• Sonuç bulunamadı

3.BÖLÜM: FATMA BARBAROSOĞLU’NUN ESERLERİNDE GELENEK VE MODERNİZM

3.1. Eserlerdeki Gelenek ve Modernizm Unsurları

3.2.11. Tüketim Kültürü ve Kapitalizm

Tüketim kültürü ve kapitalizm, modern dünyada ayrılmaz iki temel unsurdur. Birinin varlığı diğerini de etkiler.

Kapitalist sisteme dayanan tüketim toplumunda, üretimin sürekliliği tüketimin artışına bağlıdır. Çağımızda tüketimin arttırılması için özellikle görsel medyanın merkezindeki televizyon ile reklam bombardımanı etkili olmaktadır. Bireylerin imajı, tükettikleri nesnelerle tanımlanmaktadır. Moda, sistemin ortak paydasıdır. Moda sürekli değişmekte ve her şey tüketilmektedir. Besin, müzik ve moda alışverişi ile birayler, kimliklerini ve kişiliklerini tanımlamaktadırlar. Hedonist (hazcı) kültür, sürekli zihinlere şırınga edilmektedir. Tüm insani ilişkiler, sevgi, aşk ve dostluk da maddeleşmiştir. Bu bağlamda, Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” (Cagito

ergo sum) mottosu yerine, “Tüketiyorum öyleyse varım” mottosu ikame edilmektedir.

“Senet” hikâyesinde modern hayata ait olan taksitli satışın eleştirisi yapılır. Her türlü yozlaşmaya rağmen, ait olduğu geleneğin sağlamlığıyla dik duran Selim dedenin, senet yüzünden yaşadığı şok anlatılır:

“Kardeşine halı almıştık hani. Bunu bile dert etti. Taksitle mal alınır mıymış? Ayak uyduramıyor bir türlü. “Paran varsa alırsın” deyip başka bir şey demiyor. Yakında taksitle hacıya da gidermişiz.” (S.H, 2017, s. 118)

“O Karanlık Kasım Sabahı”, hikâyesinde toplum marka ürünler tüketmeyi hedef haline getirir. Anlatıcı, hastaneden çıktığı zaman nereye gideceğini bilmeden dolaşarak, hiç alışkın olmadığı hamburgercide kendini bulur. Hamburgerci, modern zamanların neredeyse bir numaralı tüketim unsurudur

Modern yaşamın getirdiği zihniyetler, etiket üzerinden değer kazanmaktır. Herkes yeni yeni maskelerle rollerini oynar. Yazar, “Bu Kumaş Bu Kumaşı Sevmemiş” adlı hikâyede Füsun tarafından bu yeni zihniyeti eleştirir:

“Tüketimi hızlandıracak hiçbir giysi ve ürün pazarlamayacağım. Dünyanın tek bir zerresinin boşa harcanmasını istemiyorum. Benim felsefem bu.” (R.A, 2013, s. 29)

“Babam emekliliğini köyüne armağan ederken, sen mal olmuş mağribi Avni Bey ile nikahlanırken, benim cebimde kelimelerimle ne yaşadığımı nereden bilecektiniz. Hiç merak ettiniz mi acaba? (…) Ödüllü bir tasarımcı olduğum halde, işimi kuramamış olmam ahmaklığımdan öyle mi? (…) Beni ödüllendirenler ideallerimi gerçekleştirme kapasiteme ödül verdi. İsyan ettiğim sistemin sistemin cariyesi, kölesi olmayı kabul etseydim şimdi işimin patronuydum elbet.” (R.A, 2013, s. 30)

Barbarosoğlu, hikâyede yeni sistemin mantığını şöyle dile getirir:

“Yaratıcı yıkım. Ne yapacağız? Kadını kendi içinde yıkıp kendi malzemesi ile alımlanır hale getireceğiz. (Kadına peynir mayalamayı öğretmeyeceğiz). Peynirlerini koyduğu tabağı değiştireceğiz.” (R.A, 2013, s. 24)

