nispeten yoksullaşmıştır. Bürokrasinin alt gelirli dilimlerini oluşturan memurların bu duruma tepkisi boykot, iş bırakma ve toplu yürüyüşler gibi protesto yöntemleriyle 1970 başlarında ortaya çıkmıştır. Demirel Hükümeti, bu tepkilerin önüne geçebilmek amacıyla 1970 yılı için hazırlanan ikinci bütçeyi -ilki reddedilmiştir- Personel Yasası’nın mâlî hükümleri gereği memur maaşlarına zam yapabilmek için 2

96

milyar 510 milyon liralık ek ödenek koyarak yüksek tutmak zorunda kalmıştır (Gevgilili, 1973, s. 117-119).

Sadece iktidar partisi değil, ana muhalefet partisi de bu dönemde kendi iç meseleleriyle boğuşmaktadır. Seçim sonucunun parti içinde şiddetli tartışmalara yol açtığı CHP’deki tartışmaların ana eksenini birçok partili tarafından seçimdeki başarısızlığın nedeni olarak gösterilen ortanın solu politikasına duyulan tepki oluşturmaktadır. Ortanın solu partililerce tam anlamıyla özümsenebilmiş değildir; hatta bu çizginin yeterince anlaşıldığını söylemek bile hayli güçtür.

İnönü’nün eleştirilere kulak tıkayıp desteklediği Bülent Ecevit 1966’da genel sekreter seçilmiş ve MYK’nın parti ve milletvekilleri üzerindeki denetimini artırmaya yönelik birtakım önlemler almasını önermiştir. Bu önlemlerin benimsenmesi üzerine, ortanın solu çizgisine karşı çıkan Feyzioğlu’nun önderliğindeki 47 kişi CHP’den ayrılıp Güven Partisini (GP) kurmuştur. 1968’deki yerel seçim, yaşanan bölünmenin ardından kendi içinde ideolojik anlamda daha tutarlı bir yapıya bürünen CHP’nin büyük kentlerdeki oy oranının yükseldiğini gösterirken, 1969’daki genel seçim umutları yine boşa çıkarmıştır. CHP, oy oranını artıramamıştır. Bu sonuçta CHP’nin konumunun hâlen netleşmemiş olmasının payı vardır. Ecevit ve beraberindekiler partinin yeni çizgisini ısrarla ve coşkuyla savunurken, İnönü’nün bir taraftan ortanın solunu reddetmeyip bir taraftan da geleneksel Kemalist ve anti-komünist retoriği sürdürmesi kafa karışıklığı yaratmıştır (Zürcher, 2012, s. 366-367).

Yeni on yılın eşiğinde, parlamenter rejim, güven ve istikrar sunmaktan uzak; toplum seçeneksizliğe ve ümitsizliğe mahkûm edilmiş bir hâldedir. 1970 yılına gelindiğinde AP için ülkeyi yönetmenin daha da zorlaştığı görülmektedir. Devalüasyon sonucu Dolar 9.5 TL’den 16 TL’ye yükselmiş; dış ticaret açığında sınırlı da olsa olumlu etkiler meydana gelirken, alınan tüm önlemlere rağmen artan pahalılığın önüne geçilememiştir. Toplumdaki hoşnutsuzluk, büyüyen öğrenci eylemlerine 15-16 Haziran gibi işçi eylemlerinin de eklenmesi, AP iktidarın biraz daha sarsılmasına yol açmış ve askerî darbe söylentileri artmıştır (Çavdar, 1999, s. 174).

97

4.1.3. Toplumsal ve Kültürel Dinamikler

1960’lı yıllarda başlayan sanayileşme, Türkiye’nin demografik yapısı üzerinde büyük değişikliklere yol açmıştır. Sanayileşmenin iç göç ve kentleşme üzerindeki etkisini, istatistikler net bir biçimde ortaya koymaktadır. İç göç, Türkiye nüfusunda meydana gelen niceliksel değişikliklerin yanı sıra niteliksel değişiklikleri anlayabilmek için de üzerinde durulması gereken bir olgudur.

