• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.2. Üniversite Bileşenlerinin Demokrat Parti İktidarıyla İlişkisi

4.1.4. Öğrenci Gençliğini Etkileyen Siyasal İdeolojiler ve Hareketler

4.1.4.2.1. Türk Sağı ve Anti-Komünizm

Dönemin sağ hareketlerinin en belirgin niteliği anti-komünizmdir. Sol veya komünizm, Türk sağının kolektif zihninde mülkiyet ve din karşıtı, insanları köleleştiren bir rejimi olduğu kadar, 93 Harbi’nden beri Türkiye’ye yönelik tehdidi son bulmak bilmeyen ezelî düşman Rusya devletini de temsil etmektedir. Türk sağı, bu gerekçelerle abartılı bir anti- komünizm üzerinden kendini inşa etmiş ve toplumsallaşmıştır. Tanıl Bora, anti- komünizmin Türkiye’de yaygınlık kazanma sürecinde iki şey dikkat çekmektedir. Birincisi, bu “en yabancı” ideolojiye karşı, Türkçe metinlerin üretiminde, AP’nin Türkçü senatörü Dr. Fethi Tevetoğlu’nun yaptığı gibi çelişkili bir biçimde yabancı kaynaklara - bilhassa ABD’deki McCarthyciliğin eserleri olmak üzere- sıkça başvurmasıdır. Bir diğeri ise Atatürk’e ait bir “Komünizm Türk milletinin en büyük düşmanıdır, görüldüğü yerde ezilmelidir” vecizesinin icat edilerek yayılmasında -öyle ki Erzurum Atatürk Üniversitesinin girişinde yazılıdır- olduğu gibi tezvirata başvurmaktan geri durulmamasıdır (Bora, 2012, s. 14).

… Anti-komünist psikolojik harp seferberliği, çok sayıda insanın öldürülmesine, baskı ve işkence görmelerine, özgürlüklerinin kısıtlanmasına yol açtığı gibi, tümüyle politik kültürü zehirledi. Zira anti-komünist söylem bir kriminalleştirme, düşmanlaştırma, şeytanlaştırma söylemiydi. Komünistlik bulaşığıyla damgalanan kişiler ve fikirler suçlu, düşman, kötü addediliyordu. En geniş manasıyla sol, Peyami Safa’nın söyleyişiyle “sollar”ın tamamı bu zan altında bulunuyordu. Komünizm/sol, başa çıkılması gereken bir rakip, geriletilmesi gereken bir bela, kökünün kurutulması gereken bir fesattı. Komünistliğin bir “yabancı ideoloji”nin ötesinde bir yabancı devlete, üstelik Moskof’a hizmet ettiği suçlaması, bu algıyı ajite etmiştir. Komünistlik-solculuk böylece, -doğrudan doğruya “dışarıya” bağlı çalıştığı ve rublelerle nemalandırıldığı iddia edilenlere yönelik ithamların yanı sıra-, icabında kendi niyetinden de bağımsız, nesnel olarak vatan hainliği anlamına geliyordu (Bora, 2012, s. 14-15).

Türk sağında sola karşı oluşan bu nefretin tek nedeni sosyalist ideolojinin içeriği değildir, modernleşme sürecinin yarattığı muhafazakâr tepkiler de etkili olmuştur. Türk sağının Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa gibi kurucu isimlerinin metinlerinde komünizm “kontrolsüz, taklitçi, yüzeysel modernleşmenin/Batılılaşmanın uç noktası” olarak anlatılmıştır. Bu anlatıya göre, modernleşme sürecinde millî değerler göz ardı edilirse, oluşacak manevî boşluğun en sonunda varacağı nokta komünizmdir; komünizm demek

136

yozlaşma, ahlâksızlık, hazcılık, maddiyatçılık ve sorumsuz bir serbestlik demektir (Bora, 2012, s. 16). Demek ki Batılılaşmanın ve modernleşmenin uygulayıcısı olarak Kemalizmle “Komünizm” arasında pekâlâ bağ kurulabilmektedir. Öyle ki CHP bile 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca komünist olmakla itham edilmiştir.

