• Sonuç bulunamadı

Biyolojik Cinsiyetin Kavramsal Analizi

1.2. Araştırmanın Amacı

2.1.1. Biyolojik Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Rolü

2.1.1.1. Biyolojik Cinsiyetin Kavramsal Analizi

İnsan bedenini var oluşumuza dair maddesel bir kanıt olarak ele aldığımızda, dünyayla kurduğumuz iletişimin çıktısına dair ipuçları görünür olmaktadır. Beden, toplum içerisinde bireyin ne olduğunun bir aynası olarak ortaya çıkmaktadır. Baudrillard (2008, s.163) bedenin sınıfsal ve bilgi temelinde bir üstünlük, iktidar olanağı haline geldiğinden ve incelenen toplumsal sınıfların beğeni ve zevklerine dair fikir edinmemize yardımcı olduğundan bahsetmektedir. Turner da (2001) insan bedenini bir temsiliyet olarak tarif etmektedir. Buna göre dış dünyayla kurulan ilişkinin simgesel anlamda yansıması, bedensel varlığa indirgenmektedir. Bedenler, bizi anlatan hikayeyi tam olarak ortaya dökmese de ilk etapta fikir veren önemli bir ipucu olarak değerlendirilmektedir (Mortaş, 2009, s. 174).

Bedenler simgesel olarak bütün bilgiye varmada bir ipucu olarak ele alındığında kadın ve erkek cinsiyetini doğru anlamak da önem kazanmaktadır. Descartes tarafından ortaya atılan, insanın mana ve gerçek (beden) yönüyle başlayan yorumlanışında, ilk olarak akılla eşleştirilen ruhun erkek cinsiyle temsil edildiği, doğayla eşleştirilen bedenin ise kadınla özdeşleştiği görülmektedir. Kadın ve erkek temsilleri ile daima çift kutuplu bir analiz söz konusudur. Dini inanışlarda da toplumsal mitler gibi ruh ve bedenin keskin ayrımı ve farklılığına rağmen bütünlüğü ele alınmıştır. Bacon, doğalın ve doğanın dişi, aklın ve mantığın ise erkek olduğuna dair keskin fikirleriyle tartışmanı merkezinde yer almıştır. Detaylı incelendiğinde görülmektedir ki hem bilgi çerçevesinde hem de ruhani perspektifte var olan bu cinsiyetçi metaforlar daima bir ikili karşıtlıklar sistemi (eril ve dişil ayrım) inşa etmiştir (Özkazanç, 2010).

Aydınlanmadan ve aydınlanma filozoflarının çeşitli fikir yürütmelerinden sonra bu iki kutupluluğun arası nispeten kapanmıştır. İkili zıtlıklar sistemine dair Baudrillard'ın (2008) bedeni, ruhu sarmalayan ve var eden şey olarak tanımlaması ile eril ve dişil düşünüş biçimi bütüncül biçimde de yorumlanabildiği görülmektedir. Beden tartışmaları ve yorumlamalarının nihayetinde bedenin tanımlanmasında ve bir anlam kazanmasında en önemli öncül ise biyolojik cinsiyet kavramında bir araya gelinmesi olmuştur. Laqueur 'un (1990) aktarımıyla ancak 18. Yy'da şimdiki anladığımız şekliyle biyolojik cinsiyet icat edilmiştir. Yazara göre 18. Yy. öncesinde kadın ve erkek cinsel organları tek bir cinsel organ olarak düşünülmektedir. Bu fikre

16

göre kadının cinsel organı içerde erkeğinki ise dışarıda bulunmaktadır. 18. Yy'dan sonra iki biyolojik üreme organı birbirinden farklı olarak tanımlanmış ve erkek ve kadının biyolojik cinsiyet ayrımı bu tarihten sonra başlamıştır.