İnsanların hayatlarını çıkmaza sokan kapitalizm insanların bunalıma girmesine neden olmaktadır. Eserde, tüketimin parçası haline gelen modern insanın ayrılmaz parçası olan kredi kartları ve insanların bu kartlara olan düşkünlüğü de aktarılır. Limiti biten kredi kartıyla modern insanın mutsuzluğunun paralelliği gösterilir:

“Kredi kartımın limiti bitti. Bu dünyadan zevk alamam. Kredi kartına yedi taksit mi dediniz.” (Barbarosoğlu, 2014, s. 123)

Bugün Türkiye’de yaşanan kredi felaketi, insanları intihara kadar sürüklemektedir. Ömür boyu sürekli artan ve kapanması bireysel emek ile mümkün olmayan bir borç süreci yaratmaktadır. Eskiden yığınla prosedür ve zaman gerektiren kredi kartı alma süreci, artık bankaların önünde kurulan stantlar ile birkaç fotokopi ve forma kalmış, büyük heveslerle alınan kredi kartları bu sefer başka bir bankadan çekilen kredi ile borcu kapatılmaya çalışılan felaketlere dönüşmüşlerdir.

‘Şekerden Dünya’ isimli yazısında, kadın, çocuğunun reklam filmlerinden fırlamış görüntüsünden ürker, çünkü çocuk daha dokuz yaşındadır fakat çok akıllıdır ve hap kutusuna benzer kutudaki şekerlerden yemek istemektedir. “Bak anneciğim nasıl renkliler! Ne güzel değil mi? İşte ben bunları benim içimi renklendirsinler diye yiyorum.” dedikçe, annesi içeriğindeki katkı maddelerinden bahsedemez.

‘İftara Beş Kala’ yazısında iki bine bir kala bir önceki yıldan bile geride olan bir ramazandan bahseder.

Bu ramazan en ziyade mankenlerin, artistlerin minderleri kavi tutuluyor. “Nerede o Direklerarası eğlenceleri? diye cayır cayır yanan yüreklere birer kova su taşımak her kanalın en baş görevi oluyor da, iftara beş kala sinemanın, televizyonun problemlerini konuşan eski-yeni bilumum “sanatçı” arz-ı endam ediyor kanallarımıza.” “ (R., 2015, s. 70)

“Sizin kanallara”, “bizim kanallara” diyerekten televizyonlardan taşıp da evimize gelen bir iklimin olmadığından bahsedilir.

“İlahiyat fakültesi profesörlerinden bir zat konuşma yapıyor. Kanaat üzerine. İsrafın haramlığı üzerine. Bir zeytin bir hurma ile açılan oruçların fazileti üzerine. Allah razı olsun. Hoca efendi konuşuyor. Toplumumuzun ne korkunç bir tüketim toplumu haline getirilişinden bahsediyor. Yüz yıllar öncesinden güzel insan portreleri sunuyor. Günlerce bir dilim kuru ekmek bir tas su ile iftar

eden insanların ikliminden derliyor cümlelerini. Güzel. Gönlümüz mutmain hocanın sesinde.”(R., 2015, s. 72)

Derken sonrasında hoca efendinin sözü reklam ile kesilir. Bir hurma bir zeytin ile açılacak orucun faziletinin yerini yiyecek içecek reklamları alır. Ezanı beklemekte olan çocuk reklamda gördüklerini sorgulamaya başlar. Reklamlar biter hoca sohbete devam etmeye çalışır fakat söylediklerinin dünya malı altında ezildiğinden habersizdir. (R., 2015, s. 73)

Ramazan ayında iftarın fazileti bile kapitalist sistem tarafından kullanılır. Reklam günümüzde son derece etkili hale gelmiş iletişim-haberleşme aracıdır. Reklam aynı zamanda bir tanıtma faaliyetidir. Bunların yanı sıra pazarlama ve halkla ilişkiler disiplinlerinin de bir parçasıdır. Reklam bir bakıma propaganda ile de benzerlik taşımaktadır, fakat farkı ise tüketiciyi satın almaya yöneltmesidir. (Kasım, 2004, s. 137)

Reklam, hayatımıza kapitalizmin getirdiği yeniliklerden biridir. Reklamın kültürel, sosyal, ekonomik ve psikolojik etkileri günümüzde karşımıza çıkmaktadır. İletişim çağının her yerinde reklam ögesiyle karşılaşılmaktadır.

