• Sonuç bulunamadı

Sefere katılmayanlarla ilgili olarak önce şunlar nazara verilir:

MEDENÎ AYETLERDE MÜNAFIK TİPLEMESİ VE NİFAKIN TEŞHİSİNDE SAVAŞ FONKSİYONU

1- Sefere katılmayanlarla ilgili olarak önce şunlar nazara verilir:

2- Sefere katılanlar.

1- Sefere katılmayanlarla ilgili olarak önce şunlar nazara verilir:

“Eğer (bu sefer) bir dünya menfaati ve orta hâlli bir sefer olsaydı, seninle gelirlerdi. Lakin o meşakkatli mesafe kendilerine uzak geldi. ‘Gücümüz yet-seydi, sizinle beraber çıkardık’ diye Allah’a yemin edecekler, nefislerini hela-ke sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar yalancıdırlar.” (Tevbe, 42)

Münafık, menfaatinin takipçisidir. Allah yolunda sefere katılmak, gerekirse bu uğurda can vermek gibi yüce ideallerden mahrumdur. Sefere katılmakla, kesin bir menfaat elde edeceğini bilse, hiç durmaz, hemen gelir. Fakat ganimet gibi bir menfaat garantisi yoksa, mümkünse geride kalmaya çalışır.

Nitekim münafıklardan pek çoğu Hz. Peygambere gelip izin istemişler, O da bunlara izin vermiştir. Cenab-ı Hak, latif bir itabla Rasulüne şöyle seslenir:

“Allah seni affetsin, niye onlara izin verdin? Ta ki sadık olanlar sana te-beyyün etseydi ve yalancıları bilseydin.” (Tevbe, 43)

Bu ayet, peygamberler için içtihadın caiz olduğuna delalet eder. Yani, vahiyle bildirilmeyen hususlarda, peygamber kendi içtihadıyla amel eder. Buradaki itab, efdali terkten dolayıdır.1

“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad et-meleri hususunda senden izin istemezler. Allah, müttakileri bilendir.” (Tev-be, 44)

Kamil iman sahipleri, böyle bir sefere seve seve katılırlar. Cihad realitesini göz ardı etmezler. Emredilen cihadı ifaya çalışırlar.

“Senden ancak, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüphe içinde olanlar izin isterler. Onlar, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar.” (Tev-be, 45)

Ortada hayatî bir seferberlik hâli varken, bir takım bahanelerle geri kalmak, münafıklık alametidir. Kalplerinde iman kökleşmiş olanlar, böyle bir vasatta “ Ya Rasulallah, bize izin ver, biz geride kalalım” demezler.

“Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık” diyenler samimi değillerdir.

Çünkü:

“Şayet çıkmak isteselerdi buna bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onla-rın çıkmasını kerih gördü de, onları alıkoydu. Kendilerine ‘oturanlarla bera-ber siz de oturun’ dendi.” (Tevbe,46)

Seferden geri kalan bu grup, sefere katılsa ne olurdu? Kaleler mi fethederler-di? Destanlar mı yazarlardı? Müslümanların kuvvetine kuvvet mi katarlardı?

“Şayet çıksalar ve içinizde olsalardı, bozgunculuktan başka bir faydaları olmazdı. Fitne çıkarmak için aranızda dolaşırlardı. İçinizden onlara kulak verecek bulunurdu. Allah, zalimleri bilendir.” (Tevbe, 47)

Nitekim sefere katılan münafıklar, bozgunculuk yapmış, fitne peşinde koş-muştur. “İçinizden onlara kulak verecek bulunurdu” ifadesi, beşerî bir zaafa işaret eder. Çünkü yalan haberin daima dinleyicileri olmuştur. Özellikle savaş ortamında yalan bir haber, kısa zamanda kulaktan kulağa yayılacaktır. Sözgelimi,

“Bizans, 200.000 askerle üzerimize geliyormuş” diye bir şayia çıksa, bu yalan ha-bere pek çok mü’min inanacaktı.

