• Sonuç bulunamadı

Sosyolojik Çerçevede Biyolojik Cinsiyet Araştırmaları

1.2. Araştırmanın Amacı

2.1.1. Biyolojik Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Rolü

2.1.1.2. Sosyolojik Çerçevede Biyolojik Cinsiyet Araştırmaları

Kadın ya da erkek olmanın biyolojik yönünü ifade eden biyolojik cinsiyet tamamen doğuştan gelen bir yapıyla ilgilidir. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklar fizyolojik cinsiyet farkları olarak adlandırılabilir. Bu farklar genellikle erkek cinsinin lehine yorumlanmaktadır. Toplumsal hayatta da kadın ve erkeğin eşit olmamasının temelinde kadın ve erkeğin varoluşsal farklarının yattığını belirten birçok çalışma bulunmaktadır (Deaux, 1985; Unger ve Crawford, 1998; Yeşilorman, 2001; Dökmen, 2004). Örneğin hayvanlar dünyasında bazı ötücü kuşlarda erkekler öter dişiler ötemez. Bu konuda yapılan birçok deneyde dişi beyine sahip kuşlara testosteron verilerek dişi beyinin 'gelişmesi' sağlanmış ve böylece dişi kuşlar da ötme 'kabiliyetine' kavuşmuşlardır (Moir ve Jessel, 2002). Anlatının yönü ve çalışmanın bağlamı detaylı okunduğunda yukarıda ele alındığı gibi dişiliğin erkeklikten daha aşağıda olarak

22

değerlendirildiği göze çarpmaktadır. Bu temel bilgi gibi birçok hayvan deneyi; erkek cinsinin kadının 'bir gelişmişi' olduğu varsayımının kabulüne dayanmaktadır.

Hayvan deneylerinin ötesine geçildiğinde de kimi temel sayılan çalışmaların günümüzde artık pek de işlevsel olmayan genellemelere dayandığını söylemek mümkündür. Örneğin kadın cinsiyetine sahip bireylerin doğuştan getirdiği özelliklere dayanarak bilişsel performanslarının ve fonksiyonlarının erkeklerden az olduğundan ve bunun değişmeyeceğinden (Levy, 1972; Star, 1979), bebeklikten itibaren hareket kabiliyeti ve fiziksel gelişimin erkeğin lehine bir seyir izlediğinden, erkeğin kadından daha başarılı olmasını sağlayan şeyin erkeğin beyinsel gelişim farkı olduğundan (Walsh, 1997; Reinisch vd., 1997), kadınların mekânsal yeteneklerinin erkeklerden fizyolojik ve hormonal sebeplerle düşük olduğundan, aynı sebeple kadınların iletişim ve duygusal anlayış yeteneklerinin erkeklerden fizyolojik ve doğal olarak fazla olduğundan (Buffery ve Gray, 1972, Choi, 2001; Dökmen, 2004; Shute, 2005) bahseden çalışmalarla karşılaşmak mümkündür.

Stevens (1984) evrimsel olarak cinselliği incelemiş ve biyolojik farklılıklara odaklanmıştır. Bunu cinsellik üzerinden ele almıştır. Tieger (1980) ise yaptığı araştırmalarda doğal cinsiyet ayrımının şiddetle/ saldırganlıkla özellikle bir bağlantısı olduğundan söz etmiştir. İq, hastalıklar, ruh sağlığı bakımından da doğal ayrımın ve biyolojik farkların etkili olduğunu çalışan Lewontin vd. (1984) gibi çalışmalara rastlamak mümkündür. Bu gibi çalışmalar temel alındığında ilk etapta kadın ve erkek arasındaki farkın sadece biyolojik sebeplerle ve varoluşsal yeteneklerle açıklanması masum gibi görülebilmektedir. Fakat bu ön kabul devamında gerçekleşen birçok tuhaf çalışmanın da kendine yer bulmasına sebep olmuştur.

Bayerthal (1911) kadın ve erkeklerin kafa taslarının boyutunda farklılıklar olduğundan ve kadının daha küçük kafatasına sahip olması sebebiyle kadınların asla bir dahi olamayacağından söz eder. Moir ve Jessel'in (2002) aktarımıyla Gustave Le Bon da benzer şekilde kadın beyninin erkekten daha hafif olması sebebiyle kadınların daima erkeklerden geride ve başarısız olmaya mahkum olduğunu söylemektedir. Hess'in (1990) aktardığına göre birçok ''tarafsız'' uzman tarafından kaleme alınmış, kadın vücudunun yeterli ısıda olmadığı bu yüzden ruhlarının arınmadığı, beynin yanlış kısmıyla düşündükleri ve kafataslarının boyut farklılığı sebebiyle daima yetersiz olduklarına dair ''bilimsel'' argümanlar vardır. Connell'in (2017: s.247) aktarımıyla Theodor Reik'in cinsler arası duygusal farklılıklar makalesi kadın ve erkek cinsinin

23

biyolojik ve üremeyle ilgili yaradılışlarının yemek pişirmekten hırçınlığa, mobilya düşkünlüğünden şiddet eğilimine birçok konuyla ilgili olduğuna dair belirgin bir kaynak olarak ele alınabilmektedir.