Elçik (2010) bu dönemden sonra erkek ve kadınların iskelet ve sinir sistemlerinin ayrı ayrı incelendiği ve yorumlandığından ve bu dönemde kadınların cinsel organlarının boyunduruğuyla hareket eden, onun tarafından yönlendirilen sevgiden yoksun canlılar olduğu fikrine varıldığından bahsetmektedir. Erkeklerden farklı olarak nitelenen kadın, uzunca süreler boyunca marazlı bir erkek olarak nitelendirilmiş, eksik görülmüştür. Örneğin doğurganlığın sembolü olan 'kadın hastalığı'nın tedavi edilmesi gereken bir bozulma olduğu düşünülmüş ve bunun için uzunca süreler (1870 sonrası) kadın kısırlaştırmaları yaygınlaşmıştır. Bu eğilim yumurtalığın üremedeki işlevi netleşene kadar devam etmiştir. Köse (2009) bu tuhaf dönemin günümüze değin benzer bir aktarımla geldiğinden söz etmekte ve örnek vermektedir. Kadınlar bugün bile regl dönemlerini 'hasta' olarak nitelendirme eğilimi taşımaktadırlar. Yazara göre biyolojik cinsiyeti temeline alan yaklaşımların uzunca yıllar ön planda olmasının etkileri günümüze dek uzanmıştır.

Biyolojik cinsiyetin yukarıda bahsi geçtiği üzere ''erkek'' ve ''eksik erkek'' bedeni olarak kabul görmesi uzunca yıllar boyunca normal sayılmıştır. Annandale ve Hunt (1990: 42) biyolojik cinsiyet ayrımının sağlık ve hastalık noktasında nasıl kadın ve erkeği temsil ettiğini: ''Hasta olmak kadına dair bir özellik olarak algılanır.

Erkekler ihtiyaçları görmezden gelir ve erkekliklerinin bir getirisi olarak yardıma ihtiyaç duymamaya, hastalanmamaya çalışırlar'' şekline açıklamaktadır.

Oysa biyolojik cinsiyetin tanımladığı alan ancak beden morfolojisine atıftan

ibarettir ve ruhsal, sosyal alanlara etkisi fizyolojik sebeplerle açıklanamaz (Grosz,

2011, s.65-66). Elbette biyolojik cinsiyetin oluşum süreci ve devamında insan vücudunda hakim olan, ağır basan hormonlar (Erkekte testosteron kadında Östrojen) bireyin vücudu gibi davranışlarının da şekillenmesinde etkili olmaktadır. (Bu etkilere detaylı olarak biyolojik cinsiyet ile ilgili yapılan çalışmalar kısmında değinilmektedir.) Fakat bu etkiler örneğin bireylerin boks sporuna ilgi duymasını testosterona bağlayan bir şiddet eğilimi ile açıklayabilirken, bireyin yemek seçiminde öncül etken olamayacak kadar zayıf ve genel kalmaktadır.

17

Türk Dil Kurumu cinsiyet sözcüğünü ''Bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği, eşey, cinslik, seks'' olarak tanımlamaktadır (TDK, 2020). Biyolojik cinsiyet en genel haliyle cinsiyet kromozomlarınca belirlenen işleve, yapıya ve davranışa dair özelliklerin bütünüdür ( Torgrimson ve Minson, 2005).

Homosapiens (modern insan); taşıdığı biyolojik özellikler bakımından kadın ve erkek cinsiyeti olarak temelde ikiye ayrılmaktadır. Kadın ve erkek biyolojik cinsiyetinin öyküsü anne karnında 46 kromozomum eşleşmesiyle başlar. Bu doğal süreç içerisinde anneden (XX) ve babadan (XY) aktarılan kromozomlar homosapiensin cinsiyetini de belirler. Babadan gelen spermde Y kromozomunun aktif olması ile bebek erkek cinsiyetine X'in aktif olması halinde ise kız cinsiyetine sahip olur (Moir ve Jessel,2002). Cinsiyet; biyolojik, genetik ve de fizyolojik ayrımlardan yola çıkarak insanları gruplandırmak için kullanılan öncül ölçütlerden biridir. Doğal olan biyolojik cinsiyet, dünyanın her yerinde aynı şekilde kabul görmektedir (Lindsey, 1990; Basow, 1992; Bhasin, 1994; Yaltkaya, 1995; Staggenborg, 1998; Akın ve Demirel, 2003; Dökmen, 2004; Demirel, 2005).

