• Sonuç bulunamadı

[Bu hikâye, Fransa’nın en meşhur masal muharriri olan “Şarla Pier” in eseridir. Pier diğer masalları da bundan sonra sıra ile neşr edeceğiz. Bu hikâyeler yalnız çocuk eğlencesi maiyetinde olmayıp kıymet-i edebiyeleri itibariyle de nevine en mümtaz eserlerdendir.]

Vaktiyle küçük bir köylü kızı vardı. Bu kız gözlerin gördüğü, kulakların işittiği güzel kızların en güzeliydi. Onun için annesi onu çılgıncasına sever, büyükannesi de büsbütün çıldırırdı. Bu ihtiyar kadıncağız ona " kırmızı külah " yaptırdı. Bu külah o güzel kıza o kadar yakıştı ki artık herkes onu " kırmızı külah " ismiyle anıp çağırmaya başladı.

Günlerden bir gün güzel kızın annesi gevrek pişirmişti. Kızını çağırıp dedi ki: - Git bak anneannen nasıl. İşittiğime göre hastaymış. Kendisine bir gevrekle bir çanak tuzsuz yağ götür.

Bunun üstüne kırmızı külah başka bir köyde oturan anneannesine gitmek üzere hemen yola çıktı. Yolda bir ormandan geçerken kurt babaya rast geldi. Kurt baba güzel kızı yemek sevdasına düştü. Fakat ormanda birtakım oduncular bulunduğundan bir türlü cesaret edemedi. Bunun üzerine güzel kıza nereye gittiğini sordu. Zavallı çocuk, kurdun sözlerini durup dinlemenin ne tehlikeli bir şey olduğunu bilmediğinden şu cevabı verdi:

- Anneannemi görmeye gidiyorum. Annemin gönderdiği gevrekle yağı götürüyorum.

Kurt tekrar sordu:

- Anneannen çok uzakta mı oturuyor? dedi. Kırmızı külah da şöyle cevap verdi:

- Ya! Evet. Ta işte orada bir değirmen görüyorsun ya. İşte onun ötesinde köyün ilk evinde oturuyor.

- Peki, o halde ben de gidip anneanneni göreyim. Ben bu yoldan gideyim, sen de şu yoldan git. Bakalım hangimiz daha evvel varacağız.

Kurt baba bu sözleri söyledikten sonra kestirme yoldan alabildiğine koşup gitmeye başladı. Küçük kız da uzun yoldan gidiyor ve fındık toplayarak, gelinciklerin başında koşarak ve rast geldiği çiçeklerden demetler yaparak vakit geçiriyordu. Kurt baba çok sürmeden anneannenin evine vasıl oldu. Kapıyı çaldı. Tak tak.

- Kim o?

Kurt baba sesini değiştirerek hemen cevap verdi:

- Benim, kızınız kırmızı külahım. Annemin gönderdiği bir gevrekle bir çanak tereyağını getirdim.

Biraz rahatsız olduğu için yatağında yatan zavallı ihtiyar nine de yattığı yerden şöyle bağırdı:

- İpi çek, mandal açılır. dedi. Kurt baba ipi çekti. Kapı açıldı.

Bunun üzerine kurt o anda ihtiyar kadının üstüne atlayıp zavallıcığı kaşla göz arasında yiyip yuttu. Çünkü kurt baba üç gündür bir şey yememişti.

Ondan sonra gidip kapıyı kapadı. Ve gelip ihtiyar ninenin yatağına girdi. Kırmızı külahı beklemeye başladı. Aradan biraz geçti. Kırmızı külah gelip kapıyı çaldı. Tak tak.

- Kim o?

Kurt babanın o kalın sesini işiten kırmızı külah evvela korktu. Fakat sonra anneannesinin nezle olduğuna hükmederek şöyle cevap verdi:

- Benim, kızınız kırmızı külahım. Size annemin gönderdiği bir gevrekle bir çanak tereyağını getirdim.

Kurt baba sesini biraz tatlılaştırarak: - İpi çek, mandal açılır. Dedi.

Kırmızı külah ipi çekti, hemen kapı açıldı. İhtiyar kurt güzel kızın içeri girdiğini görünce yorganın altına saklanarak dedi ki:

- Gevrekle yağ çanağını rafa koy da gel. Koynuma gir, beraber yatalım. Bunun üzerine kırmızı külah soyundu, gidip yatağa girdi. Ve anneannesinin yatak haliyle o kadar çirkin oluşuna hayret etti ve dedi ki:

- Anneanne ne büyük kolunuz var? - Seni iyi kucaklamak için yavrum.

