• Sonuç bulunamadı

FATMA BARBAROSOĞLU’NUN ESERLERLERİNDE GELENEK VE MODERNİZM

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "FATMA BARBAROSOĞLU’NUN ESERLERLERİNDE GELENEK VE MODERNİZM"

Copied!
136
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

FATMA BARBAROSOĞLU’NUN ESERLERLERİNDE

GELENEK VE MODERNİZM

ZERRİN KÜÇÜKCİVRİZ

DANIŞMAN: DR. ÖĞR. ÜYESİ TUBA DALAR

(2)
(3)
(4)

ÖZET

Yüksek Lisans Tezi

FATMA BARBAROSOĞLU’NUN ESERLERİNDE GELENEK VE MODERNİZM

Zerrin KÜÇÜKCİVRİZ Kastamonu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Danışman: Dr. Öğretim Üyesi Tuba Dalar

1962 yılında Afyon’da doğan Barbarosoğlu, lisansını felsefe, yüksek lisansını tasavvuf eğitimi, doktorasını ise sosyoloji alanıyla tamamlar. Öğrenim hayatındaki çeşitlilikten dolayı, çok farklı türlerde eserler kaleme alır. Yazarı besleyen başlıca kaynaklar, gelenek, sosyoloji, felsefe, edebiyat, tasavvuf, kültürel değerler ve aile değerleridir.

Çalışmamızın birinci bölümünde gelenek ve modernizm kavramlarının kuramsal çerçevesi, dünyada ve ülkemizde modernleşmenin nasıl gerçekleştiği konusuna değinilmiştir.

İkinci bölümde, Fatma Barbarosoğlu’nun hayatı, sanat anlayışı ve eserleri hakkında bilgiler sunulmuştur.

Üçüncü bölümümüzde ise Fatma Barbarosoğlu’nun hikâyeleri, romanları, denemeleri, incelemeleri, makale ve söyleşileri üzerinden yola çıkılarak eserlerinde gelenek ve modernizm unsurları incelenmiştir. Modern öncesi ilim anlayışına bağlı olan Barbarosoğlu eserlerinde gelenek unsurlarından hadis, atasözü ayetlerden yararlanarak, modernizmin getirmiş olduğu yalnızlık, yabancılaşmayı eserlerinde gösterir.

Anahtar Kelimeler: Fatma Barbarosoğlu, Gelenek, Tasavvuf, Modernizm, Yabancılaşma

(5)

ABSTRACT

MSc.

MODERNISM AND TRADITION IN FATMA BARBAROSOĞLU’S WORKS OF ART

Zerrin Küçükcivriz Kastamonu Universty Institute for Social Science

Department of Turkish Language and Literature Supervisor : Dr. Teaching Member Tuba Dalar

Born in Afyon in 1962, Barbarosoğlu completed her higher education on philosophy, she did her master degree in sufism, doctorated in sociology. She wrote up quite different works from her education. The sources feeding the author are tradition, sociology, philosophy, literature, sufism, cultural values and institution of family. In the first part of this study, it is stated that what the tradition and modernism are and how the modernism comes true in our country and in the world.

As for the second part of this study, it is given some information about life of Fatma Barbarosoğlu, her sense of art and her works of art.

In the third part of the study, tradition and the components of modernism are analyzed on the basis of her works of art, the author’s stories, novels, essays, reviews, article, and interviews, the modernism and the tradition of her works. Barbarosoglu, who is tied to the modern pre-scientific understanding, shows the loneliness and alienation brought by modernism in his works by making use of the verses of hadith and proverb from the traditions of tradition.

Keywords: Fatma Barbarosoğlu, Tradition, Sufism, Modernism, Alienation

(6)

ÖNSÖZ

Gelenek, geçmişten günümüze miras bırakılan, kalıp davranışlar halindeki köklü alışkanlıklardır. Gelenek üzerinde daha çok on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda çalışmalar yapılır. Toplumla birlikte varlığını sürdüren bir kavram olan gelenek, toplumun ihtiyaçlarına karşılık vermez hale geldiğinde unutulup yok olur. Geleneğin sürekli dillendirilmesi modern çağın ona karşı tavrından kaynaklanmaktadır. Moda olan sürekli değişirken ve devamlılık esas değilken gelenekte bu durum tam tersidir ve kuşaktan kuşağa aktarılması sürekliliği getirir. Gelenekselden kopuşu ifade eden modern kavramı, Rönesans ve Aydınlanma ile aklı ön plana çıkarıp, akıl tutulmasının önüne geçer. Aklın ön plana geçmesi ise bilimin ön plana çıkması demektir. Modern zamanlarda insanlığın yücelik algılamalarının zirvesine Tanrı değil, rasyonel düşünce yerleşir.

Fatma Barbarosoğlu, aldığı farklı eğitimlere rağmen, kendini edebiyat alanında geliştirmiş bir yazardır. Öncelikle hikâyeci olarak tanınsa da diğer türlerde kaleme aldığı eserlerinde de aynı başarıyı yakalar. Eserlerinde gelenekten yanadır fakat modern karşıtı değildir. O, modern olanın sorgulanması ve süzgeçten geçirilmesi kanaatindedir. Bu sorgulama sonucunda kültürel kimliğimize uygun olan değerleri almaktan yanadır. Gerek hikâye ve romanlarında olsun gerek başka türdeki eserlerinde olsun genel olarak üzerinde durduğu husus, gelenek ve modernizm çatışmasıdır. Bu çalışmamızda yazarın gelenek ve modernizm bağlamında hangi konuları eserlerinde işlediğine değindik.

Çalışmalarım sırasında bana her türlü desteği ve yardımı sağlamış olan Dr. Öğr. Üyesi Tuba Dalar hocama ve aileme sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Zerrin KÜÇÜKCİVRİZ Kastamonu, Eylül, 2018

(7)

İÇİNDEKİLER ÖZET ... iv ABSTRACT ... v ÖNSÖZ ... vi İÇİNDEKİLER ... vii KISALTMALAR ... ix GİRİŞ ... 1 1. BÖLÜM: GELENEK VE MODENİZM ... 3 1. 1. Gelenek Nedir ? ... 3 1. 1. 1. Gelenek-Toplum ... 5 1. 1. 2. Gelenek-Kural ... 7 1. 1. 3. Gelenek-Din ... 8 1. 1. 4. Gelenek-Yenilik ... 10 1. 1. 5. Gelenek-Edebiyat ... 11 Bölüm Değerlendirmesi ... 13

1. 2. Modernite, Modernleşme, Modernizm ... 15

1. 2. 1. Modernizm-Rasyonalizm ... 19 Modern-Rasyonalite İlişkisi 21 1. 2. 2. Modernizim-Din ... 20

1. 2. 3. Modernizm-Öteki ... 24

1. 2. 4. Modernizm-Sanat ... 25

1. 2. 5. Modernizm-Kapitalizm ... 26

1. 2. 6. “Moda” Kavramının Modernizmdeki Yeri ve Önemi ... 28

1. 2. 7. Geleneksel ve Modern Toplumların Özellikleri ... 29

1. 2. 8. Osmanlı ve Türk Modernleşmesi ... 30

1. 2. 9. Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde Modern Kadın Kimliğinin Oluşumu ... 34

Bölüm Değerlendirmesi ... 39

2. BÖLÜM: FATMA BARBAROSOĞLU’NUN HAYATI, SANAT ANLAYIŞI, ESERLERİ ... 41

2. 1. Fatma Barbarosoğlu’nun Hayatı ... 41

2. 2. Sanat Anlayışı ... 43

2. 3. Eserleri ... 52

3. BÖLÜM: FATMA BARBAROSOĞLUNUN ESERLERİNDE GELENEK VE MODERNİZM ... 54

3.1. Eserlerdeki Gelenek ve Modernizm Unsurları ... 54

3. 2. 1. Deyimler, Atasözleri ve Masallar ... 54

3. 2. 2. Tasavvuf ... 55

3. 2. 3. Yalnızlık, Yabancılaşma, Ötekileşme ... 56

3. 2. 4. Sorgulama ... 69

3. 2. 5. Yaşlılık ... 70

3. 2. 6. Geleneksel/Modern Kadın ... 72

3. 2. 6. 1. Pedagoji ve kadın ... 76

3. 2. 6. 2. Kadının eğitimi ve feminizm ... 79

(8)

3. 2. 6. 4. Başörtüsü sorunu ... 82 3. 2. 7. Statü Farkı ... 83 3. 2. 8. Kültür Çatışması ... 83 3. 2. 9. Eşya ve İnsan ... 86 3. 2. 10. Ahlaki Yozlaşma ... 87 3. 2. 11. Tüketim Kültürü ve Kapitalizm ... 87 3. 2. 12. Bireycilik ... 91 3. 2. 13. Medya/Sosyal Medya ... 93 3. 2. 14. Nedenleri ve Sonuçlarıyla Göç ... 100

3. 2. 15. Unutulmaya Yüz Tutan El Sanatları ... 104

3. 2. 16. Geleneksel/Modern Mimari ... 106 3. 2. 17. Harf İnkılâbı ... 107 3. 2. 18. İmaj ve Moda ... 119 SONUÇ ... 115 KAYNAKÇA ... 119 ÖZGEÇMİŞ ... 127

(9)

KISALTMALAR

A.D : Acı Deniz

F.A.U.Ü: Fatma Aliye: Uzak Ülke

G.A : Gün Akşamsızdır

H. : Hiçbiryer

İ.K.R : İki Kişilik Rüyalar

M. : Medyasenfoni

M.Z : Moda ve Zihniyet

M.O.B : Mutluluk Onay Belgesi

O.V : Okuyucu Velinimetimizdir

R. : Ramazanname

R.A : Rüzgar Avı

S.H : Senin Hikayen

S.O.D : Son On Beş Dakika

S.S.R : Sözün ve Sükutun Renkleri Ş.M : Şov ve Mahrem

(10)