1960 ve 1970 yılları arasında sanayileşme hızı %7 civarında kalırken, kentleşme hızı %18 civarında gerçekleşmiştir. Aradaki farkı oluşturan nüfusun büyük bölümünü “lümpen proletarya” olarak adlandırılan kesim oluşturmaktadır (Yerasimos, 1980, s. 855). Kentleşmenin sanayileşmenin önüne geçmesi, azgelişmiş ülkelere özgü bir durumdur (Tütengil, 1970, s. 84). 1963 ve 1964 yılları arasında dördü en büyük kent merkezi, dokuzu yeni sanayileşen ve kentleşen merkezler olmak üzere on üç büyük kentte yapılan sayımlara göre, mülkiyeti başkasına ait arsalara yapılan kaçak gecekondularda en temel sağlık koşullarından bile yoksun hâlde yaşayan 1 milyon 800 bin kişi bulunmaktadır (Yerasimos, 1980, s. 855).

Kentleşme, metropollerin oluşumunu da beraberinde getirmiştir. 1970 sayımına göre, nüfusu 100 binin üstündeki kentlerde yaşayanların kentli nüfusa oranı %57’dir. 63 il içinde nüfusu 100 binin üstündeki kent sayısı 1950’de 4, 1960’ta 9 iken 1970’te 20’ye yükselmiştir. Bu sayı, büyük kentlerin Türkiye genelinde dengeli bir biçimde oluşmaya ve illerin yaklaşık 1/3’inin bölge içi metropol hâline gelmeye başladığını göstermektedir. 1970 başında Marmara bölgesinde her iki kişiden biri, Ege, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerinde ise her üç kişiden biri kentte yaşamaktadır. Türkiye’nin en geleneksel ve feodal bölgeleri Güneydoğu Anadolu’da kentleşme oranı %19’dan %25’e, Doğu Anadolu’da %17’den %20’ye yükselmiştir (Gevgilili, 1973, s. 84-85).

Eğitimle ilgili göstergeler de kentleşme olgusuna paralellik göstermektedir. 1965 nüfus sayımına göre, okur-yazar oranı %48.72’dir. Bu oran erkek nüfus için %64.04, kadın nüfus için %32.82’dir. Okur-yazar oranı şehirlerde %66.92, köylerde %38.53’tür. UNESCO’nun 1968 istatistik yıllığına göre Türkiye’de 100.000 kişilik nüfusa karşılık yüksek öğrenim

98

görenlerin sayısı 1950’de 118, 1955’te 155’tir, 1965’te bu sayı 300’e yükselmiştir (Tütengil, 1970, s. 47-48).

Tablo 1: 1960-1971 Yılları Arasında Üniversite Öğrencilerinin Sayısı

__ Yıl Öğrenci Sayısı

1960-1961 44.461 1961-1962 45.002 1962-1963 46.561 1963-1964 48.654 1964-1965 52.768 1965-1966 55.583 1966-1967 60.023 1967-1968 63.235 1968-1969 67.764 1969-1970 75.522 1970-1971 73.228 Kaynak: (Landau, 1978, s. 46).

Diğer yükseköğretim kurumlarında okuyanlar da dikkate alındığında, öğrenci sayısı 1965- 1966’da 97.309, 1966-1967’de 108.707, 1967-1968’de 125.647, 1968-1969’da 143.279, 1969-1970’de 160.334, 1970-1971’de 155.358 olmaktadır (Landao, 1978, s. 46-47).

Hem kentleşmekte olan toplumun ihtiyaçlarına yanıt verecek eğitimli kitlenin hızla artması hem de toplumsal değişmeyi anlamlandırma çabaları basın-yayın faaliyetlerinde bir canlanmayı meydana getirmiştir. 1960’lı yıllar boyunca basılan kitap ve süreli yayınların sayısında artış meydana gelirken, bu artış özellikle sosyal bilimlerle ilgili olanlarda çok daha belirgindir.

99

Tablo 2: 1960 ve 1970 Yılları Arasında Yayınlanan Kitap, Gazete ve Süreli Yayınların

Sayısı

__ Kitap Gazete ve Süreli Yayın

Yıl Toplam Sosyal Bilimler Toplam Sosyal Bilimler_

1960 4.195 1.115 1.658 290 1961 4.357 1.218 1.573 294 1962 4.842 1.296 1.653 272 1963 5.426 1.636 1.722 314 1964 5.745 1.720 1.739 334 1965 5.442 1.842 1.890 365 1966 6.099 2.015 2.078 460 1967 5.688 1.765 2.222 464 1968 5.492 1.700 2.347 482 1969 5.669 1.797 2.453 490 1970 5.854 1.896 2.470 507 Kaynak: (Landau, 1978, s. 32).