Fitne peşinde koşmak, nifakın temel karakterlerindendir. Hz. Peygamberin daha önceki savaşlarında da fitne çıkarmak isteyenler olmuştur:

1 Nesefi, Medariku’t-Tenzil, II, 128

“Doğrusu bunlar, daha önce de fitne peşinde koştular. Sana, türlü türlü işler çevirdiler. Derken, onlar hoşlanmasalar da hak geldi. Allah’ın emri zu-hur etti.” (Tevbe, 48)

“Onlardan bir kısmı da şöyle der: ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme.’

İyi bil ki, fitneye zaten düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” (Tev-be,49)

Hz. Peygamber savaşa giderken, geri kalma manevraları yapmak fitnenin ta kendisidir. Bazı rivayetlere göre, bu şekilde söyleyen Cedd Bin Kays’tır. Hz.

Peygamber’e “Ensar bilir ki, ben kadınlara düşkünümdür. Rum kızlarıyla beni fitneye düşürme. Malımla yardım edeyim, beni bırak” demiştir.1

Münafıklar, kederde ve sevinçte Müslümanlarla tam bir tezat hâlindedir.

“Sana bir iyilik gelirse bu, onları üzer. Eğer sana bir musibet gelirse ‘biz tedbirimizi almıştık’ derler, sevine sevine döner giderler.” (Tevbe, 50)

Mesela, Müslümanlar savaştan galip gelse ve ganimetle dönseler, bu hâl mü-nafıkları rahatsız eder. Fakat İslam ordularının mağlup olduğunu duysalar, “iyi ki biz katılmadık” deyip, memnun kalırlar.

“De ki: Bize, Allah’ın yazdığından başkası isabet etmez. O, bizim Mev-la’mızdır. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.

“De ki: Bizim için gözetlediğiniz şey (bizim açımızdan) iki güzelden bi-ridir. Biz ise, ya Allah’ın kendi katından veya bizim elimizle size bir azap indirmesini gözetliyoruz. Haydi, bekleyin bakalım. Biz de sizinle beraber bekliyoruz.” (Tevbe, 51-52)

Ayette “iki güzelden biri” şeklinde ifade edilen husus, “ya şehâdet, ya zafer-dir.”2 Mü’min, savaşta zafer için çalışır. Bazan da önüne şehâdet çıkar. Her ikisi de mü’min için güzeldir. Münafık ve kâfirler ise, böyle güzelliklerden mahrumdurlar.

“Ölürsek şehit olacağız” şeklinde bir beklentileri yoktur. Şöyle veya böyle belala-rını bulacaklardır. Ya doğrudan Allah onları cezalandıracak, ya da mü’minlerin eliyle belalarını verecektir.

Münafıklar, sefere katılmadıklarından dolayı sevinç içindedirler. Kur’an, on-ların bu hâlini şöyle değerlendirir:

“Geride kalanlar, Hz. Peygamber’e muhalefet etmek için oturup kalma-larına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten

hoş-1 Razi, Mefatihu’l-Gayb, XVI, 83 - 84; Nesefi, Medariku’t-Tenzil, II, hoş-129 2 Beydâvî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, I, 408

lanmadılar. Dediler ki: ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalar.” (Tevbe, 81)

Onlar, günlük sevinçlerle teselli bulmaktalar. Seferin sıcağından kurtuldular ama, Cehennem ateşinden kurtulamayacaklar.

Kur’an-ı Kerim, onları bu şekilde uyarır, akıllarına, hislerine hitap eder ve ardından çıkış yollarını gösterir:

“Artık, yaptıkları şeyler yüzünden az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 82) Şu ayetler ise, sefere katılmayan münafıkların sefer sonrası hâlini anlatır:

“Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: Özür be-yan etmeyin. Size asla inanmayacağız. Doğrusu, Allah bize durumlarınızdan haber verdi. Allah ve Rasulü yaptıklarınızı görecek, sonra gaybı ve şehâdeti (gizli ve açık her şeyi) bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı tek tek haber verecek.