GİRİŞ

Gelenek, toplumda en ağır değişen sosyal mirastır. Sosyolojik anlamda geleneksel toplum, endüstriyel ve kentleşmiş modern topluma karşı kullanılır. Dini anlamda ise gelenek, medeniyeti vahye bağlayan zincir olarak yorumlanır. 19. yy. de Avrupa’ da aydınlanma ile gelen modern düşünce, geleneksel düşünce ile çatışma yaşar. Böylece geleneksel düşünce zayıflamaya başlar. Toplumlar hızla değişmeye başlayınca, modernizmin, din ve geleneğin yaşamasına izin verip vermeyeceği konusu sosyoloji disiplininin en popüler söylemlerine konu olur. Gelenek ve modernizm üzerine yapılan tartışmalar eskilerin benzeri olmasına rağmen bu tartışma hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Modernizm ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren geleneğe karşı savaş açar. Böylece, başta dini yaşam olmak üzere gelenekler yeni hayata uyum sağlayacak şekilde evrilmeye başlar. Modernleşmenin beraberinde getirdiği bir diğer kavram da ‘sekülerleşme’dir. Sekülerleşme, dinin öneminin azaldığı süreci niteler. Sekülerleşme modernleşmenin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkar. Modernizm, özellik olarak dini alanın parçalanmasıyla birlikte, hümanizm, sekülerizm, demokrasi üçlüsü üzerinde şekillenir. Yeni dünya görüşüne göre egemenlik Tanrı’nın değil insanındır. Modernite, Tanrı’ya başkaldırma, ahiretten yeryüzüne, vahiyden akla doğru yöneliştir.

18. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin çağdaş Batı’ya yöneliminin olduğu yıllardır. Batı’nın merkeze alındığı “yeniden yapılanma”, “muasırlaşma”, “terakki” ifadeleriyle bize yansıtılan modernleşme hareketi, 18. yüzyılın sonlarından itibaren başlayarak günümüze kadar Osmanlı/Türk toplumunun soyut ve somut bütün etkinliklerini belirleyen ana süreç olarak karşımıza çıkar. (Akgül, 1999, s. 55) Osmanlılar, Batı bilimi ve teknolojisi ile temaslarından sonra kendi bilim ve geleneklerini terk etmeye başlarlar. Zamanla din ve geleneklerin yerini akıl ve bilim almaya başlar. Radikalleşme sonucu olarak, eski olan her şey kötü, yeni olan ise iyi olarak algılanır. Bu düşünceye de ‘avangardizm’ denir.

(11)

Osmanlı/Türkiye modernleşmesinde, modernleşme Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra, yönetici tarafından topluma dikte ettirilen bir hareket olur. Cumhuriyet döneminde de bu durum aynı olmuş, muasır medeniyet seviyesine çıkma düşüncesi benimsenmiştir. Temel hedef, toplumsal hayatı Batılı modele dönüştürmektir. Daha çok gelenek karşıtı bir ideoloji olarak kalan bu modernleşmeyle, geleneksel ahlak, geleneksel kavramlar, geleneksel değerler yok sayılır. (Şasa, 2011, s. 138)

Hikâyeci kimliği ile tanınan Barbarosoğlu, pek çok türde eserler verir. Ândan etkilenen yazarın eserlerinde, âna dair her şey yer alır. Görmek ve görünmek üzere yazılan eserlerde, gerçek hayattan izler bulunmaktadır. Yazar, düşünsel birikimini ve bu bağlamda beslendiği kaynakları eserlerinde işler. Atasözleri, deyimler, halk inanışları ve yaşayışları eserlerinde yer bulur.

Yazar eserlerinde geleneksel insan ile modern insan sentezlemesini yapar:

“Geleneksel unsurları dil, inanç, değer formlarında kişi-zaman-mekân bağlamına yerleştirir. Fatma Barbarosoğlu öykülerinin çoğunda “şimdi”yi esas almasına rağmen, “şimdi”yi anlamlı kılan kültürel değerleri, ilintileri hiç ihmal etmediği, onları öyküsüne kimi zaman bir sözcük, bir nesne, kimi zaman da bir durum vasıtasıyla bilinçli olarak dâhil ettiği ve modern tarzla öykülediği için, geleneğin dolaylı ama her halükarda etkili taşıyıcısı…” (Lekesiz, 2003, s. 57)

durumundadır.

Modern öncesi ilim anlayışına bağlı olduğunu söyleyen Barbarosoğlu, modern sonrasını, insanın duygularını köreltmesi bakımından eleştirir. Anlatılarında geleneğe ait olan, ayetlerden, hadislerden, kıssalardan yararlanır. Yazar, eserlerinde modernizmin ve teknolojinin neden olduğu yıkımı, bireysel ve toplumsal ölçekte ele alır. Bu yıkımın sonuçları olarak okuyabileceğimiz iletişim zayıflığı, yalnızlaşma ve bunalım eserlerin ortak teması olarak belirir.

Bu çalışmada, modern ve geleneksel kavramlar ile bu kavramlarla ilişkili olan konu başlıkları irdelenmiş, Fatma Barbarosoğlu’nun anlatı dünyasındaki ortak temalar, gelenek ve modernizm bağlamında ele alınmıştır.

(12)

1. BÖLÜM: GELENEK ve MODERNİZM

1.1. Gelenek Nedir?

Gelenek sözcüğünün Latince karşılığı olan “tradition” dağıtmak, zaman içinde elden ele geçirmek anlamlarına gelen “tradere” sözcüğünden gelmektedir. (Nisbet, 1998, s.300) Gelenek; “belirli davranışsal norm ve değerleri benimseyip aşılayan, gerçek ya da hayali bir geçmişle süreklilik gösteren ve genellikle yaygın biçimde benimsenen ritüeller ya da başka sembolik davranış biçimleriyle ilişkili toplumsal pratikler kümesi” (Marshall, 1999, s. 258-259) olarak adlandırılmaktadır. Gelenek toplumda kurumların ve değerlerin en ağır değişen, eski toplumları yenilerine bağlamaya yarayan sosyal miras olarak tanımlanır. (Ülken, 1969, s. 115) Genel anlamda geleneğin kullanım alanına baktığımızda töre, adet, görenek kavramlarıyla birlikte karşımıza çıksa da daha çok “anane” kavramının karşılığı ve sosyolojik bir kavram olarak tartışılır ve tanımlanır. Kullanımı çeşitlilik gösterdiğinden tek bir tanımla açıklamak mümkün değildir.

Geleneği çokça irdeleyen ve geleneksel unsurlar üzerinde birçok eser kaleme alan Ayvazoğlu, geleneğin Türkiye’de yanlış anlaşıldığını söyler. Ayvazoğlu’na göre, “En sağlam müesseseler, köklü geleneklere sahip olanlardır ve gelenek, sağlıklı yeniliğin ve değişmenin ilk şartıdır. Hâlbuki bizde yenilik, eski sıfatını taşıyan ne varsa, hepsini hayatımızdan uzaklaştırmak diye anlaşılmıştır. (Ayvazoğlu, 1996: 55)

Sosyolojide gelenek, bir kuşaktan diğerine aktarılan bir beşeri uygulama, inanç, kurum ya da zanaat için kullanılmaktadır. Geleneklerin içerdiği şeyler oldukça farklı olmakla beraber, tipik olarak toplumsal bir grubun ortak mirasının parçası olarak görülen bazı kültür unsurlarına işaret etmektedir. Bu anlamda gelenek, sık sık toplumsal kararlılığın ve meşruiyetin kaynağı olarak görülür, fakat mevcut değişime temel sağlayabilmek için de yine geleneğe başvurulur.(Karadeniz, 2007, s.35)

Gelenek, geçmişten günümüze miras bırakılan, kalıp davranışlar halindeki köklü alışkanlıklardır. Gelenek; binaları, abideleri, bahçeleri, heykelleri, resimleri,

(13)

kitapları, alet ve makineleri içine alır. Gelenek, belirli bir zamanda toplumun sahip olduğu her şeyi içerir. Geleneğin gelenek olarak anılması için en az üç kuşak sürmesi gerektiği bilinir. Tarih içerisinde çok az millet geleneksel kültürlerini sürdürebilme şansına sahiptir. Sümerler, Lidyalılar, Roma, Bizans gibi pek çok millet yeryüzünden silinip gitmişlerdir. Günümüzde ne dilleri, ne ırkları ne de ürettikleri gelenekleri artık yaşamaz. Türk milleti ise, dilleri, gelenekleri, kültürleri, dinleri ile çeşitli zenginleşmelerle devamlılığını sürdürmektedir. Türkler, kültür birikimlerini ve geleneklerini sonraki nesillere sağlıklı biçimde aktarmayı başaran, gelenekli bir millettir. (Uğurlu, 2010, s. 15) Günümüzde din geleneği, sanat geleneği, edebiyat geleneği, siyaset geleneği akla ilk gelen geleneklerdir. Geleneklerin kurucularını ve kuruluş tarihlerini bilmek mümkün değildir. Bu geleneklerin her biri insanoğlunun belli dönemlerinde ortaya çıkar. Günümüzde modern dönemin başlamasıyla geleneksel dönem sona erer. Son üç asırdır gelenek-modern çekişmesi yaşanmaktadır.