Taşkın (2012, s. 410-411), Cumhuriyet’in kurucu seçkinlerinin, entelektüel güçlerini “kültürün devletleştirilmesi (etatization of culture)” olarak tanımlanabilecek bir süreçten aldığını belirtir. Bu süreç, Edward Shils’in ifadesiyle “Çevrenin, nihai olarak ‘merkez’in yörüngesine taşınması ve onun değer ve normlarının çevreye nüfuz etmesi stratejisi” üzerinden yürümektedir. Bu, Cumhuriyet seçkinlerinin -sonraki entelektüel kuşaklardan farklı olarak- kültürel sermayelerini, siyasal sermayeye dönüştürme ayrıcalığına sahip olmaları, bir başka ifadeyle “yasayapıcı”1

olmaları anlamına gelmektedir. DP iktidarına kadarki dönem, Cumhuriyet’in “yasayapıcı” entelektüellerinin altın çağıdır. İşte bu nedenle, sağ entelektüeller “milletin hakiki evlatları” olarak, Kemalist aydınların bu ayrıcalıklarına hep gıptayla bakmış ve onların konumlarını elde etmek istemiştir. Bu istek, onlara abartılı bir güç atfetmeyi ve nefret duymayı beraberinde getirmiştir.

Kemalist aydınlara karşı biriken bu nefret, 1940’lı yıllardan itibaren sola ve sol olarak görülen her türlü düşünceye de yönelmeye başlamıştır. 1960’lı yıllarda zirveye ulaşan anti- komünizme, anti-entelektüalizmin (aydın düşmanlığının) eşlik ettiğini de söylemek mümkündür. Bunun nedeni, daha önceleri Kemalistlere özgü bir nitelik olarak görülen aydınlığın solcu aydınlarla özdeşleştirilmesidir. Ancak aydın olmakla solculuk arasında kurulan bu ilişki, bir refleksi de beraberinde getirmiş ve Bora’nın (2012) işaret ettiği gibi sağ düşünce, aydın kimliğini tekelinde bulunduran solcuları “sahte-aydın” olmakla itham etmiştir. Sahte-aydınlar, “yüzeysel, kitabî (hayattan ve gerçeklerden kopuk), çünkü taklitçidir. Yerli değerlere uzaktır, Batı hayranlığıyla, Batılı bir formasyonla yetiş(tiril)miştir, yabancıdır.” (s. 17).

Türk sağının sola ilişkin yargıları büyük ölçüde önyargı niteliği taşımaktadır. Sol hakkındaki bilgi eksikliği, eleştirilerin hep aynı kelimeler ve ithamlar üzerine kurulması konusunda, milliyetçi-muhafazakâr cenahın önemli isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti şöyle bir tespit ve uyarıda bulunmuştur:

1 Zygmunt Bauman’ın “yasayapıcı (legislator) entelektüel” metaforu kullanılmaktadır (Taşkın, 2012, s. 409-

137

… Komünizmle böyle mücadele edilmez. “Kahrolsun” demekle komünizm kahrolmaz. Seviyeli bir mücadele lazım… Bir defa komünizmi iyice anlamalıyız… Konuşanlara, yazanlara bakıyorum da bir mektep çocuğunun söylediklerini söylüyorlar: Kahrolsun komünistler! Kızıl köpekler! Ağızlarından salyalarını akıtarak vs. vs… Müdafaa olarak da soyumuz, sopumuz, atamız, ötemiz berimiz, dinimiz, imanımız! Atatürk ilkeleri. Altı Ok, üç ok… (Serdengeçti’den aktaran Okutan, 2004, s. 153).

Anti-entelektüalizmde ve Batı medeniyetine karşı duyulan kıskançlıkla karışık nefretin komünizm/sol nefretine aktarılmasında, sağ-sol kutuplaşmasının belirginleşmeye başladığı 1960’lı ve 1970’li yıllarda kültürel-entelektüel alanda solun elde ettiği etkinliğin genişlemesinin de büyük payı vardır. Solun aydın kimliğini tekeline alması, sağcı okur- yazar zümrede tepki yaratmış ve aydın kimliğine sahip çıkma refleksi oluşturmuştur. Sosyalizmin entelektüel-kültürel alanda kurmaya başladığı hegemonyaya karşı meydana gelen milliyetçi-muhafazakâr fikir platformu olan bir derneğe “Aydınlar Ocağı” isminin verilmesinin arkasında bu refleks yatmaktadır (Bora, 2012, s. 16).

