• Sonuç bulunamadı

Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde Modern Kadın Kimliğinin Oluşumu

1.2. Modernite, Modernleşme, Modernizm

1.2.9. Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde Modern Kadın Kimliğinin Oluşumu

Tanzimat döneminde Osmanlı basınında kadın yazarlar kendilerini göstermeye başlarlar. Terakki (1868) gibi gazetelerin editörlerine mektup tarzında yazılar yazarlar. 1869 yılında Terakki gazetesi, kadınlar için Terakki-i Muhadarat isminde bir ek çıkarmaya başlar. Bu kadınların çoğu yazılarını imzasız ya da takma isimle yayınlar. Bulundukları durumdan şikâyet ederek, Avrupa kadınlarına kıyasla Osmanlı kadınlarının aşağı statüde bulunmasını eleştirirler. Dönemin gazetelerinde ve kadın dergilerinde, Osmanlı kadınlarının Batı’daki kadın hareketi hakkında bilgi sahibi olduğu da görülür. Fransa’da ve İngiltere’de erkek yazarlar, kadınların politikleşmesi konusunda alaycı bir tonla yazılar kaleme alırken, Osmanlı kadınları, yavaş ilerlemeden ve reformdan yana, Müslüman ahlaklarına gölge düşürmeyecek bir tutumu benimserler. Batı’da anti-feminist erkek kamuoyuna hâkim olan cinsler arasında rollerin tersine çevrilmesine ilişkin alaycı karikatürleştirme tavrı, feminizme ilk tepkileri oluşturur.

Osmanlı feministleri, mütevazı ve militan olmayan bir feminizmden yana tavır alırlar. Kadınların eğitimlerinin iyileştirilmesini ve Osmanlı kadınlarının erkeklerle eşit haklara kavuşacak şekilde sosyal statülerinin yükseltilmesini savunurlar.

Modernleşme projelerinde kadınların bedenleri, istenilen modernliği ve gelenekselliği birarada gerçekleştirmek üzere temel nesneler olarak seçilir ve milli kimliğin ahlâki sembolleri de bu bedenler üzerinde işaretlenir.

Modernist erkek ve kadınların toplumsal kimliklerinde bir benzersizlik vardır, o da sınıf kökenlerindeki farklılıktır. 19. ve 20. yüzyıl başlarında Osmanlı’da genç erkekler ve kadınlar için mevcut olan eğitim olanakları düşünüldüğünde, toplumun varlıklı olmayan kesimlerinden gelen genç erkekler imparatorluğun çeşitli yerlerinde görev alarak Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler diye anılan kadrolara dahil olabiliyorken kadınlar ise ancak İstanbul’daki yarı-aristokrat konak ailelerinde büyürlerse modernist bir eğitim alabilir ve “modernist kadınlar” diye anılan kadınların arasında sayılabilmektedir. Bu kadınlar genellikle Paşa babaları tarafından belirlenen bir program çerçevesinde, Batı dilleri, Farsça ve Arapça gibi Doğu dilleri ve edebiyatları, felsefe ve bazı müzik becerileri alanında eve gelen öğretmenler tarafından verilen konak eğitimini alırlar.

Tanzimat döneminde (1839-76) açılan misyoner okulları ve bu okullardan mezun olan Halide Edip gibi birkaç Müslüman kız öğrenci ve öncü kadın edebiyatçı sayılmazsa, okul eğitimi yüksek sınıf bürokratların kızları için 1908 Meşrutiyet Devrimi’nden önce henüz yaygın değildir.

19.yüzyılda modernist seçkin kadınlardan söz ederken İstanbul kadınlarından söz edilir. Osmanlı başkentinin entelektüel ve politik etkinliklerin yoğunluğu, üst sınıf Osmanlı kadınlarının yaşamı üzerinde çok önemli etkiler yapar. Eğitim olanağına kavuşmuş olan kadınlar Batı dillerinde eğitim görürler ve Osmanlı başkentindeki yabancı basına, yurtdışından gelen gazetelere, dergilere, süreli yayınlara, kitaplara ulaşabilirler. (Durakpaşa, 2014, s. 131)