Geleneğin, modernin kendini tanımlamak için “icat” ettiği, kendisinde bulunmadığını öne sürdüğü her şeyi (ki, bunlar nedense hep olumsuzluklarla maluldürler) yüklediği bir şey olduğu görülmektedir. Bu anlamda gelenek, “türedi”, yani sonradan ortaya çıkan bir kavramdır. Ancak geleneğe saygın bir “geçmiş” de eşlik etmiş olduğundan, türedilik geriye dönük olarak bizzat modernin üzerine oturmaktadır. Gelenek asıl mecra; modern ise, sapma olarak tebarüz etmektedir. Modern zamanlarda, gelenek denen şey, kendisine saldıran ve kendisini savunan kuvvetler arasında, kendi mecrasında akmasına müsaade edilmeyen ve gücünü sadece, herkesin içerisinden geçilmek zorunda oluşundan; başka bir ifadeyle, herkesin bir şekilde onu yaşamak zorunda olması ve bu arada onu da beraberinde yaşatması kaderinden almaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, gelenek, bu “iki düşman kardeş” in savaşının ortasında kalmasına rağmen hâlâ varlığını sürdürmektedir. Devinerek, kılık değiştirerek, uyum sağlayarak ve kendine uydurarak varlığını devam ettirmektedir. (Karadeniz, 2007, s. 45)

(14)

1.1.1. Gelenek-Toplum

Geleneksel toplum deyimi genellikle modern, endüstrileşmiş ve teknoloji kullanımının yoğun olduğu toplumların zıttı bir toplum algısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta geleneksel toplum ifadesi sıklıkla ilkel, geri vb. nitelemelerle bir arada kullanılmaktadır. (Marshall, 1980, s. 54)

Geleneksel toplumlar, yaşayan organizmalara benzer bir yapı sunmaktadırlar. (Eaton, 1995, s. 52) Bu tür toplumlar, kendilerinden önce yaşamış atalarının kılavuzluğunu kabul etmektedirler. Geçmişi model alarak, kendilerini güvende hissederler ve kimliklerini korurlar. Geçmişe saygı ve süreklilik, geleneksel toplumun tipik özellikleridir.

Her toplumda ne için yaşanacağını belirleyen değerler vardır ve bu değerler toplumdan topluma farklılık gösterir. İnsanın geçmişindeki yaşantıları onda etki bırakır ve bu etkiler zamanla gelenek haline gelir. Gelenek, vücuttaki iskelete benzer, nasıl ki organizma iskelet sayesinde ayakta durabiliyorsa, toplumlar da gelenek sayesinde ayakta dururlar. Her milletin kendine özgü birtakım gelenekleri vardır. Geleneğin hâkim olduğu modern öncesi toplumlarda sanat doğrudan toplumla temas halinde değildir. Sanatın verileri önce hikmet şemsiyesi altında anlamlandırılır, sonra her mesleğin geleneğine sindirilir ve oluşan ürün topluma sonradan ulaşır.

Modern zamanda gelenek, çağdışı kalmış, toplumu sosyal, siyasi ve ekonomik baskılar altında tutmaya çalışan kavram olarak bilinmektedir. Onu kabul edenler, problemlerin çözümünün onda olduğunu, reddedenler ise sorunların kaynağını gelenek olarak gösterirler. (Mclean, 2004, s. 26). Yani reddenenler geleneği dışlarken; kabul edenler ise geleneğe sahip çıkılması gerektiğinin altını çizerler ve geleneğin gelişerek kendini koruması gerektiği düşüncesini benimserler.

Hikmetler ve değerler sistemi olarak kabul edilen kadim gelenekler, kutsal güçlerini bünyelerinden ayırmayan, antik dönemlere ve orta çağa damgasını vuran büyük geleneklerdir. (Uğurlu, 2010, s. 8)

(15)

Geleneksel toplumlar kendi içlerine kapalı toplumlardır ve toprağa bağlı bir anlayışla geçimlerini sürdürdükleri için kırsal kesimde geniş aile biçiminde yaşarlar. Kültürümüzü gelenekler oluşturmaktadır.

Nasr, gelenek kavramının; bilginin ve dünyanın profanlaşmasından sonra, Batı’da kullanılagelen bir kavram olduğu düşüncesindedir. (Nasr, 2001, s. 75)

Geleneğe tam olarak karşılık gelen bir ifade ya da kelime yoktur:

“Birçok dilde, modern zamanlar öncesinde tam olarak geleneğe tekabül eden bir deyim kullanılmış değildir. Modern zamanlar öncesi toplumlar geleneksel bakış açısını kabul edenler tarafından bu deyimle tanımlanmıştır. (Nasr, 2001, s. 76) Bulaç ise geleneği şöyle ifade eder:

“Gelenek, öncelikle zihni ve soyut bir kavram olarak, çok sayıda ve farklı manevi(kültürel) unsuru, davranış biçimini ifade eder. Gelenek bu anlamda somut insan davranışlarına, topluluk ilişkilerine sinmiş bir fenomen hükmündedir. Çeşitli kavim ve topluluklarının örf ve adetleri, emredici düşünceleri bu kaynaktan beslenerek teşekkül eder. Gelenek öylesine insani ve aynı zamanda soyla tezahürleri olan bir fenomendir ki ne tarihte ne çağımızda tümüyle geleneği olmayan bir insan topluluğuna rastlanamaz. Çok sayıda kültür unsuru, felsefi norm ve davranış şekli, hatta hukuki teamül, bu gelenek şemsiyesinin altında toplanmıştır. O halde gelenek, soyut bütünlüğü bakımından ve kendi tarihsel gelişimi içinde homojen ve yekpare bir bütün olmaktan çok; tarihin, alışkanlıkların, iç ve dış kültür unsurunu, bilumum örf ve adetlerin, yeni kültürel alış verişlerin(tearuf) bir yerde toplandığı, yavaş ve hızlı değişime uğradığı alandır.” (Bulaç, 1996, s. 47)

Bulaç’ın ifadelerinden anlıyoruz ki, hiçbir toplum geleneksiz olmaz ve toplumu oluşturan, kültürü de içine alan gelenektir.

Gelenekte önemli olan geçmişle olan hayali ya da gerçekçi bağlantıdır. Geleneksel toplum genellikle endüstriyel, kentleşmiş ve kapitalist modern topluma karşı kullanılır.

Gelenek, hâkim medeniyet dahilinde geçmişten bize ulaşanların tamamıdır. Dolayısıyla o, hem miras kalana, hem de çeşitli düzeylerde mevcudiyete sahip şu anki verili duruma ait bir meseledir.

Mustafa Armağan geleneği dörde ayırır. Birincisi, zaman üstü bir bilgelik olarak gelenektir. Bu dinin özünden gelen ve medeniyetlere ilham veren ezeli hikmettir.

(16)

İkincisi, kurumlaşmış bir otorite olarak gelenektir. Üçüncüsü, sosyolojik anlamda adet, örf ve görenektir. Dördüncüsü, geçmişten bir fikri araç olarak yararlanmadır ki bu da araçsal gelenektir. (Armağan, 2012, s. 64-67)

Armağan’a göre, geleneğin kendisini savunması ve benlik bilincine varması Hegelci anlamda, kendisine bir “öteki” yaratması anlamındadır. “Öteki” ise modernliktir. Gelenek modernlikle benlik bilincini idrak etmiştir. Modern dünyada dinin hayatla sanatı birleştiren etkisi yok olunca Habermas’ın dediği gibi, ahlak, bilim, sanat bağımsız birimler olarak kalırlar. Kendi alanlarında her biri uzmanlaşma eğilimine girerek kendi alanını derinleştirmeye yönelirler.

1.1.2. Gelenek- Kural

Kural her toplumun kendisine göre ürettiği yaşam biçimidir. Kurallar toplumsal hayat düzeninin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kurallar bizi geçmişe bağlarken gelenekler gelişmemizi sağlar. (Gökalp, 1976, s. 34-38) Sosyal norm olan gelenek, bireyle toplum arasındaki ilişkiyi düzenleyen kurallar bütünüdür. Değerler sistemi olan geleneğin günümüzde eskiliği, geriliği, çağ dışılığı gibi kavramlarla nitelendirilmesi, sosyal norm olan geleneğin de bu olumsuz durumdan etkilenmesine neden olur.

Toplumların geçmişle biri şekil bakımından diğeri anlam bakımından iki türlü bağlantısı vardır. Gökalp örf, anane, teamül gibi kavramları anlam bakımından sınıflarken “örf” ü diğerlerinden ayrı tutar. Diğerleri geçmişe şekil bakımından bağlılığı ifade ederken, “örf” cemiyetlerin her asırda gelişiminin ana dinamiğini oluşturur. (Kılıç, Ağçoban, 2013, s. 226)

İnsanlar topluluk halinde yaşamaya başladıkladıkları devirlerden beri kendi koydukları kurallarla ve davranışlara uyma ihtiyacı hissederler. Bu kurallar, yaptırım güçlerine, dönemlere ve toplumsal anlayışlara göre yazılı yasalar, din ve ahlâk kurallarının yanı sıra teamül, gelenek, görenek, âdet, örf ve töre kavramlarıyla karşılanır.

Sosyal normlar, bireyi toplumla uyumlu davranışlara zorlayıcı, toplum içindeki insan ilişkilerini düzenleyici ve denetleyici özelliğe sahiptirler. Bu görevleri yerine

(17)

getirirken de din, hukuk, ahlâk kuralları ile sosyal normlar birbirinden etkilenmektedir.

Toplumda sosyal denetimi sağlayıcı olarak ifade edilen sosyal normların tanımlamalarında ortak özellik olarak; uzun süreden beri yapılmaları ve davranış kalıbı haline gelmeleri, bireyin toplumdaki diğer bireylerle olan ilişkilerini düzenleme ve denetleme işlevlerini yerine getirmeleri ve yaptırım güçleri dikkati çeker. Gelenek hükmünde olan bir normun yaptırım gücü; âdet, görenek, teamül ve modaya nazaran yüksek iken, töre hükmünde olarak bir norma göre düşük kalır. (Eroğlu, 2015, s. 306-307)

Gelenek, değişime uğramayan ve uzun yıllar sonucunda meydana gelen değerler ve inançlar bütünüdür. Bunlar ise örf ve adet gibi kültürel unsurlarla birlikte öğrenilir. Zaman içinde ise sorgulanmadan uyulması gereken kurallar bütünü olur. Kanun hükmünde bile olabildiği için insanlar başka seçenek aramazlar. Geleneklerin ve toplumun ortaya koymuş oldukları kurallara uymaya çalışırlar. Yoksa içinde bulunulan toplum tarafından dışlanma söz konusu olur. Hiyerarşik yapıya sahip ataerkil toplumlarda bu geleneksel devamlılığın sürdürülmesi esastır.

