• Sonuç bulunamadı

6.SAYI GELİNCİKLER

Belgede Çicek mecmuası (İnceleme-Metin) (sayfa 167-171)

Güzel, nazlı, şirin çiçek Sana meftun, insan, böcek Tepeleri… Bayırları… Tarlaları… Çayırları… Süslemekte güzel rengin Kâinatta yoktur dengin.

İnce, narin sak üstünde Kelebekler ‘al’ göğsünde

Bazen mahzun boynu bükük Bazen şatır, fakat küçük Bir sarsıntı onu döker Sanılır ki uçtu ‘ülker’ Seni ben ah pek severim Görsem kalmaz hiç elemim Mahzun kalbim sana meftun Buna olmaz mısın memnun

İstanbul Erkek Lisesi: M. Fehmi

TAHASSSÜR VE RİCA

Çiçek’imizi her hafta bekleriz Ne de şirin bembeyaz Çiçek’imiz? Dolgun goncasından bal emeceğim… Tatlı rayihası, ne güzel rengi?

Ne menekşe ne gül alamaz dengi… Çiçek’im; ta kalpten bir sual sana: “Ne için açmazsın her hafta bana’’ Ne olur benim de sözüme uysan… Şen sütunlarına sergüzeşt koysan… İsterim solmasın o tatlı çehren;

Ne olur her hafta beni güldürsen… Ey güzelim şirin Çiçek bak bana? On beş gün uzundur erken açsana…

Antalya Gazi Paşa Kız Mektebi Fatma Ahmet Şevki

İFTİRAK

Sınıf arkadaşım Cahit’e:

Bulunduğum ağaç altı, Ruhumda var bir karartı, Korkuyorum bunun bahtı, Kurulmuş bir keder tahtı, Dere çağlar bir ahenkle, Hem de güzel bir ak renkle; Söylenilen sözü dinle:

O “gam” ile sen de inle… Kuşlar öter; sürur ile;

Karışıktır gurur ile, Ben dinlerim iştiyakla;

Kalbim sızlar “iftirak” ile Namezun:7 Ağustos 926 K. Sadi Metin

ÇOCUKLUĞUM

Bir zamanlar gezerdim çiçekler arasında Koşardım böceklerin çırpınıp arkasında Sarı papatyaların… Güllerin karşısında Sıçrardım ben o günler

Ağaçlar arasına salıncaklar kurardım

Derelerden çaylardan hazin sesler duyardım Rüzgârlardan kuşlardan taliimi sorardım. Hülya imiş o günler

Gece mehtap olurdu.. Sahillere koşardım. Sandalları seyreder saadetten coşardım

Sevgililer gezerdi işlerini sorardım. Çocuklukmuş o günler

İşte ben o zamanlar ne kadar mesutmuşum. Yine bugün ki gibi kırlara meftunmuşum.. Mehtaba âşıkmışım hayattan memnunmuşum Hicran oldu o günler

Saadet muvakkatmiş şimdi hicran bitmiyor… Ah o eski rüyalar gözlerimden gitmiyor.. Bugün mecnun gibiyim gözyaşlarım dinmiyor. İsyan oldu o günler

Vefa Lisesi: Müeyyet

GÖK OĞLU

- Muhterem Muallimim Sinoplu Numan Sabit Bey’e-

Babasını Balkanlarda kaybetmişti o… Ne zaman gözlerini kapasa hayalinde sarp, dikenli bir kayalık canlanırdı. Babasının bu kayalıkta iki ayrı Bulgar neferiyle silahsız, göğüs göğse dövüştüğünü görür ve sonra onun yırtık elbisesinden dışarı fırlamış çıplak sinesine saplanan süngünün kemikleri çatırdatan sesini duyar gibi titrerdim. Vatanına sinesini veren bu muhterem pederin kayalıktan, otlara, dikenlere çarparak yuvalanırken husule getirdiği gürültüyü sanki ta yanında hisseder, kulakları, yürekler paralayıcı bir feryadın sada-yı canhıraşıyla yırtılır gibi olurdu. Ve o çehreyi hayal meyal seçmek isterdi. Bu kana, toprağa bulanmış, bu yaralı, delik deşik çehrenin son bir defa kımıldayarak fersiz gözlerini açtığını, ölümün soğuk pençesinde morarmış dudaklarının kendisine :” - Oğlum, adam ol.” dediğini zannederdi. O zaman bu kelimeler kulaklarında birer uğultu halinde yuvarlanırdı.