Literatürde sıkça ortaya çıkan bir diğer kabul ise erkek/dişi beyin kavramlarıdır. Erkek beyni olarak adlandırılan ve erkeklik hormonuyla beslenen beynin dişi beyinden nasıl da üstün olduğuna dair spesifik çalışmalar da görmek mümkündür. Örneğin erkek beyni olarak adlandırılan beynin, harita okuma, soyutlama, el göz koordinasyonunda dişi beyinden üstün olduğundan bahseden, şiddet eğiliminin hormonlar sebebiyle doğrudan erkeğe ait olduğunu savunan ve erkeklerin duygularını erkek beynine sahip olması sebebiyle belli edemediklerinden/ edemeyeceklerinden bahseden birçok çalışma mevcuttur. Sadece erkek beyni değil kadınlık hormonuyla beslenen dişi beyine dair de çalışmalar vardır. Fizyolojik ve hormonal etkenler ile kadın beyninin yüzleri tanıma, iletişim kurma, karanlıkta daha iyi görme, renkleri ayırma, daha iyi işitme, değişimi fark etme, okuma ve lisan öğrenmede avantaj sağladığından ve sakinliğinin altyapısında bu hormonal/fizyolojik getirilerin yattığından bahseden çalışmalar da literatürde sıklıkla ortaya çıkmaktadır (Gentile, 1998; Moir ve Jessel, 2002).

Ebeveyn olmada annenin rolü çocuğun üzerinde daha fazla olarak algılanmaktadır. Bunun sebeplerinden birinin de ''erkek beyni'' olduğunu düşünen çalışmalar vardır. Buna göre, erkek beyni evlilikten sonra çocuğu kendine rakip görür ve bu yüzden ilginin neredeyse tamamı anneye kalır. Babanın çocuğuyla iletişimi ancak kendisi isterse daha sonradan oluşturulabilir. Erkek beyninin ve testosteronun yaptıkları bununla da sınırlı değildir. İşlerde başarıyı sağlayan temel şeyin de testosteron hormonu olduğunu öngören çalışmalar mevcuttur. Örneğin Moir ve Jessel'in (2002) aktardığı üzere Witleson'a göre kadın beyni ve hormonal dengesi mekânsal algısını düşürdüğü için kadınlardan asla başarılı mimarlar olamayacaktır. Witleson'ın 1600'ler İngiltere'sinde Leydi Elizabeth Wilbraham'ın yaptığı 400 üzerinde binada 'kadınların uygulama yapmasına izin verilmediği' için yapılarını kontrole erkekleri gönderdiği dönemden haberi olmadığı düşünülebilir (Laurance, 2003, s. 293-303). Burada Witleson'ın kadınlar mimarlıkta neden az sorusuna yanıt ararken atladığı toplumsal duvarlar, yakından bakıldığında aslında o kadar da görünmez değildir.

24

Genellemeler ile topluma dair daha kolay çözümlemeler yapılacağına olan inanç sebebiyle bu gibi çalışmalara gösterilen ilgi uzun süreler devam etmiştir. Simone de Beauvoir'nın Kadın (1972) adlı eserinde kadınlık tipleri ve genellemelerini, benzer bir iş olarak A.Tolson'ın Erkekliğin sırları (1970) kitabında da erkeklik tipleri ve incelemelerini görebiliriz. M.Mead'in Male and Female (1950) isimli çalışmasında da yaptığı sınırlandırmalar ve genellemeler bu anlamda işimizi kolaylaştırıyor gibi görünmektedir. Tüm bunlar ve bu gibi çalışmalar temelinde ayrımı meşrulaştırmakta ve aslında 'diğerini belirginleştirerek' bireyi cinsiyetinin biyolojik çerçevesine kıstırmaktadır. Toplumda kadın ve erkek arasındaki ayrımın fizyolojik farklılıklara dayanmaktan oldukça uzak olduğunu, hatta bu ayrım inancının doğrudan kültürel önyargılar ve inançlar/ön kabuller temelinde şekillendiğini söylemektedir. Örneğin kadın ve erkek arasındaki biyolojik ayrımın keskinliğini göreceğimiz en belirgin örnek beyin ağırlığı kıyası olmaktadır. Uzunca bir dönem kadınların erkeklerden daha hafif bir beyne sahip olması sebebiyle erkekleri daha zeki ve başarılı görme eğilimi oluşmuştur. Üstelik bu argümanı gördüğümüz dönemde bir Afrika gri papağanının 15gram beyne sahip olmasına rağmen kendinden 30kat büyük beyne sahip bir inekten daha zeki olduğu da keşfedilmiş ve zekanın beyin ağırlığıyla ilgili olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Yani bilim de uzunca bir dönem konu kadın ve erkek ayrımı olduğunda kendi içinde tutarsız ve ikiyüzlü bir çizgide yürümüştür. Fine verdiği bu örnekle biyolojik cinsiyete dair genellemelerin nihayetinde aslında sadece birer nörocinsiyetçilik / nörocinsiyet ayrımcılığı olarak nitelendirmektedir (aktaran: Fine, 2010).