Aydınlar Ocağının temelleri, 1960’larda kurulan birkaç kuruluşa dayanmaktadır. 1962’de Dr. Süleyman Yalçın, Faruk Kadri Timurtaş, Dr. Ayhan Songar ve İsmail Dayı tarafından kurulan, 1960’ların ikinci yarısından itibaren üniversitelerde ve sokaklarda solun artan etkinliğine bir tepki olarak gelişen Aydınlar Kulübü onlardan biridir. Bu süreçte, Aydınlar Kulübü üyelerinin temel motivasyonu, sol karşısında devletin bekasını korumaktır. Bu sürecin bir ürünü olarak, 14 Mayıs 1970’te “Aydınlar Ocağı kurulmuştur. Ocağın isim babası Necip Fazıl Kısakürek’tir (Taşkın, 2012, s. 414-415). Kuruluşun üyeleri arasında Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Cevat Babuna, Prof. Dr. Sabahattin Zaim, iş adamı Sabri Ülker, avukat Sait Bilgiç, yazar Ahmet Kabaklı gibi isimler vardır (Darendelioğlu, 1977, s. 376-377).

1960’lı yıllara damgasını vuran anti-komünist örgütlenmelerden en önemlisi Komünizmle Mücadele Dernekleridir. Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD), anti-komünizmin kitleselleşmesinde, kitlelerin anti-komünist bilinç ve duyarlılıkla seferber edilmesinde kilit rol oynamıştır. Sol hareketlerin çeşitli faaliyetlerine karşı ortaya çıkan neredeyse tüm reaksiyoner eylemlerin arkasında yer alan bu dernekler, çoğu zaman Millî Türk Talebe Birliği gibi örgütlerle birlikte hareket etmişlerdir. KMD, ilerici ve sol çevrelere karşı nefret söylemi kullanan ve kimi zaman şiddete de başvuran İslâmcı bir kuruluştur.

138

KMD kurmaya yönelik ilk adım 1948’de atılmış, kuruluş 1950’de gerçekleşmiştir. Derneğin ilk genel başkanı Bahaddin Dökerel’dir. 27 Eylül 1951’de gerçekleştirilen ikinci kongrede genel başkanlığa Talip Daşman, ikinci başkanlığa ise Türkçülüğün önde gelen teorisyenlerinden Nihal Atsız’ın kardeşi, kendisini “ırkçı ve Turancı” olarak tanımlayan bir lise öğretmeni olan Necdet Sancar getirilmiştir. Dernek komünizm ve komünist olarak bilinen kişilerin aleyhindeki kitapların yanı sıra “Komünizme Karşı Türklük” adında 15 günlük bir gazete çıkarmıştır. Dernek, 1953’te Türk Milliyetçiler Derneğine katılarak faaliyetlerine son vermiştir (Eren, 2012, s. 85-86).

İkinci KMD, 7 Aralık 1956’da İstanbul’da kurulmuştur. Başkanı Burhanettin Şener’dir. 27 Mayıs sonrasında faaliyetlerini durdurmuş, 1963’te İzmir’de yeniden kurulmuştur (Eren, 2012, s. 86). Tüzüğüne göre, KMD’nin kuruluş amacı, “başta Komünizm olmak üzere, yıkıcı, yıpratıcı ve bozguncu fikir ve cereyanlarla mücadele etmek, millî kültürümüzü, millî ve manevî değerlerimizi korumak”tır (Darendelioğlu, 1977, s. 399). “Yıpratıcı ve bozguncu fikir ve cereyanlar” gibi muğlak ve bütünüyle yoruma açık bir hedef belirlenmiştir. Derneğin ve bağlı şubelerin faaliyetlerinden sosyalist olmasa bile sola eğilimli her düşünce eylemin bu kapsamda değerlendirildiği anlaşılacaktır.

KMD, güçlenme ve yaygınlaşma olanağı bulan sola karşı frenleyici bir oluşum olarak örgütlenmiş ve Türkiye’nin bir iç savaş ortamına sürüklenmesine önemli “katkı” sağlamıştır. Bu derneklerin faaliyetlerine devlet tarafından göz yumulmuştur. Yerasimos (1980, s. 929), KMD’nin ABD’li petrol şirketi Aramco tarafından finanse edilen uluslararası İslâmî harekete ve Türkiye’de AP’ye bağlı bir kuruluş olduğunu; genel olarak emperyalizmin özel olarak da CIA’nın dinsel gericiliği Türkiye’de yerleştirmek için bu kuruluşu kullandığını belirtmektedir.