Annesini Harb-i Umumi’nin ilk senelerinden bir gününde ötede beride kalan eşyalarını, yazı yardımcılarımızdan beysandığındaki cihaz takımlarını satarken otomobil çiğnemişti. Ve bu bir Alman generalinin otomobili olduğu için şoföre hiçbir mesuliyet gelmemişti.

Hayatta bütün bütün yetim kaldıktan, kimsesiz, tesellisiz, istinatsız olduktan sonra onun için yegâne çare hayatını kazanmak, yaşamaktı… Ölmek… Evet bu,

belki daha kolay, daha zahmetsizdi… Hem nedir? Dünyada kuru bir benliği sefilane sürüdükten sonra… Fakat küçük gönlü bu zillete asla razı olmamıştı. Hayata mağlup olmayacaktı. Adam olacak… Babasının bu son arzusunu, vatan uğrunda ebediyen susmuş o muhterem dudakların şu mukaddes vasiyetini yerine getirecekti. İşte gönlünde yaşından mevkiinden büyük bir emeli vardı…

Bir gün onu da; uzaktan yakından tanıyanlar sokaktaki, sayısız tükenmek bitmek bilmeyen yetimler arasında gördüler. Naif vücudunda umulmayan bir kuvvetle o da bu sefiller kafilesine karışmıştı.

Bir gün bir [30 Ağustos] günü onu Ankara ufuklarında gördüler. Kartal bakışlı gözleri, ölmez, ölmemiş emeklerin fani olmayan meşaleleriyle tutuşmuştu. Ve iki kanat ortasında gâh yatarak, gâh dönerek, kıvrılarak gâh maviliklere yaslanarak, süzülerek, gâh nezrettiği muhayyel kurbanları kesmek için tayyaresiyle buluttan mabetlere dalarak semaları fethetmiş bir fatih gururuyla yükseklerde dolaşıyordu. Ama nasıl gururdu o…Hiçbir faniye nasip olmayan başka bir büyüklükle başka bir tesliyetle bu gurura bırakmıştı kendini… Bu gururla çok mütevazileşmişti o…

Fakat bu tayyaresi genci hiç kimse bilmiyordu, tanımıyordu. Nereden gelmişti. Kimdi kimin nesiydi, hangi bahtiyar ananın oğluydu. Sorulsa, kendi de kendini bilmezdi. Gök oğluyum diyordu. Nasıl yetiştiğinden bile haberi yoktu… O semada, sayısız tayyareler arasında nasıl meçhulleşiyor Büyük Millet Meclisi’nde sallanan dalgalanan bayrağa kanadını sürerek geçerken bile tanınmıyorsa yakından görenler de onun kim olduğunu bilmiyorlardı hem hiç bilmediler artık… Kendisine muhterem Tayyare Cemiyeti tarafından kahramanlık nişanı verilirken, bir aralık gözlerini kartal bakışlı ölmemiş emellerin fani olmayan meşaleleriyle tutuşan gözlerini aralık gün batısına çevirmişti. Ve ümit edilmeyen bir hüzünle bükülen boynunu hayretle temaşa eden insanlar onun bu acı bakışını yine anlamamışlardı. Sonra semada doğduğu gibi yine bir gün göklerde öleceğini düşünerek göğsünü şişirirken, dudaklarında mahzun bir tebessüm ile:

-Adam oldum baba, diye mırıldandığını ve bir an gözlerini kapadığını da duymamışlar, görmemişlerdi, gördüler, duydularsa da anlamamışlardı…

Bugün semada bayram var… Bu, ölmezlerin bayramıdır. Bu, fani olmayanların günüdür… Bu, “Gök oğlu’’nun düğünüdür… Gök oğlu evleniyor, Gök oğlu evleniyor.

21 Ağustos 26 Ankara: Muhip Atalay..

Belgede Çicek mecmuası (İnceleme-Metin) (sayfa 167-171)