Cumhuriyet kültürü, Osmanlı geçmişini geri kalmış ve kaderci olarak niteleyerek, imparatorluğun geri kalmışlığını simgeleyen İstanbul’a ilişkin şarkiyatçı imgeleri dengelemek için Ankara’nın modern bir kent olarak imar edilmesini sunar. Cumhuriyet döneminde çıkan haftalık dergilerden biri olan Yedigün’ün bir kapak

resmi özellikle dikkat çeker. (Avrupa dergilerinden kolajlanan) modern, Batılı görünüşlü kadınların görüntüleri, fondaki eski İstanbul görüntülerinin üzerine oturtulur. İzleyiciye bakan yeni kadın sağlıklı ve genç; arkasındaki şehir ise yaşlı ve eskidir. Bu iki imge arasındaki mekânsal ya da mimari bağ –geleneksel Osmanlı mimarisinde görülenlere benzeyen açık bir pencere ya da demir bir parmaklık- bir bağlantı olarak da bir ayrılık olarak da yahut bunların her ikisi olarak da yorumlanacak bir anlamlandırma katmanı daha getirir. (Bozdoğan, 2015, s. 95) Milliyetçi Türk Yurdu dergisinde 1930’da yayımlanan, “Eski Hükümet Şekli ile Cumhuriyet Arasındaki Fark” gibi ismiyle bir köşe yazısında, “eskiye karşı yeni” kurgusunun siyaset, kadınlar ve mimariden geçen bir çağrışımlar zinciri içindeki işleyişi örneklenir. Yazı siyasi sistemin hanedana dayalı imparatorluktan cumhuriyete kayması ile ilgili olduğu halde, yazının bulunduğu birbirine bakan iki sayfadaki iki çift resimde, bu kaymanın metinde hiç değinilmeyen iki önemli simgesi gösterilmektedir. Bir çiftte, kale çevresindeki eski Ankara’nın harap ahşap binalarının yanında o sıralarda inşaat halinde olan yeni Atatürk Bulvarı’nın resmi vardır. Diğerinde ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun çarşaflı bir kadını, Cumhuriyetin, hasr bir şapka, pilili etek ve yüksek topuklu ayakkabılar giymiş “hür” kadını ile karşı karşıya konar. 1930’lar boyunca modern mimari, modern Ankara ve modern kadınlar Cumhuriyet bilincinde birbirine bağlı bir şekilde, üçü de güzellik, gençlik, sağlık ve ilerleme nitelikleriyle –Kemalist inkılabın özellikle idealize ettiği ve sürekli eskiyle karşılaştırılan niteliklerle- birlikte anılır.

Türkiye’de 1990’larda kadın incelemeleri alanında yeni araştırma imkânları doğar; 1980’li yıllarda, bu alan, sadece, tartışma grupları, yayınlar ve Batı kaynaklarından çeviriler yoluyla kadın konusunu popülerleştiren birkaç feminist grubun gündemindedir. Örneğin, Kadın Çevresi bir yayın kuruluşu olarak kurulur ve entelektüel kadınlar için bir ‘kültürel kulüp’ işlevi görür. Üniversitelere bağlı olarak, önce İstanbul ve Ankara’da daha sonra taşra üniversitelerinde Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezlerinin açılması, İstanbul’da kadınlarla ilgili ve kadınlar tarafından yaratılmış belge ve yapıtları toplayan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’nin kurulması, kadın araştırmalarının yaygınlaşmasını sağlar. (Durakpaşa, 2014, s. 13)

Kadınların yazdığı günlükler ve anılar son zamanlarda popülerlik kazandı. Otobiyografik roman türü, Duygu Asena ve Füsun Erbulak gibi, modern Türkiye’de kadınlar üzerindeki toplumsal ve cinsel baskılara karşı seslerini duyurmak, kendilerini ifade etmek isteyen kadınlar için önemli bir anlatım aracı haline gelir. Kamusal tartışmalarda “cinsellik” alanı, kadın dergilerinde, aile dergilerinde, kadın filmlerinde ve kadın romancı ve öykücülerin eserlerinde işlenen bir konu haline gelir. Kadınlar, kadınlığın yeni bir değerlendirmesini yapmanın yolunu ararlar, cinselliklerini kısıtlayan, ahlak anlayışlarını, hayatlarının akışını belirleme özgürlüğünü yok eden ahlak düzenine karşı öfkelerini dile getirirler. Türkiye’de popüler bir feminizmin sözcülüğünü üstlenen Duygu Asena’nın yarı-otobiyografik kitabı Kadının Adı Yok (1987) müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklanır ve dava konusu olur. Daha sonra aynı adlı filme de konu olan kitapta, yazar, kentli bir kadının kimlik ve bağımsız bir hayat tarzı arayışını anlatır.