1.1.3. Gelenek- Din

Dünden bugüne toplumlarda gelenek üzerine çok farklı şeyler söylenmiştir. Bazı düşünürlere göre gelenek süreklilik anlamına gelen bir kategori, bazılarına göre ise bir sosyal yapı ögesidir. Batının religion dediği ve bizim din olarak çevirdiğimiz kavram esasen geleneğin karşılığıdır.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın tanımında gelenek, birebir dinle ilişkilendirilir:

“…gelenek, kelimenin tam anlamıyla dini ve onun bütün vechelerini kapsayan ed-din’dir, olağan anlamında bir gelenek haline gelen ve ilahi modellere dayanan es-sünnet’tir ve gelenek, tasavvufta da görüldüğü gibi geleneksel dünyadaki düşünce ve hayatın her devri, her aşamasını ve her asrını Asl’a bağlayan zincir, yani el-silsile’dir. Bunun için geleneği, kökleri İlahi Tabiat’taki vahiyde bulunan, dalları ve gövdesi asırlar boyunca gelişmiş bir ağaca benzetebiliriz. Gelenek ağacının özünde din, onun özünde de ağacın yaşamasını sağlayan vahiyden kaynaklanan bereket bulunmaktadır.” (Nasr,

(18)

Nasr, gelenek kavramını şu şekilde açıklar :

“…teknik anlamıyla gelenek, gerçekleri insanlığa açıklanmış ya da açıklanmamış ilâhi bir kaynağın hakikat ve ilkelerini; ve gerçekte, farklı diyarlardaki sonuçları ve (hukuk, toplumsal yapı, sanat, sembolizm, bilimler ve kazanılması için gerekli araçlarla birlikte Yüce Bilgi’yi ihtiva eden) uygulamaları ile birlikte nebîler, resuller, avatarlar, Logos(Kelam) ve diğer nakilci vasıtalar olarak tasavvur edilmiş olan birçok figür vasıtasıyla tüm kozmik sektörü ifade ediyor.” (Nasr, 2001, s. 78)

Nasr gelenekle, nesillerden nesillere aktarılan, örfler, âdetler, alışkanlıkları kastetmediğini belirtir. Ona göre Gelenek, içinde Mutlak Gerçekliği barındırır ve sürekliliğe de sahiptir. Seyyid Hüseyin Nasr için gelenek, kutsaldır. Gelenek sadece biçimlerimin aktarımı değil, aynı zamanda bir dindeki manevi yenilenmenin sağlayıcısıdır. Bu yönüyle geleneği, örften, âdetten ayıran farklı tabiatüstü bir niteliği vardır.

Gelenek, din ve vahiyle, kutsalla, süreklilik ve düzenlilikle, bilim ve sanatla, maddi ve manevi hayatın tüm unsurlarıyla ilişkilidir ve bu ilişki gelenek ile bu olanlar arasında ayrılmaz bir bütünlük oluşturur. Gelenekte, muhafazakârlarla modernistler arasında hep bir anlaşmazlık konusu ortaya çıkar. Geleneği savunmak muhafazakârların, geleneği değiştirmek de modernistlerin tutumudur. Bakıldığı üzere değişimle durağanlık arasında kalan gelenek tartışması her iki tarafın da düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı olmaları sebebiyle kısır bir tartışmaya sürüklenmiştir. Bu kısırlığı ortadan kaldırmak için de eski yeni tartışmasından kurtulup daha evrensel bir düzleme çıkmak gerekmektedir.

İlk önce gelenekten ne anlaşıldığının ortaya koyulması gerekir. Görenek olarak nitelenen sosyal davranış manzumesi olarak mı algılanıyor, yoksa, modern düşünce tarzıyla yeni bir oluşum noktası olarak kullanılıp kullanılamayacağı mı dert ediliyor? Geleneğin toplumdaki rolünün belirlenmesi gerekmektedir. Geleneğin yerinin tam manada belli olmayışı onun toplumdan koptuğunun da göstergesidir. Toplumsal olanın kolayca yitirilmesine karşı çıkan ve modern olan her şeyin mutlak biçimde geleneğe karşı olmadığını savunan kişiler arasında iki örnek isim olarak Ali Şeriatî ve Fazlur Rahman verilebilir. Geleneğin modern dünyadaki işlevselliğini kaybettiğini iddia eden bu yazarlara göre “gelenek prangası” ayaklardan sökülüp atılmadıkça yeniden ayağa kalkmak mümkün değildir.

(19)

Türkiye’de gelenek yalnızca bir din sorunu değildir. Sıkıntısı çekilen geleneklerin önemli bir kısmı kısa süre önce modernleşme adına konulmuş, değişmezliğine inanılmış yapılardır. Ama gelenekle ilişkili, güncel bir kavram olan geleneksel din yeni bir oluşumdur.

1.1.4.Gelenek-Yenilik

Gelenek hâkim medeniyet dâhilinde bize ulaşanların tamamıdır. Yani o, hem miras kalana hem de çeşitli düzeylerdeki mevcudiyetlere sahip şu anki verili duruma ait meseledir. Gelenek, kültürel ve milli bir sorumluluk olarak meselenin başlangıç noktasını oluştururken yenilik ise bu geleneğin dönemin ihtiyaçlarına göre yeni baştan yorumlanmasıdır. Zira eski, yeniden önce gelir; köklülük ise çağdaşlığın temelidir. Gelenek araçtır; yenilik ise amaçtır. Ayrıca gelenek, insanın yeniden yapılandırılması, toprakla ilişkisinin yeniden kurulması amacı çerçevesinde açığa çıkarılması, kendisinden faydalanılması mümkün olan bir hazinedir. (Hanefi, 2016, s. 12)

Hanefi, geleneği yenilenme yolunda bir aksiyom kuramı olarak görür, yani gelenek davranışa yön verici bir unsurdur. Geleneği, yükümlüsü olduğumuz şahsi bir mesele olarak görürken, yenilenmeyi gerçekleştirme misyonu, tek kişinin sorumluluğunda olmayıp öncü entelektüellerin ve araştırmacıların bütününün misyonu olarak görür. (Hanefi, 2016, s. 86)

Gelenek, yalnızca maddi bir birikimden yani yayımlanan ya da yayımlanmayan eski yazmalardan ya da matbaaların bulunmadığı dönemlerde ele alınan eserlerden oluşmuş değildir. Gelenek, ne kütüphanelerde bulunan maddi bir birikimdir ne de bağımsız teorik bir varlıktır. İlki, maddi düzeydeki, ikincisi ise imaj/zihin düzeyindeki bir varoluşu ifade eder. Dolayısıyla gelenek, gerçekte halkın sahip olduğu psikolojik ve manevi birikimdir. Öyle ki kadim gelenek, geçip gitmiş, unutulmuş ve sadece müzelerde ziyaret edilip yalnızca arkeologların araştırması durumu değildir. Bunun ötesinde o, realitenin bir parçasıdır.

(20)

1.1.5. Gelenek-Edebiyat

Türk edebiyatında gelenek tartışması yenileşme dönemi Türk edebiyatının başlangıcıyla birlikte ortaya çıkar ve günümüzde de geçerliliğini korur. Bu tartışma batılılaşma tartışmalarıyla paralel şekilde yürümektedir.

Batı karşısındaki yenilginin doğal bir sonucu olarak “aşırılıklar çağı” olarak da nitelendirilen 20. Yüzyılda yaşananlar bugün dahi birçok sosyal ve kültürel çatışmanın kaynağını besleyecek bir dinamizme sahiptir. Eski-yeni, geleneksel-modern gibi karşılaştırmalarla sürekli gündemde kalan bu tartışma toplumsal arada kalmışlığımızın en önemli göstergelerinden biri olarak ve hepsinden önemlisi kimlik oluşum sürecimizin en önemli problemi olarak varlığını korumaya devam eder. (Yalçın, 2013, s. 171)

Beşir Ayvazoğlu geleneği şu şekilde açıklar:

“Gelenek bizce kültürün kendini koruma refleksi ve varlığını sürekli yenileme bilinciyle ‘hal’i devam ettirme gücüdür. Tarih şuuru, Eliot’un ifadesiyle geçmişi sadece bir bilgi olarak değil onun halde de var olmak olduğunu anlamak demektir. Bu manada tarih şuuruna sahip olan bir sanatçı, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; konuşmaya başladığı zaman eserinde bütün geçmiş konuşur. Geleneğe sahip olan bir şairin eserinde Yunus’tan Fuzuli’ye, Hacı Bayram’dan Necip Fazıl’a, Baki’den Behçet Necatigil’e, Nabi’den Mehmet Akif’e, Nedim’den Yahya Kemal’e, Şeyh Galip’ten Sezai Karakoç’a bütün bir şiir birikimi aynı anda vardır. Geçmişin hal içinde varlığını hissetmek kadar, ebediyeti, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak, bu beraberliği hissedebilmek yazarı gelenekçi yapar. Aynı zamanda bir yazarın içinde yaşadığı zaman ve mekânın, yani çağdaşlığının keskin bir şekilde şuurunda olmasını sağlayan şey budur.” (Ayvazoğlu, 1996, s.