Onlara vardığınızda, kendilerinden yüz çevirmeniz için Allah’a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Yaptıkla-rına karşılık varacakları yer, Cehennemdir.

Kendilerinden razı olmanız için yemin edecekler. Siz onlardan razı olsa-nız da, Allah o fasık topluluktan asla razı olmayacak.” (Tevbe, 94-96)

2- Tebük Seferi’ne katılan münafıklar da olmuştur. “Herkes kendi şâkile-sine (seciyeşâkile-sine) göre amel eder” (İsra, 84) ayetinin hükmünce, bunlar da, sefer esnasında münafıkane hareket ederler. Münafıkların genel karakterinde görülen istihza, korku, fitne çıkarmak... gibi hâller bunlarda da görülür. Mesela, Hz. Pey-gamberin toleransını yanlış değerlendirip, “O, her söyleneni dinleyen bir kulak-tır” derler. “İstediğimizi deriz, sonra da O’na varırız. O da söylediğimizi tasdik eder” diye düşünürler.1 Kur’an, bu hâli şöyle anlatır:

“Onlardan bir kısmı da var ki, Peygamberi incitiyorlar ve ‘O bir kulak-tır’ diyorlar. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır” (Tevbe,61).

Evet, o bir kulak. Lakin ne güzel bir kulak!2 Allah’tan gelen vahyi duyan bir kulak. Mü’minlerin görüşlerini dinleyen, onlara önem veren bir kulak...

Münafıklar, Hz. Peygamberi ve ehl-i imanı küçük görme küçüklüğü içinde-dirler. Sefer esnasında Hz. Peygamber’i kastedip, “şu adama bakın. Şam kalelerini, köşklerini fethe gidiyor! Heyhat, heyhat!” şeklinde konuşurlar. Hz. Peygamber,

1 Beydâvî, I Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 410; Nesefi, Medariku’t-Tenzil, II, 132 2 Nesefi, Medariku’t-Tenzil, II, 132

onların bu sözlerine muttali olur. Bu şekilde konuşanları huzuruna getirtir, “şöy-le, şöyle konuştunuz” diye onlara söyler. “Ey Allah’ın Nebisi, bizim konuşma-mız senin ve ashabın hakkında değildi. Yolu kısaltmak için birbirimizle şakalaşı-yorduk” diyerek durumu kurtarmaya çalışırlar.1 Onların bu hâline işaret olarak, Kur’an’da şöyle denir:

“Münafıklar, kalplerinde olanları haber veren bir sure inmesinden kor-ku içindedirler. De ki: Alay edin bakalım. Allah, korktuğunuzu ortaya çıka-racaktır.”

Eğer onlara sorsan, ‘biz ancak lafa dalmış, şakalaşıyorduk’ derler. De ki:

‘Allah’la, O’nun ayetleriyle ve Rasulüyle mi dalga geçiyorsunuz?

Boşuna özür dilemeyin. İmanınızdan sonra küfre düştünüz. Sizden bir topluluğu bağışlasak bile, diğer bir topluluğu, suçlu olduklarından dolayı cezalandıracağız.” (Tevbe, 64-66)

İki ay süren Tebük Seferi esnasında, Hz. Peygambere zaman zaman ayetler inmekte, seferden geri kalanların durumu haber verilmektedir. Münafıklardan Cülas Bin Süveyd, arkadaşlarına, “Muhammed’in Medine’deki arkadaşlarımız hakkında söyledikleri doğru ise, biz eşekten daha adiyiz” der. Medine’li Müs-lümanlardan Amir Bin Kays, bu sözleri duyunca, “evet der. Vallahi Peygamber doğru söylemektedir ve sen eşekten daha adisin!”

Bu tartışma Hz. Peygambere ulaşır. Cülas’ı çağırtır, sözlerini hatırlatır. Cülas, yemin ederek söylemediğini anlatır. Şu ayet, bu olaya işaret eder:2

“Söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki küfür kelime-sini söylediler. İslam’a girdikten sonra, küfre düştüler. Ve ulaşamadıkları şeyi planladılar (Tevbe,74).