Kentleşme ve eğitimdeki bu gelişmelerin itici gücü sanayileşmedir. Türkiye ekonomisinde ağırlığın tarımdan sanayi ve hizmet sektörlerine doğru kaydığının göstergesi; sanayi sektörünün payının 1950-52 döneminde %11.9 iken 1966-68 döneminde %17.9’a, hizmet sektörünün payının %37.6’dan % 46.6’ya yükselmesidir. Türkiye 1970’li yılların başında artık “tarım ülkesi” olarak söz etmenin zorlaştığı, kentlerdeki ücretli emek kadrosunun kalabalıklaştığı, toplumsal hareketliliğin arttığı bir ülke görünümündedir. (Gevgilili, 1973, s. 100). 1950’de GSMH’nin %80’ini oluşturan tarımsal üretimin payı 1970’te %55 seviyesine gerilemiştir. Sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışan erkek nüfusun oranı 1950’de %17.5, 1955’te %23, 1960’ta %25.3 ve 1965’te %29 olurken; tarımda çalışanların 1950’de %69.3 olan oranı 1965’te %57.8’e düşmüştür (Karpat, 2003, s. 107).

1960’lı yıllarda hız ve yoğunluk kazanan kapitalist gelişme, gerek kentlerde gerekse kırsal kesimde sınıfsal farklılaşmaya yol açmıştır. Ücretli emeğiyle geçinenlerin ekonomik ve siyasal talepleri büyümüş; kent ve tarım emekçileri, kent yoksulları, küçük üreticiler,

100

öğrenci gençliği başta olmak üzere toplumun pek çok kesimi haklarını aramak ya da taleplerini dile getirmek için alanlara çıkmış; Türkiye bu on yıllık dilimde boykotlara ve mitinglere sahne olmuştur. Çeşitli sınıf ve katmanların siyasallaştığı bu dönemde ortaya çıkan teorik ve pratik birikim, solun daha sonraki yıllarına da rengini vermiştir (Yurtsever, 2008, s. 42-43).

Sanayinin sermaye birikiminin belirleyici alanı ve sanayi burjuvazisinin iktidar blokunun yönetici gücü hâline gelişi, Türkiye’nin siyasal tarihinde işçi sınıfının ilk kez kitlesel olarak sendikal ve siyasal mücadelede yer almasını beraberinde getirmiştir. Kapitalist topluma özgü sınıf mücadelesiyle ve kitlesel hareketleriyle Türkiye, 1960’lı yıllarda modern bir toplum görünümüne bürünmeye başlamıştır (Savran, 2010, s. 168-169). Ne var ki, 1960 sonrası siyasal rejimin sağladığı sosyal haklar, emekçilerde ve öğrenci gençliğinde uyandırdığı canlanmayla sanayi burjuvazisi için zamanla bir tehdit hâline gelmiştir (Savran, 2010, s. 177).

İşçi sınıfı, 1960’lı yıllar boyunca son derece hızlı bir biçimde bilinçlenip örgütlenerek sınıfsal ve siyasal olgunluğa/bilince ulaşma yolunda büyük mesafe kat etmiş; sendikacılık ivme kazanmıştır (Cem, 1977, s. 91). İşçiler bu dönemde düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, kamu işletmelerindeki yöneticilerin despot tavırları gibi birçok konudaki sıkıntının giderilmesi için mücadele vermiştir (Çelik, 2010, s. 363). 1961’in ikinci yarısından itibaren işçi hakları için etkin mücadele geliştirilmeye başlanmıştır. Türk-İş yöneticileri, üyelerinin artan baskıları sonucu grev ve toplu sözleşme yasa tasarıları hakkındaki tartışmalarda daha etkin olmak durumunda kalmıştır. İşçi hareketlerini başlatan temel neden Anayasa’nın öngördüğü grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce hayata geçirilmesi zorunluluğudur (Çeçen, 1973, s. 53).