1965 yılında derneğin başına İlhan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle birlikte KMD’nin şube sayısı kısa sürede 27’den 110’a çıkmıştır1. Darendelioğlu, Derneğin şubelerinde “Türkiye’de Türk basınında komünizm faaliyetleri” konusunda konferanslar vermiş, “halkın bu korkunç tahlikeye karşı uyanması lâzım geldiği zaruretini” dile getirmiştir. CHP’nin 1965 yılı itibarıyla benimsemeye başladığı “ortanın solu” politikası, KMD’nin faaliyetlerinin artmasına yol açmıştır. Düzenlenen toplantılarda Prof. Dr. Nevzat

1 Cumhurbaşkanı Gürsel KMD’nin Fahri Başkanlığına getirilmiş; fakat İnönü’nün TİP’in Bursa mitinginde

139

Yalçıntaş, Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Dr. Fethi Tevetoğlu, Kadircan Kaflı, Necip Fazıl Kısakürek, Aclan Sayılgan, Fethi Tevetoğlu, Galip Erdem gibi isimler konuşmalar yapmıştır (Darendelioğlu, 1977, s. 401).

Yerasimos (1980, s. 929), Komünizmle Mücadele Derneklerinin kullandığı, solculuğu (komünistleri) ateizm, Batılılaşma yanlılığı, kapitalizm ve CHP (Kemalizm/Bürokrasi) ile özdeşleştiren slogan demetlerini şöyle şemalaştırmıştır:

… Birincisi: komünistler = dinsiz aydınlar = batı yandaşları = zenginler (kapitalistler). Bu slogan demetine göre Türk komünistleri kütlelerden kopuk, İslâm ahlâkına karşıt, sapık bir ideolojiyi halka benimsetmek isteyen, yabancı ve düşman güçlere satılmış bir tutam aydından ibarettir. Bu aydınlar zengindirler ve batıdan kopya edilmiş aşağılık bir yaşam sürerler. Bu yüzden yabancı ahlâk ve ideoloji geleneksel değerler ile bir tutulduğu kadar, halkın gözüne yerli zenginlerin gösterişçi lüksü aracılığıyla görünen batının aşağılık yaşamı komünizmle bir tutulmaktadır. Böylece ‘komünistler’e saldırmakla, halkı ezen zenginliğin köküne saldırılmaktadır. Anadolu’nun büyük kentlerindeki ‘antikomünist’ gösterilerin incelenmesi bu şemayı çok iyi gösterir. Konya’da 24 Temmuz 1968’de aşırı sağcı göstericiler önce öğretmenler birliği lokalini ve ilerici kitaplar satan kitapçı dükkânlarını yağma etmeye başlar, daha sonra da ordu tarafından dağıtılmalarından önce alkollü içki satan lokantalara ve varlıklıların sık gittikleri genelevlere ve sonunda kent büyük burjuvazinin ‘Şehir Kulübü’ne saldırırlar. İkinci tür slogan demeti de buna koşuttur: komünistler = CHP = bürokrasi = baskı ve zulüm. CHP bir yandan layik olduğunu iddia etmektedir, şu halde dinsizdir, öte yandan ise ortanın solundadır, yani komünisttir. Sonuçta, geleneksel olarak temsil ettiği bürokrasi de öyledir. Böylece ‘komünistlere’ saldırılarak, tahsildara, yolsuzluk yapan yargıca, zorba jandarmaya da saldırılmış olur

Anti-komünizm yalnızca örgüt ve eylem düzleminde değil kültürel üretim alanında da bir canlanmaya yol açmıştır. Anti-komünizm, dönemin İslâmcı ve milliyetçi literatürün başlıca motiflerindendir. Landau’nun (1978, s. 256-257) belirttiğine göre, dönemin İslâmcı literatüründe komünist yönetimler Müslümanların düşmanı olarak tanıtılmış, her türlü sol düşünce komünizm olarak kabul edilmiş, sol “Müslüman Türkiye” için bir tehdit olarak sunulmuş, komünizmle bağları olduğu iddia edilerek masonluk, misyonerlik ve “uluslararası Yahudi planı” nefret dolu bir dille kötülenmiştir.