Borna ve White'a (2003, s. 89-99) göre biyolojik farklılıklar ve cinsiyet ayrımı, vücudun ürettiği hormonlar, hücreler, sperm ve yumurtalara bağlıdır. Aynı zamanda dışarıdan görülen saçlar, göğüsler ve cinsel uzuvlara göre kıyaslanabilen bir yapıya sahiptir. Dünya sağlık örgütünün biyolojik cinsiyet farklarına dair açıklamasında; ''kadınlar regl olur ve hamile kalabilirler, erkeklerin testisleri vardır, kadınların göğüsleri vardır, erkekler kadınlara göre daha iri kemiklidir'' temel gibi ifadeleri açıklayıcı olarak kullanmaktadır (Gender Matters, 2007).

Biyolojik cinsiyetin getirileri, bireyleri toplumda var edebilme ve görünür kılabilme noktasında da ortaya çıkabilmektedir. Örneğin bazı toplumsal sınıflar için üreme sosyal statü kaynağı olabilmektedir. Çocuk yapabilmiş bir erkek daha erkek, doğurabilmiş bir kadın ise daha kadın olarak görülmektedir. İşte tam burada biyolojik cinsiyetin getirilerinin toplumsal dinamiklerle kesiştiğini görmek gerekmektedir. Bu kesişimi anlamlandırabilmek ve açıklayabilmek için yalnızca fizyolojik getirilerden ya da hormonlardan söz etmek yetmemektedir.

Benzer şekilde biyolojik cinsiyet ile ilgili Maccoby ve Jacklin'in (1974) cinsiyet farklarının sıkça tartışıldığı dönemde 1600 araştırma üzerinde yaptıkları derin

18

analiz sonucunda aslında kadın ve erkek biyolojik cinsiyeti arasındaki farkın beklenenin çok altında olduğu sonucuna varılmıştır. Berk (1994), Eagly (1995) ve Franzi'nin (1996) yaptığı inceleme ve aktarımlar neticesinde aslında kadınlar ve erkekler arasında yapılan bunca araştırmada görülen şey sözel yeteneklerde kadınların, matematiksel alanda ve saldırganlık noktasında da erkeklerin çok ufak farklar ile önde olduğudur. Bu basit ve düşük aralıklı farklar aslında kadın ve erkeği birbirinden 'ayrı' yapmaya yetmemektedir. Buradan yola çıkarak da aslında kadın ve erkek arasındaki farkın toplumsal olabileceğinden ve cinsiyetin salt biyolojik manasının yeterli olmadığından söz etmek daha mümkün hale gelmektedir.

Connell'e göre (2017: s.124-137) de kadın ve erkek farklıdır fakat bu fark ying ve yang kadar keskin değildir. Aslında kişinin cinsiyet kimliği, kadın ve erkek arasındaki doğal farkın bir yansıması, ifadesi olmaktan çok doğal bir benzerliğin üstünün örtülmesidir. Dikkatli bakıldığında belirgin biyolojik farkların, üzerinde durulmayan benzerliklerin yanında ufaldığı gözlenebilmektedir. Toplumsal pratiklerle kadın ve erkek arasındaki farklar abartılarak kişinin toplumda kapladığı alan belirginleşmekte ve bu farklılıkların vurgusu aslında kişiye bir karakter, bir etiket bir imge kazandırmaktadır. İnsanların kadın ve erkek arasındaki farkı belirginleştirerek kendi davranışlarında yaptıkları bu vurgu, kadın ve erkek arasındaki biyolojik ayrımdan ziyade toplum tarafından algılanışlarına yönelik olmaktadır. Erkekliğin fiziksel olarak anlamını açıklarken yazar ''erkeğin boyu, posu, hareketleri, duruşu,

verdiği tepkiler, hareketlerini ayarlayışı, farklı alanlarda farklı davranışı ve daha birçok şey XY kromozomuyla ilgili değildir. Erkeklik organıyla da ya da testosteronla da ilgili değildir. Bu, erkekliğin toplumsal olarak ne ifade ettiğiyle ilgilidir ve ona göre değişir'' ifadelerini kullanmaktadır.