31 Aralık 1961 tarihli Saraçhane Mitingi, Türkiye tarihinin ilk kalabalık işçi mitingidir. Bu mitinge yaklaşık 100 bin işçi katılmıştır. Mitingde Anayasa’nın işçilere tanıdığı grev, toplu sözleşme ve bağımsız sendika kurma haklarının yasalaştırılması talepleri başta olmak üzere, işçilerin diğer sosyal ve ekonomik gereksinimleri üzerinde de durulmuştur. TİP’li sendikacıların etkin görev aldığı bu mitingde doğrudan doğruya siyasal iktidar muhatap alınarak siyasal talepler dile getirilmiştir (Çeçen, 1973, s. 53; Çelik, 2010, s. 363).

101

1963’te çıkarılan 275 sayılı İş Sözleşmeleri, Grev ve Lokavt Yasası’yla birlikte Türkiye’de ilk kez etkin bir grev ve toplu sözleşme düzenine geçilmiştir (Çeçen, 1973, s. 65-66). Bu yasanın hükümete grev durdurma yetkisi vermesi sendikal hareketin ve işçilerin aleyhine olmuştur (Çeçen, 1973, s. 94).

İşçi hareketleri açısından önemli bir diğer gelişme Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 13 Şubat 1967’de kuruluşudur. DİSK’in kuruluşu TİP’in kuruluşu gibi Türk-İş’in benimsediği ABD sendika hareketi kaynaklı “partiler üstü ve siyaset dışı sendikacılık” anlayışına karşı biriken tepkinin bir sonucudur. Nitekim, DİSK’i kuran sendikacılar aynı zamanda TİP kurucusudur (STMA, 1988a, s. 2042-2043). DİSK’in kuruluşu Çelik’e (2010) göre “…Türkiye sendikacılığı açısından uzun dönemli etkileri, boyutları ve ortaya çıkardığı sorunlar açısından (…) en önemli sendikal yol ayrımıdır.” (s. 507).

Türkiye tarihinin en önemli sendikacılık olaylarından biri olan 15-16 Haziran işçi eylemleri Türk-İş’in hükümetle anlaşarak yeni bir sendikalar yasası hazırlamasının DİSK’i tasfiye etmeyi amaçladığı gerekçesiyle ve DİSK önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Protesto eylemleri 15 Haziran’da İstanbul, Kocaeli ve Sakarya’daki 113 işyerinde 70 binden fazla işçinin çalışmayarak pasif direnişe geçmesiyle başlamış; öğleden sonra işçilerin iş kıyafetleriyle işyerlerinin bulunduğu bölgelerdeki yürüyüşleriyle devam etmiş; bazı yerler trafiğe kapatılırken polisle işçiler arasında ufak çaplı çatışmalar çıkmıştır. 16 Haziran’da Türk-İş’e bağlı pek çok işçinin de katılımıyla daha da genişleyen eylemler, fabrika bölgelerinden kent merkezlerine doğru gerçekleştirilen yürüyüşlere dönüşmüş ve polis tarafından durdurulmak istenmesiyle kanlı çatışmalar meydana gelmiştir. Bazı fabrikalar işçiler tarafından tahrip edilmiş, yer yer askerî barikatlar kurulmuş, ateş açan polislere taş ve sopalarla karşılık veren işçilere askerler tarafından müdahale edilmiş, köprüler açılarak ve vapur seferleri iptal edilerek işçilerin bir araya gelmesi önlenmiş, saatlerce süren çatışmalarda üç işçi ve bir polis hayatını kaybetmiştir. 16 Haziran gecesi saat 21:00’den sonra Bakanlar Kurulu tarafından İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edilmiş, bu olayların yaşanmasına neden olan tasarı vakit kaybetmeden Senatoya sevk edilmiştir. Uluslararası sendika örgütleri DİSK’i desteklediklerini açıklamışlardır (Çeçen, 1973, s. 146-148).

102

Bu dönemde, emekçiler tarafından yürütülen mücadele yalnızca kentlerdeki işçi eylemleriyle sınırlı değildir, köyler de topraksız köylülerin toprak işgallerine sahne olmuştur. Ancak toprak işgalleri Türkiye geneline yayılmayıp topraksız köylülerin yoğun