13)

Ayvazoğlu, kültürel sürekliliğe, tarihsel şuuru ve varlığı halde sürdürmeye dikkat çeker. “Geleneğin de kendi içinde değişmeye, gelişmeye ihtiyacı vardır. Hatta bu geleneğin ilk şartı sayılır. Yoksa zamanla kendini yenileyemezse halk tarafından unutulup gider. Gelenek sadece örf, adet ya da belli davranış kalıpları olarak düşünelemez.” (Seyfettin, 2010, s. 17). Sağlıklı bir toplumun ihyası için geçmişle koparılan bağın gelenekle yeniden sağlanması lazımdır. Geçmiş kültüre sağlıkla bakan toplumlar geleceğe daha sağlam adımlarla yürür. Gelenek birleştirici özelliğe sahiptir. Bir devlet düşman saldırılarına maruz kalabilir, hatta ve hatta her şeyini de

(21)

yitirebilir. Ancak kültürünü, edebiyatını muhafaza ederse geleneğe güvenle bakar. Hilmi Yavuz, kendisiyle yapılan bir konuşmada geleneği “sürekli değişen içinde değişmeyeni; arazlar, ilinekler içinde değişmeyeni, ‘essence’ı özü bulmak ve bugüne ulaşmaktır.” (Ağar, 1987, s.163) der.

Rasim Özdenören geleneğin (edebi) eserlerde malzeme olarak yer aldığını söyler. Esere gazel, kaside gibi isimler vermenin gelenek olarak anlaşılmasının yanlış olduğunu söyler. Malzeme kendi özünden soyutlanırsa istenilen sonuca varılamaz. Özdenören’e göre, biçimsel ve içeriksel olarak gelenekten beslenenler vardır. Doğru olan ise içeriksel olandır. Gelenekten yararlanmak sadece şekilsel olarak olmaz. Picasso İslâm hatlarını resminde malzeme olarak kullanırken, resim kültürüne sadık kalmıştır. (Güneş, 2014, s. 28) Ayvazoğlu, Türkiye’deki gelenek tartışmalarının çoğunun geleneği tam anlamıyla anlamadıklarını söyler. Cevdet Kudret geleneği, “geçmişle ilişki kurmak” şeklinde anlarken, Arif Ay, Türkiye’de edebiyat geleneğinden yanlış şekilde faydalanıldığını, geleneğin yanlış anlaşıldığını söyler. (Güneş, 2017, s. 424)

Asım Bezirci geleneği şöyle izah eder:

“..gelenek olmazsa, geçmişin kültür mirası olmazsa gelişme de değerlendirme de olmaz. Geleneğe gösterilen tepki de bir yerde onun ürünüdür, onun varlığına bağlıdır. Bu yüzden, geleneği tümüyle inkâr edenler de er geç onu tanımak durumundadır. Burada önemli olan şunlar değildir; geleneğe/eskiye dönmek (gericiliktir), geleneği sürdürmek (bu, tutuculuktur), geleneği yok saymak (bu, köksüzlüktür). Önemli olan şudur: Geleneği geliştirmek (bu evrimciliktir) yahut geleneği aşmak /bu devrimciliktir).” (Bezirci, 2002, s. 27)

Tanpınar bütünüyle Batı’dan uzaklaşmamızı istemez. Klâsik eserleri olduğu gibi taklit etmenin yanlış olduğunu söyler. Edebiyatımızda bir ikilikten bahseder. Tanpınar makalesinde milli bir edebiyata nasıl gidilir sorusuna cevap verir.

“Kendimize dönmek şartıyla… Filhakika artık Avrupa’dan ilk hamlede alınması lazım gelen şeylerin hemen hepsini almış bulunuyoruz. Geri kalanı da almak yolundayız. Türk milletini Avrupalılaştırmak azminde hiçbir engel tevkif etmedi. Bundan böyle de edemez. Şimdi yapılacak şey, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramaktır.” (Tanpınar, 1998, s. 87)

(22)

Öncelikle değerlerimizi tanıyacağız. Biz kimiz, nelerimiz var? Bunu çok iyi bilmeliyiz. Daha sonra sevmeliyiz. O zaman Millî Edebiyat denilen muammanın kendiliğinden çözüleceğini söyler.

Dünya edebiyatında ise T.S Eliot, “Gelenek ve Şair” makalesinde düşüncelerini bildirerek geleneğin yazı hayatında çokça kullanılmadığını, şiirin geleneğe uygun olduğunu söyler. Eliot’a göre tekrar yerine yenilik daha iyidir ve geleneğe sahip çıkmak istiyorsak bu tarih şuuruyla mümkündür.

“Sanatçı bir kültür boşluğu içinde yetişmediğine göre, bir sanat eserinin yaratılabilmesi için büyük bir bilgi birikimi gerekmektedir. Sanat eseri diyebileceğimiz bir eser “geçmiş’in ‘hal’ ile birleştiği yeni bir sentezde yerini aldığı ve yeni bir geleceğe doğru aktığı anlarda yaratılmaktadır. İyi bir sanat eseri öz ve biçim bakımından kendine has yenilikler getirerek çağının gerçeğini yansıttığı halde gelenek çizgisinden sapmayan eserdir. Yani farklı olmasına rağmen, Avrupa sanat geleneğini oluşturan eserdir.” (Eliot, 1983, s. 7)

Tanzimat’la birlikte gelenek edebiyatımızda en çok tartışılan konuların başında gelir. Batılılaşma serüveni beraberinde gelenek tartışmasını doğurur. Gelenekten kastımız şiirdir. Türk edebiyatında gelenekten bahsedilebilir mi, bahsedilecekse bunun ne olduğu ve bundan nasıl yararlanılacağı şeklinde tartışmalar olur. “Fritjof Schuon, gelenekten bahsetmek süreklilikten bahsetmektir”, der. Sürekliliği de tarih şuuru sağlar. Sürekliliğin vurgulanması, modernistler nezdinde olumsuz çağrışımlar uyandırdığı için geleneğe karşı kuşku ile yaklaşılması kaçınılmazdır. (Macit, 1996, s. 11) Kültür bilgisi ve tarihsel şuur geleneğin nesilden nesile aktarılıp süreklilik arz etmesinde önemli faktörlerdir. (Güneş, 2014, s. 31)

Bölüm Değerlendirmesi

Modern dünyada, gelenek hakkındaki görüşlerin iki ana başlıkta toplandığı görülür. Birincisi, eski yaşam şekillerinin oluşturduğu kurallar, kurumlar, gelenek olarak adlandırılır ve bunlar zamana göre değişiklik gösterir. İkinci anlamda gelenek ise manevi değerlere ilham veren dinamik gelenektir. Gökalp birincisine kural, ikincisine gelenek adını verir. Birinci gruba Nasr, ikinci gruba ise Fazlur Rahman örnek verilebilir.

(23)

Geleneksel İslâmi düşünce ilk olarak modernizme karşı direnme çabasına girer. Zamanla her sorunun sadece geleneksel değerlere sarılmakla çözülmeyeceği anlaşılır ve hem eski değerleri dışlamayan hem de yeni değerleri içselleştirebilen yeni bir formül arayışı başlar. Bu formülle, bir taraftan gelenekten fikir anlamında yararlanarak modern çağa ayak uydurulabilirken öbür taraftan İslâm’ın öz kaynakları korunarak referans alınabilir.

Modernizm, İslâm toplumlarında tam olarak istediğini elde edememiştir. Çünkü İslâm toplumları kutsala, Kur’an’a, sünnette, geleneklerine bağlı toplumlardır. Kolay kolay değişim göstermez.

Gelenek ve toplumda, geleneksel topluma ve modern topluma değindik. Geleneksel toplum kendi içine kapalı toplumlardır. Ekonomileri tarıma dayalıdır ve geniş aile biçiminde yaşarlar. Atalarına karşı saygılıdırlar ve kültürlerine bağlıdırlar. Modern toplum ise endüstrileşen, kentleşen toplumdur.

Gelenek ve kuralda, sosyal norm olan geleneğe değindik. Sosyal norm olan gelenek, zaman içinde ise sorgulanmadan uyulması gereken kurallar bütünü olur. Kanun hükmünde bile olabildiği için insanlar başka seçenek aramazlar. Geleneklerin ve toplumun ortaya koymuş oldukları kurallara uymaya çalışırlar.

Gelenek ve din ilişkisinde, geleneğin, din ve vahiyle, kutsalla, süreklilik ve düzenlilikle, bilim ve sanatla, maddi ve manevi hayatın tüm unsurlarıyla ilişkili olmasından ve bu ilişkinin gelenek ile arasında ayrılmaz bir bütünlük oluşturması gerektiğinden bahsettik.

Gelenek ve yenilenmede, geleneğin, kültürel ve milli bir sorumluluk olarak meselenin başlangıç noktasını oluştururken yeniliğin ise bu geleneğin dönemin ihtiyaçlarına göre yeni baştan yorumlanması gerektiğine değindik.

Gelenek ve edebiyatta, edebiyatçıların geleneği edebiyatta nasıl işlediğine, gelenek derken neyi kastettiklerine değindik.

Başta mimari olmak üzere edebiyat, resim, müzik gibi güzel sanatların yanında plastik sanatlar ve birçok disiplinler gelenekten beslenir. Uygulama alanı çeşitlilik

(24)

arz ettiği için tanımı da çok çeşitlilik arz etmektedir. Geleneğin yelpazesi bu kadar geniş olunca aydın ve yazarlarımızın gelenek algısı da çeşitlilik arz eder. Bazı yazarlarımız geleneği olduğu gibi taklit ederken, bazı yazarlarımız, sadece şekilsel olarak gelenekten yararlanırlar. Bazıları ise daha çok öze inip geleneğin ruhundan yararlanarak, mazi ile hali harmanlayıp istikbale ışık tutmaya çalışırlar.

Tüm bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; birey ve toplumların kendi iradesiyle var olabilmesi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi esasen kendi kültürüyle beslenip, gelişerek ve taklitlerden sakınarak, benliğiyle bütünleşmiş milli değerlerin korunmasıyla mümkün olur.