- Anneanne, ne kocaman bacaklarınız var! - İyi koşmak için yavrum.

- Anneanne, ne iri kulaklarınız var! - İyi işitmek için yavrum.

- Anneanne, ne büyük gözleriniz var! - İyi görmek için yavrum.

- Anneanne, ne iri dişleriniz var! - Seni kolayca yemek için yavrum!

Hain kurt bu sözleri söyler söylemez kırmızı külahın üstüne atladı ve zavallıyı yiyip bitirdi.

HİSSE

Bu kıssadan anlaşılacağına göre birtakım genç çocuklar ve bilhassa güzel yapılı latif genç kızlar her önlerine gelenin sözlerini dinleyecek olurlarsa pek fena bir şey yapmış olurlar. Çünkü sonra kurdun birine gıda olup giderler. Kurt demekten maksadım, cins cins kurtlar olduğundan dolayıdır. Yani kurtlar gayet uysal ve sakin görünürler. Gürültüsüz, kavgasız olurlar. Samimi, hoş ve latif edalarla küçük hanımların peşlerine düşüp evlerine hatta odalarının içine kadar onları takip ederler. Fakat acaba bu kuzu gibi kurtların en vahşi kurtlardan daha tehlikeli olduğunu bilmeyen kalmış mıdır?

Küçük Hikâye Muharriri: Alfons DUDE Mütercimi: Hazım

YILDIZLAR

Vaktiyle Loyeren dağlarında çobanlık ederken haftalarca insan yüzü görmeden yaylalarda yapayalnız yaşadığım olurdu. Yanımda köpeğim Layri ile sürümden başka kimse bulunmazdı. Yalnız ara sıra Mon Doloj papazı ilaç yapmak için birtakım otlar toplamak üzere o civardan geçer ve bazen de kömürcülerden birinin simsiyah bir çehre ile geçtiği görülürdü. Fakat bütün bu saf insanlar, yalnızlığın tesiriyle adeta söz söylemek itiyadını kaybetmiş gibi sakin ve sakit kimselerdi. Onun için konuşmaktan hoşlanmazlar ve aşağıda yani şehirlerle köylerde görüşülüp konuşulan şeylerden tamamıyla bihaber yaşarlardı. İşte bundan dolayı her on beş günde bir aşağıdaki çiftlikten bana iki haftalık erzakımı getiren katırın bulunduğu dağa doğru yükselen yol üstünde gittikçe yaklaşan çıngırak sesini duymak ve sonra çiftlik uşağı küçük Miyaru’nun, cevval gözleriyle Nurad ninenin kırmızı horozunu görmek bu yalnızlıkta benim için en büyük saadet olurdu. Ben onlara memleketten havadis sorar, yeni doğanlarla yeni vaftizlerin tafsilatını hep onlardan öğrenirdim. Fakat asıl beni alakadar eden şey, efendimin kızı Matmazel İstefanet idi. Tekmil o havalinin en güzel kızı o idi. Onun için kendisiyle pek fazla alakadar olduğumu belli etmemeye çalışarak şenliklerle gece eğlentilerine çok gidip gitmediğini ve eve yeniden, çapkın gençler gelip gelmediğini sorup anlardım. Şimdi eğer siz bu gibi şeylerin bana ne aidiyeti olduğunu soracak olursanız ben de size derim ki; ben o zaman yirmi yaşında olduğum gibi, İstefanet de o yirmi senelik hayatımda gördüğüm kızların en güzeliydi.

Günlerden bir pazar günü ben on beş günlük erzakı bekleyip dururken Ester’in gelmesi her nedense pek gecikti. Onun için sabahleyin kendi kendime bu teehhürü kilisedeki büyük ayine atfettiğim gibi öğleye doğru da şiddetli bir fırtına başladığından yolların bozukluğundan dolayı katırın yola çıkamamış olmasına ihtimal verdim. Nihayet saat üçe doğru bulutlar çekilip gökyüzü temizlenmiş ve ıslak dağlar güneşin altında parlamaya başlamış olduğundan, yapraklardan damlayan suların şırıltısı ve derelerin taşkınlıkları içinde katırın boynundaki çıngırakların neşeli

bir bayram ahengi şeklinde akseden seslerini duymaya başladım. Fakat bu sefer hayvanı sevk eden ne küçük Miyaru ne de ihtiyar Nurad Nine idi. Bu sefer onu sevk ve idare eden... Söyleyin bakayım kimdi?... Bizim matmazeldi çocuklar!... Bizzat bizim matmazel heybenin orta yerine oturmuş. Ve bir taraftan fırtınanın bir taraftan da dağlardaki serin havanın tesiriyle yüzü büsbütün pembeleşmişti.