Görsel iletişim araçlarından biri olan televizyon, tamamen reklamlar sayesinde bugünkü işlerliğini kazanabilmiştir. Bütün diziler, programlar, aslında ticari birer reklamdır.

Reklamcılığın bir misyonu inandırıcılıktır. Reklam, kişileri gerçeklik duygusundan uzaklaştırabilir. Ayrıca beklentileri yüksek tutarak, karşılanamayan beklentilerle insanlarda hayal kırıklığına yol açabilir. Reklamın olumlu yanı ise eğitim, sağlık, yardım kampanyalarını topluma ulaştırabilmesidir. Zira reklam olmadan normal şartlar altında büyük kitlelere ulaşmak çok güç olabilmektedir.

‘Özel Günler ve Mübarek Günler’ yazısında, globalleşen dünyadaki kapitalist düzen sebebiyle “özel günler”in baş tacı edildiğinden bahsetmektedir.

Kitle kültürü, acımasız, yarışmacı, av-avcı ilişkisini esas alan, eşitsizlikçi, özel mülkiyetçi, parayı kutsayan bunları aşılayan ve benimseten kültürdür. Bu kültür, yaşadığımız toplumda egemen ilişki biçimlerine daha kolay uyum sağlar. Kitle

kültürünü tüketmek, yaşadığımız hayatın özünü oluştıran yabancılaşmayı algılamaktan uzak durmak, gündelik hayatı rahat ve kazasız belasız sürdürebilmek demektir. (Oskay, 1998, s. 153-154) Ancak yanılsamalar içinde yaşamak demektir.

“Kitleler için koçaklama” yazısında yazar, modern zamandaki kitleleri eleştirir. “Biraz sağır biraz kördür kitleler. Her fert’i, yığınların içinde yuvarlanmaya iten sebeb biraz da görme ve duyma yükümlülüğünden azat olmanın hürriyetidir.” (S.S.R, 2017, s. 61)

“Modern dünyanın bütün insani ilişkileri kitle kültürü içinde yol alır. Zevkler ve renkler kitlenin hakim aynası tarafından tartışmaya açılır. Herkes öyle giyiniyor diye iki yıl önce komik bulduğu kıyafetleri giymeye başlar ve karşılığında modaya uyan payesi alır.” (S.S.R, 2017, s. 61-62)

Kitle kültürü, hiçbir konunun fazla karışık olmaması yolundaki tezi sayesinde bayağılığı yüceltir, sıradan insanlar, toplumsal karar alma süreçlerinde etkin katılımcılar olmaktan çıkartılarak gerçeklikten kaçan edilgin tüketiciler durumuna getirilir. (Aydoğan, 2003, s. 16)

3.2.12. Bireycilik

Bireyselleşme insanlığın en büyük sorunlarından biridir. Sağlıklı yollardan gerçekleşmeyen bireyselleşme kişiyi bencilliğe düşürmekte, bireysel özgürlükleri geliştirmek adına toplumsal uyum ve bireyler arası ilişkilerle birlikte birey ve toplum ilişkilerindeki dengeleri de bozma tehlikesi içermektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz toplumda bireycilik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bencillik gibi olgular toplumsal yaşamın her alanında belirleyici bir konumda durarak toplumu hayatın her alanında parçalı ve birbiriyle yarış halinde bir duruma getirmektedir. Egemen sınıfları toplumda yerleştirmeye çalıştığı bireycilik ve bencillik insanı kendi doğasından uzaklaştırarak kendine yabancılaşmasına, diğer insanları bir araç olarak görmesine sebep olur. Bu bencillik ve bireycilik beraberinde kişisel hırsları ön plana çıkararak sevgi ve kardeşlik gibi toplumu bir arada tutacak, insanları yan yana getirebilecek duyguları zayıflatır ve gitgide sistemin devamlılığını sağlayacak unsurları taşıyan bir insan profilinin oluşumuna hizmet eder.