İslâmcılık günlük gazetelerde ve dergilerde de kendine yer bulmuştur. 1950’lerin başlarından itibaren nispeten İslâmî tonlu gazeteler yayınlanmaya başlamış, 1960’larda gerek süreli yayın gerekse günlük gazete sayısında önemli artış meydana gelmiştir. İstanbul merkezli Bugün, Babı Âli’de Sabah, Yeni Asya ve Hakikat gazeteleri bunlardan en önemlileridir. Her ne kadar adı geçen gazeteler kadar radikal bir gazete olmasa da Tercüman gazetesinde Ahmet Kabaklı’nın 1950’lerin sonlarından itibaren yayımlanmaya başlayan yazıları ses getirmiştir. Haftalık yayınlar arasında ise 1956’da başladığı yayın

140

hayatına 1960 ortalarına dek devam eden İslâm, 1967’de İstanbul’da yayınlanmaya başlayan İttihad, 1967’de yayınlanmaya başlayan İslâm Düşüncesi, 1970’te yayınlanmaya başlayan Yeniden Millî Mücadele yer almaktadır (Landau, 1978, s. 258-261).

Bu dönemde yayımlanan İslâmcı ve anti-komünist kitaplardan bazıları şunlardır: Osman Albayrak’ın Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları (1969), Süleyman Sürmen’in Sağ-Sol Kavgası (1969), Sadık Albayrak’ın Sömürüye Karşı İslâm (1969), Faruk Güventürk ve Fuat Kadıoğlu’nun Din Işığında Yobazlık, Atatürkçülük (1967), Necmeddin Erişen’in Türkiye’de Altıncı Filo Hadiseleri ve Gerçek Emperyalizm (1969), Salih Doğan Pala’nın Sağ-Sol Meselesi ve İslâmın Hükmü (1966), Cavit Ersen’in Kızıl Zindanlar, Semahaddin Cem’in İslâm İlâhiyatında Şeyh Bedreddin, A. Cerrahoğlu’nun Türkiye’de Sosyalizm (1965) ve İslâmiyet ve Yöncü Sosyalistler (1964), İsmail Sağırlı’nın derlediği Yeşil Komünism Kavgası (1970), Peyami Safa’nın makalelerinden oluşan Sosyalizm, Marksizm, Komünizm adlı derleme (1971), Cevat Rıfat Atilhan’ın Masonluk Nedir? ve Masonluğun İç Yüzü, Sâmiha Ayverdi’nin Misyonerlik Karşısında Türkiye (1969), Ahmet Kabaklı’nın Müslüman Türkiye (1970), M. Şahap Tan’ın Bügün’ün Dervişi (Mehmet Şevket Eygi Kimdir?) (1970) (Landau, 1978, s. 256-258).

Dönemin en önemli milliyetçi yayınları ise Ülkücü Hareketin dergi ve gazeteleridir. Mayıs 1971 itibarıyla Ankara’da yayınlanan aylık Töre ve İstanbul’da yayımlanan günlük Orta Doğu, Milliyetçi Hareket Partisi ile özdeşleşmiş bir yayın çizgisine sahiptir. 1966-1971 yılları arasında yayımlanan aylık Milli Hareket, 1969-1971 yılları arasında haftalık, sonrasında 15 günde bir çıkan Devlet, Ülkücü Harekete fikrî destek sağlayan süreli yayınlardır. Bunlar içinde Milli Hareket’in özel bir yeri vardır. Bu derginin temel görevi partinin bir organı gibi hizmet vermek, parti üyelerini parti ve ülke gündemi hakkında bilgilendirmektir. Zaman zaman dergiye röportaj veren ve yazı yazan Türkeş’in görüşlerine sıkı sıkıya bağlı kalınmış ve çalışmalarından övgüyle bahsedilmiştir. Siyasî rakiplerin yanı sıra TİP’e karşı yoğun propaganda yürütülmüş; ayrıca partililer –özellikle gençlik- solun çeşitli platformlardaki faaliyetlerine karşı uyarılmış ve her türlü sol düşünce kötülenmiştir (Landau, 1978, s. 330-332).

Devlet, 7 Nisan 1969’da kurulmuş haftalık gazetedir, logosunun altında “Ey Türk Kendine Dön” sloganı yazılıdır. Milliyetçi Hareket Partisinin yayın organı gibi görev yapmıştır. Millî Ülkü, Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın aylık yayın organıdır ve 1968’de faaliyete

141

başlamıştır. Bozkurt, 12 Mart sonrasında, 1972 yılı Ekim ayında yayımlanmaya başlamış aylık dergidir, Bozkurt logosu altında, “Herşey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” lejantıyla yayımlanmıştır (Akpınar, 2005, s. 93-94). Milliyetçi yayınlardan kısaca bahsedildiğine göre, bu yayınların asıl kaynağına, yani Ülkücü Hareketin doğuşuna ve gelişimine yakından bakmak yerinde olacaktır.