Ware (1981) ''Kadınlar, demografi ve kalkınma'' isimli çalışmasında gelişmemiş ülkelerde, gıdaya erişim kısıtlı bölgelerde kadınların erkeklerden önce öldüğünden bahsetmektedir. Bu kaynaktan yola çıkarak kadının doğuştan zayıf, dayanıksız ve narin doğaya sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır. Fakat çalışma ilerletildiğinde görüldüğü üzere bu durum gelişmiş ülkelerde farklıdır. Zengin ülkelerde temel beslenme sorunu olmadığında kadınlar erkeklerden daha çok yaşamaktadır. Yemeğe erişimin kısıtlı olduğu az gelişmiş yerlerde çalışan, sorumluluk alan erkek için ayrılan yemek kadına ayrılmamaktadır. Kadının sorumluluğu bu bölgelerde erkeğin gerisinde kaldığından aynı gıdaya erişim gibi sağlık hizmetlerinden yararlanmada da toplumsal eşitsizlik devreye girmekte ve kadınlar erkeklerden bu

25

sebeplerle daha önce ölmektedir. Görüldüğü üzere biyolojik gibi görünen basit bir anlatıda dahi dikkatli bakıldığında derin bir toplumsal açıklama mevcut görülmektedir. Moir ve Jessel (2002) birçok vaka üzerinden kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyet ayrımına temas etmektedir. İncelenen vakaların birçoğunda 'istenmeyen kadın-erkek' davranışları hormon desteği ve tedavisiyle çözülmeye çalışılmaktadır. Kitabın ele aldığı dönemde incelenen vakalara bakıldığında, kadın ve erkek çerçevesinin dışında gelişen tüm çocuklar ve bireyler için var olan sorunlara biyolojik müdahaleler ile çözüm aranmaktadır. Örneğin Moir ve Jessel'in (2002) de yer verdiği Money ve Ehrhardt'ın (1972) Ev dışı oyunları seven, erkeklerle oynayabilen, ev işleri yerine sosyal hayatta yer almayı hedefleyen kız çocuklarını ''kadınlığın dışında'' tanımlaması ve hormon düzeylerinin farklı olduğunu ileri sürmesi ilginç bir örnek olarak verilebilmektedir (Dökmen, 2004). Oysa ki tüm erkekleri örgü örmeye başlatmanın, kadınları ise makinelerle daha içli dışlı olmaya yönlendirmenin bir miktar hormon enjekte etmekle çözülemeyecek kadar komplike bir yapısı olduğunu görmek gerekmektedir (Connell, 2017).

Erkekler ve kadınlar arasındaki farkların genetik olduğuna dair birçok çalışma bulunsa da Giddens'e (2008) göre bu farkların biyolojik temelleri olduğunu ispatlamak oldukça zordur. Kadın ve erkekler arasında bir fark var ise bu tamamıyla cinsiyetin toplumsal yorumundan yani toplumsal cinsiyet ve cinsiyet rollerinden kaynaklanmaktadır.

Ryan, vd., (2008) cinsiyetin gizemleri isimli kitabında dişi ve erilin Amerikan tarihi süresince nasıl farklı anlamlara geldiğini irdelemiştir. Bu kitap, erkeklik ve kadınlığın kültür ve toplum değiştikçe manasının nasıl değiştiğine odaklanmaktadır. Kitabın isminde ise gender yerine sex kelimesi kullanılmıştır. Bu durum toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyetin bir terminolojik ayrıma ihtiyaç duyduğu fikrini yeniden tartışmaya açmıştır. Tam bu noktada toplumsal cinsiyet kavramının ve cinsiyet rollerinin dinamiğini anlamak ve doğruca yorumlamak bir kez daha önem kazanmaktadır.

26