Ayetin “ulaşamadıkları şeyi planladılar” kısmı, Hz. Peygamber’e yapılan bir suikastle alakalıdır. Tebük Seferi dönüşü on beş münafık, gecenin karanlığın-da Hz. Peygambere suikast teşebbüsünde bulunurlar. Teşebbüsleri neticesiz kalır.

Karanlıktan istifadeyle, ordunun içinde kaybolurlar, yakalanamazlar.3

Hz. Peygamberden istifade etmek yerine, bu gibi fitneler peşinde koşmak ne büyük bir bedbahtlıktır. Hâlbuki o yüce Peygamber, onlara en değerli hakikatleri, en kıymetli esasları getirmişti.

1 Razi, Mefatihu’l-Gayb, XVI, 122; Nesefi, Medariku’t-Tenzil, II,133-134 2 Razi, Mefatihu’l-Gayb, XVI, 136

3 Beydâvî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, I, 412

“Allah ve Resulü kendilerini imkân sahibi kıldı diye intikam almaya kal-kıştılar. Eğer tevbe ederlerse, haklarında hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı bir azapla cezalandırır. Artık onlara yeryüzünde ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (Tevbe, 74)

Ayette” eğer tevbe ederlerse, haklarında hayırlı olur” denilerek, onlara bir çıkış yolu gösterilmiştir. Gerek bu ayette ve gerekse münafıkların iç yüzünü anlatan başka ayetlerde, onları tevbeye sevk edecek, dillerindeki imanı kalpleri-ne indirecek ikazlar, hatırlatmalar mevcuttur. Bu ikaz ve hatırlatmalar, kalpleri-neticesini göstermiş, meyvesini vermiştir. Başlangıçta sayıları hayli fazla olan münafıklar, zamanla azalmıştır. Mesela, biraz önce bahsi geçen Cülas Bin Süveyd, tevbe edip samimi Müslüman olmuştur.1

Sonuç

Öyle görülüyor ki, Kur’an ayetlerinde münafıklarla ilgili hayli tesbitler ve değerlendirmeler vardır. Bu değerlendirmeler, genelde Hz. Peygamber devrinin olaylarıyla ilgili olmakla beraber, hemen her devirde emsalini görebileceğimiz olaylara ışık tutacak özellikler taşımaktadır. Zaten kıssadan maksat, ondan hisse alınmasıdır.

Bibliyoğrafya

ACLÛNİ, Muhammed, Keşfu’l- Hafa, Daru İhyai’t- Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1351 h.

BEYDAVİ, Kadı, Envaru’t- Tenzil ve Esraru’t- Te’vil, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1988 BUHARİ, Muhammed İsmail, Camiu’s-Sahih (Sahihu’l-Buhari) Çağrı Yay. İst. 1981 İBNU HİŞAM, Siretu’n- Nebeviyye, Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi, Beyrut, 1971 İBNU KESİR, Hafız, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Kahraman Yay. İst. 1985 İBNU MACE, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981

İBNU MANZUR, Lisanu’l-Arab, Daru Sadır, Beyrut İSFEHANİ, Ragıb, Müfredat, Daru’l- Kalem, Dımeşk 1992 KILIÇ, Sadık, Kur’an’a Göre Nifak, Furkan Yay. İst. 1982

KURT, Hasan, İslam İnancına Göre Nifak ve Münafık, Nesil Yay. İst. 2004 MÜSLİM, İbnu Haccac, Camiu’s- Sahih, (Sahihu Müslim), Çağrı Yay. İst. 1981 NESEFİ, Ebu’l-Berekat, Medariku’t-Tenzil, Daru’l-Fikr

NURSİ, Said, İşaratu’l-İ’caz, Mihrab Yay. Almanya

RAZİ, Fahreddin, Mefatihu’l-Gayb (Tefsiru Kebir), Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi

SEZİKLİ, Ahmet, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara, TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed, Sünen, Çağrı Yay. İst. 19811994

YAZIR, Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, ts.