1980’lerden itibaren, kadınlar, arkadaşları, akrabaları, meslektaşları ve sevgilileri olan ‘modern’ erkeklerle kadın bireyler olarak ilişkilerinde ezildiklerini gösteren konuları ortaya atarlar. Solcu, modernist kurumlarda ve politik gruplarda ve bunun gibi çeşitli toplumsal ortamlarda maruz kaldıkları ayrımcılığı mesele etmeye başlarlar. Türkiye’de 1980 darbesinden sonra kendini gösteren feministler, eski ‘devlet feminizmi’nin üzerinde dururlar ve ancak kadınların sorgulama yapmalarıyla gelişebilecek gerçek bir feminist bilinç açısından, sınırlamaları eleştirirler. Bu grupların çoğu, kadınların bağımsız bir hareket yürütmesi için çağrıda bulunurlar ve kadınların kendi taleplerini öne sürebilmeleri için böyle bir mücadelenin önemini vurgularlar. Bu dönemde ‘bireyin özgürleşimi’ üzerine yeni bir söylem gelişir ve yeni feminist söylem de, kadın olarak bireysel potansiyeli geliştirmenin önemli olduğu fikrine dayanır. Yazar, sinema yıldızı, gazeteci, vb. ‘özgürleşmiş’ birkaç kadının öne çıkan bireyselci yaşam tarzları bir model haline gelir.

Türkiye’de 1980 sonrası feminist hareket içinde şu tez öne sürülür: Kadın konularının, ister Türk milliyetçiliği, ister modernist İslam olsun, her zaman, daha geniş –ve erkeklerin egemen olduğu- bir modernleşme ve Batılılaşma çerçevesi içinde ele alınması, feminizmin, kendi başına, ayrı bir söz alanı oluşturamamasına; Türkiye’de, 1980’li yıllara, yani politik ortamın insanları daha bireyselci bir kendini

inceleme ve sorgulama sürecine zorladığı bir döneme kadar kendini gösterememesine neden olur. (Durakpaşa, 2014, s. 18)

Tek parti döneminde, devlet, eğitim, giyim-kuşam ve medeni hukuk alanındaki modernleşme reformları aracılığıyla kadınlara sosyal ve politik haklar kazandırıp onların toplumdaki statülerini önemli ölçüde değiştiren hukuki düzenlemeler yaparken kadınlara kendi taleplerini ifade edecek pek fazla alan bırakmamıştır. Cumhuriyetin kendilerine verdiği yeni statünün avantaj ve ayrıcalıklarından yararlanan, eğitim açısından elit konumdaki bu kadınlar kuşağı için, “Kemalizm”, “feminizm” işlevi görmüştür. Kadınlar ile devlet arasında özel bir ilişki oluşmuştur. Kemalizmin Türk kadınını gelenekten “kurtarma” iddiasıyla çelişen bir biçimde, idealize edilen Türk kadını imajı hâlâ dünyası ev üzerinde odaklanan tahsilli eş, anne ve hayat arkadaşı imajıdır. Kadınların kamu hayatında, kamusal alanda ve çeşitli mesleklerde görünmeye başladıkları ve bunun da büyük bir ödünç vesilesi haline getirildiği sıralarda, önde gelen birçok cumhuriyet aydını, bir kadının hayatının merkezinin evin dışında, işyerinde olması fikrini küçümserler.

Türk milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapanlar, çalışkan, sağlıklı ve zinde Türk erkek ve kadınlarının eşit olarak kurduğu bir toplum idealinin peşindeydi. Cumhuriyet döneminde büyük meydanlara dikilen heykellerde de sağlıklı zinde erkeklerin yanında sağlıklı, zinde kadınlar yer alır, ayrıca hem genç erkek, hem de genç kadın meşaleler taşır.

Feminizm, kadınların toplumsal rollerde hareketliliğini savunur. Kadınların modern hayatın bütün alanlarına erkeklerle eşit olarak katılabilmelerini savunduğu ve modern dünyanın “özgür” bireyleri olmalarını engelleyen sosyal kısıtlamalara, geleneğin zincirlerine karşı mücadele ettiği için, modernist bir harekettir. Feminizm, bireysel bağımsızlık, özgürlük ve kendini keşfetme ruhu için toplumda genel kabul gören kadın statüsünün güvencelerini bir yana bırakma anlamına gelir.

Günümüzde Ortadoğu toplumları Batılılaşmanın etkisi altındadır. 20. Yüzyılın başlarında, bölgedeki ilk modern ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, nüfusunun çoğunluğunun Müslümanların oluşturduğu laik modernist bir devlet olarak ortaya çıkar. Kemalist Cumhuriyetçiler İslam’la radikal bir kopuş gerçekleştirerek 1926 yılında laik medeni hukuku yürürlüğe sokarlar. Medeni Kanun, kadınların

toplumdaki konumunu doğrudan etkileyen hukuki değişikliktir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki modernleşme girişimlerinde, kadınlar ve toplumda kadınların konumu, modernist elitlerin önerdiği modernleşme modellerinde temel önem taşıyan konulardır.