İnsanoğlunun, modern dönemde, geleneğe özlemi ve geleneksel inançların sağlamış olduğu huzurlu ortama yönelimi artmaktadır ve bunun sebebi de maddeleşmiş modern dünyanın bireyi tatmin edemeyişidir.

Dün batılılaşma, modernleşme, hümanizm ve çağdaşlaşma, bugün de küreselleşme adına millî kıymet ve anlayışlar alaya alınmaktadır. Rasyonalite adına, son derece akıl dışı bir üslupla, kültür sömürgeciliğine kapılar ardına kadar açılmaya çalışılmaktadır. Yabancı kültürlerin karşısına ancak güçlü bir millî kültür ile çıkmak mümkünken, kültür mahallî parçalara bölünmek istenmektedir. Küreselleşme sürecinde etkili olan ülkeler, kendi kimlikleri ile dünyaya açılıp, kendi kültürlerini baskın hale getirmeye çalışırken, Türkiye de bunun tam tersi aşılanmaktadır. Binlerce yıllık bir maziye sahip olan Türk kültürü mozaik olarak nitelendirilmektedir. Mozaik bir kültüre sahip yerlerde milletleşmenin gerçek manada gerçekleşmesini beklemek bile mümkün değildir.

1.2. Modernite, Modernleşme, Modernizm

Türkçe’de ‘çağdaş’ sözcüğüyle karşılayabileceğimiz modern sözcüğü Latince “modernus”tan gelmektedir. Modernus, Latincede “hemen” “şimdi” anlamına gelen ‘modo’ sözcüğünden türetilmiştir. (Kongar, 1985, s. 228) Modern kelimesinin yaşanmakta olanı yansıttığından bahsedilebilir. Modernleşme içinde rönesansı, reformu, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri: kapitalizmi, sosyalizmi barındırır.

(25)

19.yüzyıla dek “modern” ile “modernite” arasında bir ayrıma gidilmemiştir. Bu yüzyılda çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıkmasıyla, modernliğe ilişkin kavramlar üçe çıkmıştır: “Modernite”, “modernleşme” ve “modernizm”.

Bir düşünüş biçimi olarak değerlendirebilen modernitenin herkes tarafından kabul edilen bir tanımı yapılmamıştır. Bu tespiti örneklendirmek gerekirse, Marx, modernite ve onun değişim sebebini kapitalizm olarak gösterirken, Gellner ve Hobsbawn sanayileşme sürecini ön plana çıkarır. Durkheim ise kapitalizmin, modern toplumun kopuşunda etkili olsa da, merkezi rolde bulunmadığını söylemektedir. Simmel, Moderniteyi bireyciliğin esas alınması olarak yorumlar. Habermas ise gelecek için yaşamak prensibinden bahseder. (Aksakal, 2015, s. 96)

Modernitenin bir tanımı da şudur: “kadim geleneğin karşısına konan yenilik ya da ceditliktir. Tanıdık bir deyişle, “nizam-ı cedit” kavramı modernitenin dilimizdeki ilk ve en makul karşılığı olarak verilir. Nizam-ı cedit, yeni toplumsal düzen, yeni bir kendini yapılandırma iradesi anlamındadır. Bu bağlamda “cedit” olan, “kadim olmayan”dır; “modern” olan, “geleneksel olmayan”dır; tıpkı, “kadim”in “cedit olmayan” ya da “geleneksel”in, “modern olmayan” diye tanımlandığı gibi. Modernlik bu bakımdan, Almancadaki karşılığı olan Neuzeit da, (yeni zaman), “ceditliğe, “yeni”liğe yaptığı vurguyla, ‘geçmişle bağı olamayan’ bir duruma işaret etmektedir. (Aksakal, 2015, s. 98)

Gelenekselden kopuşu ifade eden modern kavramı, Rönesans ve Aydınlanma ile aklı ön plana çıkarıp, akıl tutulmasının önüne geçer. Aklın ön plana geçmesi ise bilimin ön plana çıkması demektir. Bu da Tanrı’nın yerine insanın geçtiği anlamına gelir.

“Modern” kelimesinin günlük yaşamda bilim ve tekniğin ürünü olan şeylere bir sıfat olarak kullanıldığı görülür. “Modern edebiyat”, “modern giyim”, “modern mimari” gibi… Buna bakılarak, “modern olan”ların toplamının sonucu olarak ortaya çıkan yaşam biçimi, zihniyet yapısı, ‘modernite’ adıyla karşımıza çıkar. Bu bağlamda modernite veya modernlik, medeniyetle ilişkilendirilmekte, hatta bazı durumlarda birbirinin yerine kullanılmaktadır.

(26)

“Medeniyet” kelimesinin etimolojik serüveni şöyledir; “medeniyet”, Arapçada “şehir” anlamına gelen “medine” kelimesinden türemiş ve eski Yunancadaki “polis” kelimesinin karşılığını oluşturmuştur. Ayrıca Latince’den neredeyse tüm Batı dillerine geçen bir kelime olan “civilization” da dilimize “medeniyet/uygarlık” olarak çevrilmektedir ki, bu kelime de “cite” yani “şehir” ve “civic” yani “şehre ilişkin olan” kökünden gelmektedir. (Aksakal, 2013, s. 100-101)

“Modernity” kelimesi ilk kez on dokuzuncu yüzyılın ortasında Baudelaire tarafından kullanılır. Modernizmle bağlantılı olarak modernity betimlenirken; endüstrileşmeyle, kentleşmeyle ve laiklikle işlenerek ortaya çıkan değişikliklere sahip bir yaşamı, deneyimleme biçimi olarak dikkate alınmıştır. Karakteristik özellikleri dağılma; parçalanma ve hızlı değişim, kısa ömürlülük ve güvensizliktir. Modernite zamanla ve uzayla ilgili olarak belli bir takım yeni anlayışlar içerir: Hız, hareketlilik, iletişim, yolculuk, dinamizm, kaos ve kültürel devrim. Bu toplumsal değişim, yüzyıl dönemecinde, örneğin Emile Durkheim, Max Weber ve Ferdinand Tönnies tarafından, birbirinden farklı biçimlerinde kuramsallaştırılmıştır. Durkheim, modern üretimdeki gelişmiş içsel iş bölümü üzerinde odaklanmıştır. (Childs, 2010, s. 26)

Modernite, modernleşme süreciyle kendini kurmuştur. Modernleşmeyi anlamak sosyal bilimcilerin üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Karmaşık ve köklü bir geçmişe uzanarak çözümlenmesi mümkün olsa bile gelişimini doğru yorumlamayı kolaylaştıracak bir çerçevesi yoktur. Fakat egemen görüşe göre modernleşme, Avrupa’da 16. yüzyılda, yeni yaşamların birikiminden ortaya çıkan bir yaşam biçimidir. Bu yüzden ‘modern’ olanla ‘modernleşmiş’ olan birbirinden farklıdır. Modernleşme, burjuvazinin doğuşunun, Aydınlanma’nın, şehirleşmenin, endüstrileşmenin ve diğer değişim ve dönüşümlerin ortaya çıkardığı bir olgu; düşüncede, sanatta ve bilimde sorgulayan, hukuka inanan “yeni insan”ın kilise ve devlet karşısında özgürleşmesini savunan ve bu “değişimi” normalleştiren ileri bir harekettir.

Batı Avrupa, Ortaçağ sonrası düşünsel, ekonomik, toplumsal alanlarda meydana gelen değişimler sonucu yeni çağı “modernite” olarak adlandırır. Batılı bilim adamlarına göre “tarımsal üretimden endüstriyel üretime, kapalı köy ekonomisinden dışa dönük kent/pazar ekonomisine, insan hayvan enerjisinin kullanımından makine

(27)

enerjisinin kullanımına doğru yapılan geçişlere “modernleşme” denir.” (Yıldırım, 1995, s. 9) “Modernleşme”, Batı dışı toplumların yaşadığı süreçtir. Modernleşmenin şartları bellidir ve bu şartlar yerine getirildiğinde modernleşme gerçekleşir.

Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor kitabının girişinde şöyle demektedir:

“Bugün, dünyanın her köşesindeki insanlarla paylaşılan(…) bir deneyim tarzı var. Bu deneyim tarzını modernlik diye adlandırmak istiyorum. Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. (…) Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır.” (Berman, 2014, s. 27)

Marshall Berman modern olmayı şu şekilde tanımlar:

“Modern olmak, kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak; insanın kendisini ve dünyasını sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde bulması demektir.” (Berman, 2014, s. 460) “Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürdürmek demektir. Çağdaşlık, ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesi altında yaşamak, ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demektir.” (Berman, 2014, s. 24) “Öte yandan bir modernist olmak, insanın kendini bu girdabın içinde bile bir şekilde evinde hissetmeyi başarması, bu girdabın ritimlerini özümsemesi; bu girdabın akıntıları arasında, mahvedici akışının ortaya çıkmasına izin verdiği gerçeklik, güzellik, özgürlük ve adalet biçimleri arayışında olmak demektir.” (Berman,

2014, s. 460)

19. yüzyıl düşünürleri, modern teknolojinin insanı ‘bir demir kafese’ hapsettiği düşüncesindedirler. Marshall Berman bu umutsuzluğa karşı gelerek:

“Dünün modernliklerini kendimize mal etmek, hem günümüzün modernliklerine yönelik bir eleştiri hem de yarının ve yarından sonranın modernliklerine (ve modern insanına) bir inanç tazeleme eylemidir.”der. (Berman, 2014, s. 59)

Modern kurumlar, modern çağ öncesi bütün kültürler ve hayat tarzlarıyla süreksizlik içindedir. Modern çağı diğerlerinden ayıran en belirgin özelliklerden biri aşırı dinamizmidir. Modern dünya “kontrolümüzden çıkmış bir dünya”dır.