“Tamam da güzelim bu senin problemin” yazısında, yazar modern dünyadaki özgür insanların konuşarak anlaşamadıklarına değinir. “Bu senin problemin” denilerek aslında doğruyu yanlışı sen ayırt et, ne yaparsan yap manasına getirilmesinden yakınır. İki dünya bir araya geldiğinde yaşanan çatışma halinin konuşularak çözülmediğinden bahseder.

İnsanlar artık birlikteyken bile yalnızlaşırlar. Çünkü bireyselleşmenin getirdiği rahatlıkla kimse kimsenin derdine tam manada duyarlı olmaz. Bu da taraflar arasında anlaşamama, iletişim kopukluğuna neden olur.

“Kendin için bir şey yap!” yazısında, “Kendin için bir şey yap!” cümlesinin aslında “Bugün Allah için ne yaptın?” sözünün yerine geçmesiyle bireyin kendini “ötekiler”in arasından sıyırmak istemesiyle “modern bir soru” anlamını taşır. “Bu soru, yaptığı her işi “Ameller niyetlere göredir” ilkesiyle belirlemiş olan geleneksel dünyanın referanslarından kopuşu ifade eden, söze dökülmüş bir milad. Çünkü modern-öncesi dünyada yaptığı her işi Allah rızası için yapmamış olmak günahtır. Halbuki “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu, gün boyu Allah için bir şey yapmamış olmayı normalleştirmekte ve Allah için hiç olmazsa bir şey yapmış kişinin, kendisini dindar hissetmesini temin etmeye talip olmaktadır.” (O.V, 2015, s. 32)

Burada, erdemden kopuş, bireysellik, bencillik söz konusudur

“Allah’a Emânet Olun/ Kendine İyi Bak ” yazısında, modern hayatta artık “kendine iyi bak” sözünün kullanılmasının yanlışlığı üzerinde durur.

“Tanrı sadece âşık kullarına değil, bütün kullarına iyi bakıyordu. Ve kullar birbirlerini Allah’a emânet ettikçe, kullarına duasına icabet edeceğini vaad ediyordu. Ne ki artık kullar bir emânet olarak taşıdıkları bedenlerinin emânet olduğunu unutmuşlar, kendi bedenlerini, iyi bakıldıkça paslanmayacak makineler gibi algılar olmuşlardır.” (O.V, 2015, s. 34-35)

Bunların hepsi modern yaşamın Tanrı’yı hayattan çıkarmasına örnektir.

“Aile İçi Bireyciliğin En İyi Göstergesi, Eve Getirilen İkinci Üçüncü Televizyonlar…” yazısındaki söyleşide Ayşe Böhürler’in şu sorusuna cevap verir.

“Nedir modern değerler dediğimiz şeyler? Bireycilik meselâ, Bireycilik yumuşatılmış olarak insanın kendisi olması, kendini gerçekleştirmesi olarak yorumlanıyor. Aslında değil. Fakat diyelim ki; bireyciliğin bu yumuşatılmış şeklini kabul ettik. Egoizmi besleyen yanını görmezden geldik. Tarihin hiçbir döneminde, insanın kendisi olması yolunda bu kadar çok konuşulup, sonra da kendisi olmasını engelleyen şeyler, günümüzdeki kadar yoğun olmamıştır herhalde diye düşünüyorum.”(S.S, 2012, s. 16)