YILDIZ, Abdullah, Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları, İz Yay. İst. 2000

1 Razi, Mefatihu’l-Gayb, XVI, 136

MÜZAKERE

Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ

“Medeni Ayetlerde Münafık Tiplemesi ve Nifakın Teşhisinde Savaş Fonksiyonu”

Muhterem Hocalarım, meslektaşlarım, sevgili öğrenciler, muhterem hazırûn, bu sempozyumun hazırlanmasında katkısı olan ve emeği geçen herkese teşekkür eder, hepinizi saygı ile selamlarım. Tebliğci hocamıza da bu güzel sunumundan dolayı teşekkür ederim. Medeni ayetlerden hareketle münafık konusunda belirli bir çerçeve çizmiş, münafıklığa götüren nedenler, münafıkların vasıfları ve ta-nınmaları ile ilgili önemli noktalar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bizim söz konusu tebliğle ilgili değerlendirmemiz eleştiriden ziyade bir katkı mahiyetinde olacaktır.

Tebliğde “münafık” kavramının lügavi yönü üzerinde durulup örnek geti-rilmekle beraber, kavramın semantik yönden de değerlendirilmesinin yapılması daha iyi olurdu. Malum olduğu gibi bir kavramın semantik yönden incelenmesi, o kavramın tarihi dönemler içerisinde maruz kaldığı anlam daralmaları veya geniş-lemelerinin yanında, onun diğer kavramlarla olan ilişkisinin ve anlam örgüsünün de incelenmesini gerektirir. İman-Küfür-nifak; mümin-kâfir-münafık kavramları böyle bir semantik değerlendirmeye konu olabilir. Izutsu’ya göre Kur’an küfür ile nifak arasında esaslı bir ayırım yapmamaktadır. Nitekim Kur’an’da münafıkla-rın birbirleriyle küfürde yarıştıklamünafıkla-rına işaret edilerek, Hz. Peygamber’den kâfirler ve münafıklarla mücadele etmesi istenmektedir. Nifak, mastar olarak bir olguya işaret ederken, münafık ism-i fail/sıfat olması hasebiyle devamlı bir duruma, bir vasfa, nifakın kimlik haline gelmesine işaret etmektedir. İmanla nifakın birbirleri-nin zıttı olmaları hasebiyle aynı anda bir arada olmaları mümkün değilken, mü-min bir kişide münafıklık alametleri olabilmektedir. Nifak alametlerinin olması, imandaki zafiyetin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak yine de böyle bir durum o kişiyi münafık kategorisine yerleştirmeyi gerektirir mi, niçin? Sonra beşer olarak bizim münafıklığın değil, münafıkların tespiti konusunda kesin bir çizgi çizme ve yargıya varma yetki ve imkânımız var mıdır? Bu noktalar üzerinde

durularak yorumun felsefi boyutta derinleştirilip zenginleştirilmesi iyi olurdu.

Tebliğde, münafıkların Medine döneminde ortaya çıkan yeni bir grup oldu-ğuna işaret edilmektedir. Bu değerlendirme, konu, Hicret’ten sonra Medine’de oluşan İslam toplumu açısından ele alındığında isabetlidir. Çünkü Mekke top-lumundaki konjonktür, orada İslam’a dahil olanlar arasında münafıklığın oluşu-muna engel bir durum arz etmektedir. Mekke döneminde Müslüman olanlara Allah’ın ve Resulü’nün vaat ettiği herhangi bir dünyevi menfaat, mevki-makam veya statü mevcut değildir. O ortamda Müslüman olmak, şüphesiz her türlü bas-kıyı, işkence, zulüm ve ölümü göze almayı gerektiriyordu. Yani hicretten önce Mekke’de yaşamakta olup da İslam dairesine giren topluluğun bireyleri açısından münafık olmanın psikolojik, sosyolojik ve maddi bir zemini olmadığı doğrudur.