Kısaca modern olan, geleneğin karşısında durmakta olandır. Gündelik yaşamda modaya uygun olanlara modern denir. Modernite, ise gelenek ile karşıtlık ile ondan kopuşun, bireysel ve toplumsal yaşam alanlarındaki dönüşümüdür. Modernleşme de modernliğe doğru yaşanan süreci niteler.

(28)

1.2.1. Modernizm-Rasyonalizm

“Akla uygun olan” anlamına gelen rayonel kelimesi, modernizmin prensiplerinden biridir.

“Rasyonalite tarafından din ve geleneğe yönelik eleştiri, dinin ve geleneğin insan davranışı için yeter bir sebep olamayacağı ile sınırlandırılmış bir eleştiri olmamış, aynı zamanda din ve geleneğin her türlü kötülüğün, geriliğin sebebi olarak itham edilmesini de içeren bir dışlama olmuştur. Dolayısıyla geleneksel kurumların rasyonel verimlilik adına reformdan geçirilmesi talebi, dini inanç ve değerlere yönelik bir tahribe dönüşmüştür. Rasyonalizasyon, gelenek ve dinin daha fazla eylem ve pratiklerin temeli olamayacağı varsayımıyla kutsalı, bilgisizliğin ve aşağı durumun yansıması olarak görmeye dönüşmüştür. Cahillik ve gelenek birbiriyle ilişkilendirilip Avrupa’nın tiksinti duyulan eski rejiminin unsurları olarak görülmüşler ve rasyonalite ve bilimsel bilgi ile karşıt bir şekilde konumlandırılmışlardır. İnsani faaliyetlerin akıl ve bilimsel bilgi tarafından yönlendirilmesi, insanlığın keyfi ve baskıcı otoriteden kurtularak özgürleşmesi olarak kabul edilmiştir.” (Keskin, 2014, s. 93)

Modernleşmeyi sadece gelenek ve dinin dışlanması olarak değerlendirmek yeterli değildir. Çünkü modernleşme Batı dışı toplumlarla ilişkilendirildiğinde, farklı bir anlama bürünür. En genel anlamda Aydınlanma entelektüel bir hareket olarak Batı’da bir dönüm noktasına işaret eder.

Avrupa’da yüzyıllar boyu süren sefaletten sonra ortaya çıkan Rönesans’ın ardından birçok gelişme ve değişim yaşanır. Kitleler üzerindeki büyük sefalete ve baskılara, feodaller arasında yaşanan sürekli savaşlara ve dinin katı dogmalarına rağmen biriken yeni fikir ve buluşlar, yaşanan gelişimin göstergeleri olarak değerlendirilir. Bütün gelişmelere paralel olarak yavaş yavaş gelişen yeni ticaret sistemleri (sömürge ve yağmalar), savaşlar ve fetihler (işgaller) sonucunda yeni siyasal ve düzen deneyimleri ortaya çıkar. Kilisenin egemen dogmalarının karşısında yeni dini fikirler yeşerir, entelektüel düşünce, sanat, ticaret, siyaset ve insani uğraşılarda yaşanan büyük canlılıktan sonra Avrupa’da yaşanan gelişmeler, bir düşünce sıçramasına sebep olur. Avrupalılar, Rönesans ve reformasyonla birlikte Grek ve Yunan’dan sonra yitirildiği varsayılan şeyi yeniden ele geçirdiklerini düşünürler. Tüm bu gelişmelerle birlikte sistematik ve bilimsel düşüncelere dayalı yeni bir evren tasavvuru geliştirilir. (Keskin, 2014, s. 97)

(29)

Aydınlanmacı düşünce, hümanist değerlere, bilimin uygulanmasına, insanlığın çevre üzerinde denetim kurmasına derinden bir inanç besler. Aydınlanmacı düşüncenin, 18. yüzyılda ortaya çıkardığı insani bilimler, toplumun gelişiminin beraberinde toplumsallığı getireceğini bilgi, sanayi ve insanlığın kopmaz bir bağla bağlandıklarını varsayar. Bu kabul, nüfusun büyük bir bölümünün cahilliğine rağmen, yeni bir oyuncu kitlesinin açığa çıkması, kültürün dünyevileşmesi, yazarın vesayetten kurtulması gibi unsurların etkisinin bir sonucudur. Aydınlanmacı düşünce akla, özgürlüğe ve bireyciliğe yaptığı vurgunun yanında nesnel, kolektif güçler olarak toplum ve toplumsal gelişme kavramlarının vurgulanmasını da kapsar. Modern bilimin ilkeleri, metafiziğin reddedilmesi, olguların değerlerden ayrılması ve nesnelliğe duyulan inançlar üzerine kurulan Aydınlanmacı düşünce, bir bilgi felsefesi ve yöntem olarak pozitivizmi ortaya çıkarır.

1.2.2. Modernizm-Din

Modernite ile din arasındaki ilişki sürekli çatışmadan beslenir. Modernliğin dine alternatif olarak sunulması, bu çatışmanın omurgasını oluşturur.

Geleneksel ortamın avantaj ve dezavantajları olduğu gibi, modern zamanlar için de bu durum böyledir. İslam’ın hayatla kurduğu ilişki çok güçlüdür ve bu sebeple de modernizmin dindışı olgusunun bununla mücadele etmesi pek zordur.

Nasr’ın bakış açısına göre modernizm, kaypak bir kavramdır. Bir önceki yüzyılla bir sonraki yüzyıl arasında çok çabuk değişiklik göstermekte, savunduğu düşüncelerden yeri geldiğinde vazgeçebilmektedir. Süreklilik değil, değişim göstermektedir. (Nasr, 1989, s. 321-322)

Nasr, modernle, İlâhî vahiyle bağını koparmış ve her şeyi beşeri düzene indirgemiş, dinin zıttı bir kavramı kasteder. Guenon da modern düşüncenin din karşıtı bir düşünce olduğundan bahseder. (Guenon, 2005, s. 41)

Modernizm, modern insanın değişmeyle ilerlemeyi aynı görmesini sağlar. Bu da hakikatin değişmezliğinin çağ dışı görülmesine sebep olur. Geleneksel açıdan, Doğu istikrarı, modern Batı da istikrarsızlığı temsil eder. Böylece Batı, Doğu’yu küçük görür. Avrupalı olmayan milletlerde modernizm “medeniyet” olarak empoze edilir.

(30)

Modernizmin dine hücumu, dinin modasının geçtiği düşüncesinin yaygınlaşmasına sebep olur. Modernizmin dine saldırısı, dinin yeniden canlanmasına vesile olur. Modernizm, dinsel inancı ya yok etmiştir ya da daraltmıştır.” (Nasr, 2007, s. 141) Geleneksel bakış açısını diriltmek isteyenler ise, modernizmle tam bir karşıtlık içindedirler ve modernizmi Allah’a başkaldırı olarak görürler.

Modernizmin, Mutlak Hakikat’ın yerine Nisbî Hakikat’ı koymaya çalışmasından ötürü gelenek ve modernizm birbirinin zıttıdır. Modernizm Doğu’da ve Batı’da insanlığı geleneksel yolundan saptırmıştır. Geleneksel bakış açısına sahip şahıslar da insanlığı tekrar bu yola döndürme çabasındadırlar.

Modern düşünce, geleneksel düşünceyi, zihni kuşatan put, çocukluk düşüncesinin kalıntısı olarak niteler. Dini ise cehaletin en büyük kaynağı olarak değerlendirerek, onu ortadan kalkması gereken bir unsur olarak görür. Aklın hâkimiyetinin insanlığı tüm olumsuz şartlardan kurtaracağına yönelik umut, gelenek ve dinin ortadan kalkacağı düşüncesini getirir. Fakat Aydınlanmacı akıl, yerinden ettiği dinin yerine geçerek, kendini evrensel hakikat olarak dikte eder. 20. Yüzyılda yaşanan olumsuz gelişmeler, aydınlanmacı aklın ideallerine yönelik ciddi şüphelere sebep olur. Bu şüpheler postmodernizm eleştirilerinin zeminini oluşturur

20. yüzyıl, teknolojik ve bilimsel gelişmeler bakımından oldukça hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönem olur. Yaşanan değişim sürecinin, geleneğin ve dinin etkisini azalttığına yönelik sosyal bilimler alanında çok önemli söylemler gündeme gelir ve yoğun tartışmalar yaşanır. Gelenek ile modernlik arasında kurulan farklılık ve karşıtlık ilişkisinin temelinde, dinin geleneksel toplumlarda sahip olduğu varsayılan konumu yatar. Söz konusu varsayıma göre din, geleneksel toplumların en yaygın değeri olarak günlük yaşamın tüm kodlarını belirlemekte, toplumsal kurumları organize etmektedir.

Modern bilincin yükselmesi ve yaygınlaşması, din ve geleneğe yönelik eleştirileri beraberinde getirir. Aydınlanma düşüncesi, proje olarak bilimin insanı, dünyayı nesnel olarak kavrayabileceği bakış açısını geliştirir. Bu proje, gerçekliğin algılanmasında akledilebilir olanlar dışında tüm geleneksel bakış açılarının reddedilmesini içermektedir. Modern toplumda dinin konumunun ne olacağına, ne olması gerektiğine yönelik tartışmalar, sekülerleşme kavramı çerçevesinde yapılır.

(31)

Modernitenin karşı konulmaz baskısı, bugünün Müslümanlarını dört kategoriye ayırmıştır:

1. Moderniteden kaçışın kurtuluş olmadığını göremeyen, bu sebeple zaman zaman muhafazakârlığın sınırlarını aşan bir fanatizme kapılanlar. Bunun üç sebebi olabilmektedir: Birincisi, modernite Batı’da doğduğu için, Batı’nın emperyalizmiyle özdeşleştirerek ondan uzakta kalmak isterler. İkincisi, memleketlerinde gördükleri modernleşme hareketlerini uygulayan programların İslam’ı dışlama eğilimi taşıdıklarını düşünüyor ve modernleşmeyi bu sebeple dinsizlik olarak değerlendirirler. Üçüncü olarak da inançlarının, yani dinsel kimliklerinin zarar göreceğini hesap ederler.