Biyolojik olarak erkek ya da kadın bedeninde doğan çocuk, ferdi olacağı toplumun dinamiklerini ilk günden itibaren öğrenmeye başlar. Toplumlar bireylerden belirli fiziksel, zihinsel ve sosyal beceriler beklerler. Bu becerileri edinme süreci ise toplumsallaşma süreci olarak açıklanır (Tishler, 2011). Hayatta kalmak ve birey olabilmek için sosyalleşen insan toplumun kabullerini ve retlerini öğrenir. Toplumsal doğrular ve yanlışlar bireyi belirli kalıplara sokmaktadır. Toplumun bireyden beklediği ilgi, tutum ve davranışlar bireyin biyolojik cinsiyetiyle de doğrudan bağlantılı olmaktadır. Hiçbir çocuk şefkat dolu bir anne, narin bir balerin, kuralcı bir baba ya da otoriter bir polis olarak doğmaz. Bu becerileri zamanla ''öğrenir''. Toplumun

19

kadın ve erkek cinsiyetinden beklentileri farklıdır. Toplumsallaşma süreciyle birlikte bireyler biyolojik cinsiyetlerini temeline alan toplumsal kalıplara girmektedir (Wienclaw, 2011).

Kirman'a (2011) göre de durum benzerdir. Cinsiyet, kadın ve erkekleri iki cinse ayırırken temel dayanağı üremeyi mümkün kılan farklılıklardır ve sadece bu yöne vurgu yapmasıyla bireyi açıklamakta eksik kalır. Çünkü insan, üremeden ve üremeyle ilgili hedeflerinden çok daha fazlasıdır.

Brym'e (1995) göre cinselliği mümkün kılmak için beşeri bir tanım olan cinsiyet biyolojik ve fizyolojik bir tanımken kadın ve erkek cinsiyetine biçim verme, anlam katma, teşvik etme ve yaşama kısmı tümüyle kültürel bir temele dayanır (aktaran: Atay 2012). Bu kültürel temel sosyalleşme ve toplumsallaşma süreciyle birlikte meydana gelmektedir.

Toplum içerisinde bireyi salt biyolojik cinsiyeti ile tanımlamak ve sınıflandırmak birçok yönden eksik kalmaktadır. Çünkü birey kadın ya da erkek bedeninde doğduktan sonra toplumsal öğretilerle kadın ve erkek olmanın bilincine varmaktadır. Kadın ya da erkek olmak, toplumun cinsiyet normlarını öğrenerek bunlardan bir cinsiyet kimliği oluşturmakla mümkündür (Ryle, 2011).

Taborga ve Leach'in (2001) tanımı da bu noktada geniş bir perspektif sunmaktadır. Kadın ve erkek olarak doğmanın insana sağladığı varoluşsal özellikler cinsiyeti kültürel anlamda toplumsal ilişkiler ağı içerisinde gelişen farklılıklar yani kadın ya da erkek olma bilinci ve getirileri ise cinsi (gender) tanımlamaktadır. Burada ele alınan cins (gender) sözcüğünün zamanla toplumsal cinsiyet kavramı ile daha net ifade edildiği ve türkçeleştiği söylenebilir.

Biyolojik cinsiyet doğuştan ve genel çerçevede değiştirilemez özellikleri beraberinde getirirken toplumsal cinsiyet kavramı toplumsal yapı içerisinde şekillenen, değişken ve esnek bir yapı sergilemektedir. Connell (2017) cinsiyetler arasındaki biyolojik farkın üremedeki basit bir işlevsel bütünleyicilik sistemi olduğundan bahseder. Bu yalın bilginin toplumsal kurumlara, normlara, yaşayışa mal edilmesi için hiçbir neden yoktur.

Kadın ve erkek beyninden bahsederken ve kıyaslarken kafa taslarımızın içinde kadın ve erkek adıyla anılan bir ürün var gibi düşünebiliriz. Fakat insanı toplum içerisinde şekillendiren şey sadece doğuştan getirdiği iq ve fizyolojik yeterlilikler değil

20

aynı zamanda ruhudur. Ruh dediğimiz varlık, beyinde toplanmış bir et parçasının içinde sıkışmaz. Ruh, kültür tarafından şekillendirilen ve buna uygun psikolojik süreçlerle büyüyen bir yapıya dönüşür (Kitayama ve Cohen, 2007). Sosyal ve kültürel anlamda incelendiğinde zihnin izole edilemeyecek kadar karmaşık bir yapı olduğu görülmektedir. Banaji (2001) de bu konuyla ilgili olarak benliğin, kültürden ayrıldığı çizginin belirsizliğinden bahseder. Zihin ve ruh kültürel kodlarla biçimlenmekte ve böylece bireyi var etmektedir. Bu bağlamda Fine (2010) da toplumda kadın ve erkek arasındaki ayrımın fizyolojik farklılıklara dayanmaktan oldukça uzaklaştığını, kültürel önyargılar ve inanç temelinde şekillendiğini söylemektedir.