Ancak münafıklık olgusunu insan-din ilişkisindeki samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü ve çifte standartlılığı ifade eden bir durum olarak ele aldığımızda, söz konusu olgunun sadece Medine’deki Müslüman topluluk arasında değil, Mekkeli müş-riklerin kendi dinleri ve Allah karşısındaki tutumları için de gerçekleştiğini an-layabiliriz. Nitekim Mekke döneminin ilk yıllarında bir bütün olarak indirilen Maun suresinde bu gerçeğe işaret edilmektedir. “…Yazıklar olsun o dua edenlere/

namaz kılanlara/ibadet edenlere ki onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gös-teriş (riya) yaparlar ve yardım etmeyi de menederler.” mealindeki ayetler (Maun, 107/4-7) birçok tefsirde her ne kadar Hicret sonrası Medine’de yaşayan Müslü-man toplulukla ilişkilendirilse de, gerçekte doğrudan Mekkeli müşriklerle, onla-rın reisleriyle bağlantılı gözükmektedir.

Mekke müşriklerinin Hz. İbrahim geleneğinden gelse bile büyük ölçüde yozlaşmış, inhiraf etmiş bir dinleri, Allah’a inansalar bile kendilerine özgü bir ilah anlayışları ve ibadet şekilleri vardı. Ancak şirkin damgasını vurduğu bu din, aslında bir ideoloji olarak mevcut statükoyu, hiyerarşik yapıyı ve sınıflı toplumu temsil ediyordu. Müşrik reislerinin dinle, ibadet ve Tanrı ile olan bağlantıları, dünyevi çıkar elde etmeye, statükoyu devam ettirmeye matuf samimiyetsiz ve ilkesiz bir zemine oturuyordu. Dolayısı ile dini yalanlayanların öne çıkan vasıfları, yetimi kakıştırmaları, fakir ve miskinleri doyurmaya yanaşmamaları, putları aracı kıldıkları ibadetlerinde riya yapmaları idi. İnsan-din-Tanrı ilişkisinde münafıklık olgusu her toplumda, o toplumun dini ve kültürel hayatında kendisine yer bula-rak bir şekilde kendisini ifade etmektedir. Nitekim Kur’an’da (Tevbe, 9/97) be-devilerin özelliklerine işaret edilirken, onların kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah’ın Resulü’ne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkın oldukları ifade edilmektedir.

Münafıklık konusu ele alınıp incelenirken, konunun incelenmesinin sadece Kur’an’ın nüzul asrıyla ve Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemle sınırlandırılması-nı uygun bulmuyoruz. Örneğin Medine’deki Müslüman topluluk arasında bir kısmını Hz. Peygamber’in de bildiği ama ifşa etmediği münafıklar vardı. Hz.

Peygamber’in vefatından sonra bu münafıklara ne oldu? Örneğin, Hz. Peygamber tarafından teşhir ve deşifre edilmeyen, o dönemde yaşayan Müslümanlar tarafın-dan da münafık olarak bilinmeyen ve münafık muamelesi yapılmayan bu kimse-ler, ilk kuşak ve daha sonra gelen Müslüman kuşaklar tarafından sahabe tanımı içerisine sokularak ihtiram mı gördüler, yoksa onların söz ve fiillerine ihtiyatla mı yaklaşıldı? Kur’an’ın nüzul asrından sonra bu kimselerin etkileri nasıl olmuştur?

İslam’ın bu konudaki ölçüsü nedir? Galiba bütün bu konular araştırma ve ince-lemeyi hak ediyor.

Kur’an’da münafıklarla ilgili anlatımlar ele alınırken, konuyu sadece içeri-sinde nifak veya münafık kelimelerinin geçtiği ayetlerle sınırlamak doğru olmaz.