2. Modernleşmeyi, kendini Batı’ya benzetmekten ibaret gören, onun dünyevi görünümlerini kendi ülkelerinde uyguluyarak modernleşebileceğine inanan elitler. Bu elit kesimi oluşturanlar, genellikle İslam’ın geri, ilkel din olduğuna, bu nedenle de İslâm dünyasının geri kaldığına inanan, bazı Müslüman ülkelerde yönetime hâkim olan gruplardır. Türkçe ibadet konusu ile bazı dini yasakların kalkması gerektiği gibi tartışmaları gündeme getirenlerin, bu kesimden çıkmakta olduğu düşünülebilir. 3. Hem Batı’yı hem İslâm’ı iyi bilen üçüncü grup Müslümanlar ise daha çok on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında Cemaleddin Afgani (1838-1898) ve Muhammed Abduh (1849-1905) ile Osmanlılarda Tunuslu Hayrettin Paşa (1825?-1890), Sait Halim Paşa(1863-1921) ve Mehmet Akif Ersoy (1873-1936); XX.yüzyılda da Fazlur Rahman (1919-1988) ve halen hayatta olan Muhammed Arkoun (1928-) gibilerin çizgisini izleyenlerdir. Bu grup, İslâm dünyasının modernleşme sorununu sosyolojik, bilimsel ve düşünsel, kısaca kültürel planda ele alarak, İslâm’ın özüne zarar vermeden, bilimsel program çerçevesinde çözmeye çalışır. Bunlar aslında tam manada modernist oldukları halde, bu kelimeyle nitelendirilmek istemezler; ikinci kategorideki “modernist”lerle, yani reformistlerle karıştırılmaktan korkarlar.

4. Dördüncü grup ise, İslâm’ın Peygamber ve Dört Halife (632-661) devrinden hemen sonra bozulduğuna, İslâm’a, bid’at ve hurafeler karıştığı için Müslümanların geri kaldığına inananlardır. Bazı entelektüellerin de bulunduğu bu grup, İslâm’ın tarihsel süreç boyunca ürettiği kültürü şiddetle reddeder. Tarihteki hemen bütün

(32)

Müslüman devletleri, Osmanlı Devleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni “kâfir” sayarlar ve Müslümanların kurtuluşu için Peygamber dönemi Müslümanlığına dönmenin şart olduğunu savunurlar. (Pultar, 2007, s. 41)

“İslâm ve modernite” tartışmaları, Müslüman toplumların yaşadıkları farklılaşmalardan beslenir. “Modernleşme,” Müslümanların modernleşme konusunda deneyimlerini özetleyen bir kavramsallaştırmadır. Tipik bir Müslüman, modernlik ile İslâm arasında ilişki kurulmasını her zaman kerih görür. Bu sebeple de modernleşmedeki temaların İslâm’la ilişkilendirilmesi çoğu kez sorun oluşturur. İslâm, aşkın bir dindir; modernleşme ise insanı merkeze alan bir faaliyettir. İslâm’ın modernleştirilmesine ilişkin her öneri, şiddetle reddedilir. İdeal bir dinsellikte, İslâm’ın modernleştirilmesi projesine hiçbir zaman sıcak bakılmaz. Dini modernleştirme projesi, din dışı bir dünyanın tasarrufu olarak görülür.

Türk modernleşmesinde din her zaman sıkıntılıdır. Batılılaşmaya yönelik ortaya çıkan eleştirel karşı çıkışlar da, gericiliğin yansıması olarak değerlendirilip reddedilir. Böylece “gericilik” dini ayrıcalıklı bir söylem olarak kullananların biricik sıfatı olur. “Modernleşme” uzunca bir süre din karşıtı söylemler için kullanılır. Modernleşme yanlıları dini reddetmekten çekinmezler. Geleneksel zihniyet yapıları, örf, adet ve din, modernleşme karşıtı söylemlerin kaynağı olarak görülmekle kalmayarak aynı zamanda da reddedilir. Dinin modernleşme ekseninde ele alınışı, genellikle, onun olumsuz bir şekilde tanımlanmasıyla biçimlenir. Din öteden beri modernlik karşıtı bir söylemdir ve bu nedenle de hiç kuşku duyulmaksızın üstüne gidilmesi gerekir.

Dini, modernlik üzerinden ele alma biçimi günümüzde daha sık gündeme gelir. Çağdaş İslâm hareketleri içinde modernliği onaylayanların sesi, reddedenlerinki kadar gür çıkmaya başlar. İşte çağdaş İslâm hareketleri içinde modernliği onaylayanlar, İslâm’ın öteden beri modern olarak gördükleri tabiatını kanıtlamaya çalışırlar. Osmanlı modernleşmecilerinin İslâm’ı ilerlemeyle ilişkilendiren söylemleri güncellenerek İslâm, böylece, modernliğin baş ögesi haline getirilir.

Türk modernleşmesi, Osmanlı dinselliğiyle olan ilişkisinde sıkıntılı bir geçmişe sahiptir. Osmanlı gerekli “ilerleme”yi sağlayamamış; din muasır devletlerle rekabet konusunda, hanedanın modern taleplerine çoğu zaman ayak bağı olmuştur. Bu

(33)

sebeple çağdaşlaşma projesinin Osmanlı toplumsal yapısındaki görünümü, dinin işlevselliği hususunda yeterli bir açıklama sunmaz. Aslında Osmanlı modernleşmesi, özgün bir batılılaşmayı ümmetin kurtuluşu için gerekli sayar. Bu Batılılaşma, her şeyden önce kendine özgü oluşuyla dikkat çeker. Batı’nın fenni alınacak, ancak ahlakı reddedilecektir. Merkezinde dinsel hassasiyetlerin etkin olduğu bu niyetin gerçekleştirilmesinde Batılılaşma sadece bir araçtır. Batılılaşmadan medet umularak bu yöndeki projeler, hayata geçirilir. (Pultar, 2007, s. 89)

Cumhuriyet modernleşmesinde ise durum tam tersine gelişir. Modernleşme asıldır ve din, gerektiğinde bu niyet için kullanılabilecek bir işleve sahiptir. Asıl hedef çağdaş uygarlık düzeyini yakalamaktır, bu hedefin kendisi bile modernliğin bir parçasıdır ve ancak Batılılaşmayla bu hedefe ulaşılabilir. Yeni rejimin modernleşme konusundaki ısrarı, çok geçmeden, toplumsal âdet ve geleneklerin dinsel ifadelerle gerekçelendirilmiş bir tepkisiyle karşılaşır. Geleneksel muhalefet de, güncellenmiş itirazlarını dinsel bir söylem eşliğinde kurar. “Din elden gidiyor” şeklinde sloganlaştırılan kaygılar, dinsel duyarlılıkları harekete geçirmekte gecikmez Modernleşmeye karşı direnç gösteren geleneksel/toplumsal refleksler, karşısında Cumhuriyet’in kendi referans sistemini harekete geçiren karşı çıkışları bulur. (Pultar, 2007, s. 89)

Türk modernleşmesinin kendine özgü bir yönteme sahip olduğu her zaman söylenmektedir. Bu söylemlerde, Osmanlı modernleşmesinden farklı olarak modern Türkiye Cumhuriyeti’nin dinin siyasal ve kamusal rollerini yok edecek bir dizi kararı hayata geçirdiğine vurgu yapılmaktadır. Bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin Ortodoks laiklik stratejisi içinde sık sık göze battığından söz edilmekte, bunun yanı sıra imam hatip liselerinin varlığı Tevhid-i Tedrisat Kanunu çerçevesinde tutarsız bir uygulama alanı olarak değerlendirilmektedir. Nihayet dinin, gündelik hayatta değişik ima ve eylemlerle kendine somut şekillerde yer edinme çabaları da bu eksen içinde değerlendirilmeye devam etmektedir.

1.2.3. Modernizm-Öteki

Birey, toplum hayatı içinde bir kimlik oluşturabilmek için öncelikle kendisine tanımladığı bir “ben” kavramı geliştirir. Daha sonra kendini “diğerleri”nden ayıran noktalar üzerinde durur. Kendisini diğerlerinden ayırırken onların kendisinden farklı

Referanslar

Benzer Belgeler

• Her türlü ikili karşıtlığın meşruiyetini inkar edin çünkü iki-kutuplu terimlere dayanarak yapılan bütün genellemelerin her zaman birkaç istisnası vardır ve bu

Bafltan sona -di’li zaman kipiyle ilerle- yen Sevgili Ars›z Ölüm, Türkiye taflras›nda yaflayan insan›n, Türk roman›n›n temel so- runsallar›na ba¤lanabilecek

Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölüm Başkanlığı Hacı Bayram Veli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel

Sahra altı bölgesinde (Sahra Çölü’nün güneyin- de yer alan bölge) Afrika’nın belki de en ilginç kuş- larından biri yaşar: Sekreter kuşu (Sagittarius ser-

Eger Adem levme (cezaya) mlistahak olmasayd1, o da biz de, Allah'm iskan ettigi §ekilde cennette olur- duk Halbuki Allah onu ceza olarak oradan ~lkatttl Onu, hakkmda

Modern dönemin bir gelenek olarak algılanmasının nedeni ise, tıpkı klasik yani eski gelenekte olduğu gibi, modern dönemin de insanoğlu tarafından üretilmiş olan

Mavi kelebek boyunbağlı bu genç adam, öteki kişi resimlerindeki gibi, peyzajlara oranla daha keskin çizgilerle, geometrik yüzeylerle saptanmıştır.. Bu­ nunla

Bu makalede Endüstri Devrimi’yle birlikte özellikle Almanya’da faaliyet gösteren bazı porselen fabrikalarında üretilmiş olan porselen bebeklerin tarihçesi, üretim