Türkiye’de Kemalist Cumhuriyet ideolojisi, modernist reformlarına bir ‘cinsiyetsizleştirme’ (regendering) projesini de katmıştır. Kemalistlerin getirdiği yeni erkeklik ve kadınlık tarzlarıyla, geleneksel cinsiyet nosyonlarından bazıları “geri” sayılarak kötülenir, bazıları ise yeni bir bağlamda değerli kılınır, yüceltilir. En önemlisi, yeni kadınlar, medeni bir millet olarak yeni Türk milletinin simgeleri haline gelirler.

Bölüm Değerlendirmesi

Aydınlanma 18. yüzyılda batıda ortaya çıkan bir kavramdır. İnsanın geleneksel görüşlerden, inanç ve önyargılardan akıl yönüyle kurtulması, aydınlanmaya yüklenen anlamdır. İdari, ekonomik, kültürel alanlardaki değişimler modernleşmeyi ortaya çıkarır. Modernleşme, özgürleşme olarak ifade edilir. Modern yaşamın ortaya çıkardığı yalnızlık, bunalım ve tüketim kültürünün yaygınlaşmasıyla insan, daha çok yalnızlığa itilir. Modernite, tarihi “eski ve yeni”; toplumu, “geleneksel ve modern”, düşünme tarzını, “rasyonel ve irrasyonel”, insanı “zihin ve beden”, “kalp ve akıl” diyerek ikiye böler. “Yeni” bir dünyada, kapitalist bir ilerleme ve fethetme ülküsüyle “ulus” adı altında yeni bir düzen kurar, bu düzene hizmet etmeyecek olan “kültürel, etnik, dinsel” olanı ötekileştirir. Kısacası, modernite ilerleme vaadini tutmak için insanı kendine yabancılaştırır. Modernite birçok bakımdan, kendini törpüleyemediği için toplumsal travmaların önüne geçemez.

Modernleşme genel hatlarıyla Batılı ülkelere benzeme çabasıdır. Bu süreçte rol model olarak kabul edilen ülkelerdeki kültürel yapıya benzer bir yapı yaratma çabasına giren toplumlar taklitçilikten öteye gidemezler. Toplumsal çatışmanın, kültürel karmaşanın ve arada kalmışlığın sebebi budur.

Modernizmin çarkına giren her toplum, geleneksel olanın gücünün modern olanla çakışacağı gerçeğini atlamaktadır. Hâlbuki geleneksel motifler, modern unsurlarla karşılaşınca çatışma yaşanmakta ve toplum bir karmaşanın ortasında bunalıma sürüklenmektedir. Artık ne geleneğe ne de moderne ait olabilen toplumun yalnız

bireyi arada kalmışlığın girdabında savrulurken çöküş, onun için kaçınılmaz bir hızla gelmektedir.

Modernizm, tüm dünyada hüküm süren bir oluşumdur. Toplumların hayatlarında iç çözülmelere neden olur. Toplumsal değişimde bir yandan teknik yeniliklerin artması bir taraftan da özün korunamaması durumunu ortaya çıkarır. Sonucunda da özgürleşme, ilerleme vaatlerinden hiçbirini gerçekleştiremeyen modernizm insanı maddenin, aklın çıkmazlarına sürükleyerek sarsılır ve yerini postmodernizme bırakır. Türk toplumunda modernleşmeyle birlikte siyasi, hukuki, askeri, ekonomik, eğitim gibi alanlarda değişim meydana gelir. Modernleşmeye ilk adım, Osmanlı döneminde atılır. Batılılaşma süreci tümüyle başarılı olmaz. Çağdaşlaşma ile toplumun refaha ulaşacağını düşünenler Batılılaşmanın getirmesi gereken mutluluğu göremezler.

Tanzimat’tan beri çeşitli kurumlar Batı’ya göre düzenlenir. Doğu, bütün kültür mirasıyla birlikte arka planda kalır. Gökalp’ten beri Batılılaşma, modernleşmeyle eş anlamda kullanılır. Bugün ise tüm üçüncü dünya ülkelerinde modernleşme, Batılaşma ile eş değer görülür. Hızlı sanayileşme ve teknolojik değişme süreci sonucunda modernleşme, bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü haline gelir. Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi sınırlı bir modernleşmedir.

2.BÖLÜM: FATMA BARBAROSOĞLU’NUN HAYATI, SANAT ANLAYIŞI