Çünkü içerisinde bu kelimeler geçmediği halde, doğrudan münafıklıkla ilgili bir-çok ayet bulmak mümkündür. Örneğin Allah müminlerden müşrikleri, kâfirleri ve Ehl-i Kitab’ı dost edinmemelerini istemektedir. Müslüman olduğunu telaffuz ettiği halde, samimiyetle müminlerin tarafında yer almak yerine müşrikleri, kâ-firleri ve Ehl-i Kitab’ı dost edinmenin münafıklık alameti olduğu anlaşılmakta-dır. Ancak bu konunun değerlendirilmesi göründüğü kadar basit değildir. Çünkü müminleri başkalarını dost edinmemeye davet eden ayetlerin her birinin tarihi ve sosyolojik bağlamları, nüzul sebepleri var. Onları her zaman ve zeminde uygula-nacak mutlak hükümler olarak görmek, dinin tebliğ ve anlatımında tıkanmalara neden olabilir. Küreselleşme ile beraber demokrasi, özgürlükler ve çoğulculuk ko-nularındaki talep ve temayüller, Müslümanlar açısından bu konuların derinliğine incelenerek analiz edilmesini gerektirmektedir. Çünkü bu din, müminlerden baş-kalarını dost edinmelerini menederken, diğer taraftan mümin bir erkeğin Ehl-i Kitab’ın iffetli kadınlarıyla evlenmesine de izin vermektedir. İnsanın eşi, onun en yakın dostu ve sırdaşı olmaz mı? Yine İslam adına yola çıktığı halde cihad adı altında Nebevi yöntemden uzak, şaibeli, kaynağı meçhul, ötekileştirici ve çatıştır-macı temayül ve oluşumlar da mevcuttur. Daha önemlisi, İslam dünyasında din (İslam) adına yola çıktığını iddia eden birçok grup, cemaat, tarikat ve oluşum sadece kendisini haklı ve doğru, kendi dışındakileri ise yanlış olarak görme eği-limindedir. Mümin olmamız, elbette ki bütün müminleri kardeş bilip sevmeyi ve kucaklamayı gerektirir. Ancak, herhangi bir meselede bazı müminlerin, grup ve toplulukların yanlış yaptıklarını gördüğümüz halde, mümin olmamız mutla-ka yanlışlık yapanların safında yer almamızı gerektirir mi? Onların safında yer

almazsak, bu münafıkça bir tutum olur mu? Bu kesimlerin din adına içerisine düştükleri yanlışlıklar konusunda tutumumuz ne olmalıdır? Bütün bu konuların araştırılarak değerlendirilmesi gerekir.

Yine bu bağlamda Hz. Peygamber’in münafıkları teşhir etmemesi, onları tekfir etmemesi de İslam tarihi ve günümüz açısından mutlaka değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur. Hz. Peygamber döneminde İslam toplumunda mü-minlerin hiçbir şekilde birbirlerini tekfir ettiklerine şahit olmuyoruz. O dönem-de kendisini Müslüman olarak tanımlayanlar arasında birtakım hata ve ihtilaflar zuhur etse bile, bunlar İslam dairesi içerisinde kalınarak ıslah ve telafi edilme yoluna gidilmiş, hatalarından dolayı hiçbir Müslüman tekfir edilmemiştir. Bu ise İslam’ın inkişafını ve İslam dairesinin genişlemesini beraberinde getirmiştir.

Yine bu bağlamda Hz. Peygamber’in münafıkları teşhir etmemesi, onları tekfir etmemesi de İslam tarihi ve günümüz açısından mutlaka değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur. Hz. Peygamber döneminde İslam toplumunda mü-minlerin hiçbir şekilde birbirlerini tekfir ettiklerine şahit olmuyoruz. O dönem-de kendisini Müslüman olarak tanımlayanlar arasında birtakım hata ve ihtilaflar zuhur etse bile, bunlar İslam dairesi içerisinde kalınarak ıslah ve telafi edilme yoluna gidilmiş, hatalarından dolayı hiçbir Müslüman tekfir edilmemiştir. Bu ise İslam’ın inkişafını ve İslam dairesinin genişlemesini beraberinde getirmiştir.