İnsan beyni yaşantılar, sosyal dünya, düşünüş ve davranışlar, normlar ve kişisel çevre ile birlikte değişir ve yapılanır. Nöroyapısalcı perspektife göre genler beyin ve çevre arasında var olan bu sürekli etkileşimin sonucunda tatlı bir karmaşa oluşturur ve buna göre yenilenir. Özellikle çevremiz birçok yayın tarafından davranışımızın ve düşünüşümüzün, kendimizi tanımlama biçimimizin değişmesinde en önemli etken olarak görülmekte ve bununla da kalmayıp genlerimizin ifade ettiği şeyi de tümden değiştirebilmektedir (Lickliter ve Honeycutt, 2003; Mareschal vd., 2007; Fine, 2010). Dolayısıyla toplumla ilgili çıkarımlarda bulunmak için salt biyolojik cinsiyet temelli kadın ve erkek ayrımını kullanmak yetersiz kalmaktadır. Toplumun dinamiklerini yorumlarken cinsiyeti de toplumsal çevreden ve öğretilerden soyutlayarak salt biyolojik özellikler çerçevesinde değerlendirmek, gerçek ayrımın fark edilmesinin önüne geçebilmektedir.

Beynin devreleri, fiziksel, sosyal ve kültürel çevrenin, davranış ve düşüncelerin bir ürünüdür. Yaptığımız seçimler, deneyimlerimiz ve hareketlerimiz doğrudan yahut gen ifadesinin değişiklikleri ile beyni değiştiren sinirsel faaliyetlere sebep olmaktadır. Bu durum nöroşekillendirilebilirlik (Neuroplasticity) olarak ele alınmaktadır. Nöroşekillendirilebilirlik toplumsal cinsiyetin bir sosyal fenomen olarak beyne iletilip, serebral biyolojinin bir parçası haline geldiğini açıklamaktadır. Örneğin nasıl davrandığımız ve hatta ne düşündüğümüz, cinsiyet hormonlarının seviyelerine etki edebilmektedir. Yani düşünce kalıplarımız hormonal dengemizi değiştirebilmektedir. Kültür ve ruh birbirinin çok yönlü tamamlayıcısıdır ve toplumsal, ahlaki ve politik mücadelelerimiz doğrudan fizyolojik varlığımızın ta kendisini anlamlandırır, şekillendirir ve böylece insan dediğimiz varlık bütüncül bir bedene bürünür. Hiçbir özellik salt bir cinse zimmetlenemez. İnsan, kültür ile zihnini ve bedenini yeniden

21

programlayabiliyorsa Kimmel (2008) tam bu noktada örneğin rekabetin, hırsın, cesaretin, sevgi ve şefkatin insani özellikler olduğundan ve bir cinse ait olamayacağından bahseder. Bu tartışmada nihayetinde cinsler arası farklılıkların aslında kültürel kodlarla, politik yargılarla, toplumsal normlarla beynimizin ve varoluşumuzun bir savaşından ibaret olduğu sonucuna varılabilmektedir (Schweder ve Sullivan, 1993; Fausto-Sterling, 2000; Kaplan ve Rogers, 2003; Draganski vd.,2004; Kaiser vd, 2009).

Biyolojik cinsiyet toplum ilişkilerini, iktidar örüntülerini ve toplumsal anlamları yaratacak güçte ve kapsamda değildir. Biyoloji, basit ayrımlara işaret ederken biyolojinin getirdiği farkı yorumlayabilmek toplumsal anlamları çözümleyebilmekle ilgilidir. Toplumu anlamak ancak biyolojik cinsiyetin toplumsal bağını anlamakla mümkün olabilmektedir (Akın, 2007: Sançar, 2009). Bu noktada Toplumsal cinsiyet kavramı; kadınlar ve erkeklerin toplum içerisindeki sorumluluklarını, fırsat ve ihtiyaçlarını, rollerini analize yarayan kültürel ve sosyo- ekonomik bir değişken olarak ortaya çıkmaktadır ve daima güncel tutulması gereken, açıklamaya ve detaylandırılmaya ihtiyaç duyan bir kavram olarak ele alınmaktadır (Uzun, 2005)