Küçük Miyaru hastaymış, Nurad Nine de bir müddet istirahat etmek üzere izin alıp çocuklarının yanına gitmiş. Güzel İstefanet katırdan inerken bana bütün bu havadisleri anlatıyor. Ve yolu şaşırdığından dolayı da geciktiğini söylüyordu. Fakat çiçekli kurdeleler tentenelerle müzeyyen bayramlık elbisesiyle parlak etekliğinden öyle anlaşılıyordu ki, yolunu şaşırıp çalılıklar arasında kalmış olmaktan ziyade yer yer de dans ederek gecikmiş olması daha makul olmak lazım gelirdi. Ah bilseniz o ne güzel çocuktu! Gözlerim bir türlü bakmasına doyamıyordu. Zaten ben onu hiç bu kadar yakından görmemiştim. Bazen kışın sürüler ovaya indikten sonra ben akşam yemeğini yemek için çiftliğe döndüğüm zaman kendisi bulunduğumuz salonun bir tarafından girip bermutat süslü ve biraz da mağrur bir eda ile hizmetçilere lakırdı bile söylemeksizin bir şimşek gibi öteki taraftan çıkıp giderdi. Şimdiyse işte önümde duruyordu. Ve ta buraya kadar sırf benim için gelmişti. Böyle bir vaziyette ben aklımı bile kaybetsem yerden göğe kadar hakkım olmaz mıydı?

İstefanet sepetten erzakımı çıkarttıktan sonra kemal-i hayretle etrafına bakmaya başladı. Sonra pazar günlerine mahsus olan o güzel etekliğini örselememek için biraz kaldırarak mandıraya girdi. Yattığım yeri ve ot minderiyle, koyun postundan yorganımı, duvarda asılı duran gocuğumu, değneğimi ve çakmaklı tüfeğimi görmek istedi. Bunlar onu eğlendiriyordu. Sonra bana döndü:

- Zavallı çobancık, demek ki sen burada yaşıyorsun, öyle mi? Böyle yapayalnız yaşamaktan kim bilir ne kadar da canın sıkılır! Sen burada ne yaparsın? Ne düşünürsün? dedi.

Doğrusunu isterseniz ben onun bu sualine: - Sizi düşünürüm hanımcığım!

diye cevap vermek istiyordum. Hem böyle söyleseydim, bu sözüm yalan da olmazdı. Fakat heyecanımdan o kadar şaşkın bir hale gelmiştim ki bir türlü söyleyecek bir söz

bulamıyordum. Öyle zannederdim ki benim bu halimi o da anlıyor ve hain kız beni büsbütün şaşkın ve mahcup etmek için muziplik ediyordu:

- Tabii sevgilin ara sıra seni görmeye gelir, öyle değil mi çoban? Hem çobanlar sevgililerine altın keçi derler, değil mi? Kim bilir senin altın keçin ne güzeldir! Herhalde peri gibi dağ başlarının perisi gibi bir şeydir, değil mi? diyordu. O bana bu sözleri söylerken, filhakika bir periye benziyor. Gökyüzüne doğru kaldırdığı güzel yüzünün o tatlı tebessümüyle ve bu ziyaretini tıpkı bir hayalin birdenbire gelip geçmesine benzetmek isteyen isticaliyle hakikaten dağ başlarının perisine benziyordu.

- Allah'a ısmarladık çoban. - Uğurlar olsun hanımcığım.

İşte artık gitmişti. Boş sepetleri alıp gitmişti.

İstefanet

AİLE OYUNLARI

Çiçek karilerini eğlendirmek ve vakitlerini hoş geçirtmek için her evde tedarik edilecek vesaite böyle aile oyunları tertibine yarayacak resimleri ara sıra karilerine takdim edecektir.