• Sonuç bulunamadı

İMTİHAN MI? İNTİKAM MI?

İmtihandan çıktım. Pişmiş pancar gibi kızardığına hiç şüphe etmediğim yüzümden kaya kaya akan, gözlerimi yakan ter tanelerini mendilimle kurulayarak; kendimi dar attım. Kapıda sırasını bekleyen, korkudan heyecandan haşlanmış patates gibi soluk, kirli sarı bir renge giren arkadaşım; ümitsizliğin verdiği bitkinlikle ağlar gibi:

- Nasılsın Necdet?.. dedi. Sıkıyorlar mı?..

- Hiç Sorma!.. Hele kesik kumral saçlı mümeyyiz hanım yok mu? Hiç de göründüğü gibi tatlı değil!..

Sözümü bitirmeye vakit kalmadı. Mümeyyizlerin ortasındaki camın müstehzi, titrek telaşlı sesi koridorda aksetti. Büyük çuha perdeleriyle insana karanlık bir türbe his ve hazzını veren hoş, kuytu imtihan odasının korkunç yabani ağzı gibi yavaş yavaş açılan kocaman kapısı, korkudan bir yığın at şekline giren biçare şişman arkadaşımın da üstüne kapandı. Allah kolaylık versin.. Dedim ve oradan uzaklaştım.

Kim ne derse desin ve ne kadar zeki ve çalışkan olursanız olun, imtihana girmek, imtihan vermek, imtihan etmek kadar kolay değil!. Muhterem muallim ve mümeyyiz beylerin hatırları kalmasın. Müsaadeleriyle bu hale imtihan diyeceğimize intikam desek acaba nasıl olur? Hiç şüphe yok ki, kati bir tevekkül ve teslimiyet ile her birerlerinden ayrı ayrı birer ümid-i şefkat ve hidayet arar ve bekler vaziyette süklüm büklüm karşılarında oturduğumuz muhterem muallim ve mümeyyiz beyler de şu sandalyelerde, bir dev gözü gibi insana bildiğini unutturan o simsiyah yazı tahtaları başında çocukken ne terler dökmüşler, ne heyecanlar geçirmişlerdir.

Her halde imtihan odasına bir sinema huzur ve serbestisi ile girip çıkmadılar ya!.. Bu muhakkak. Şu halde muhterem hocalarımız ya vaktiyle çektiklerinin intikamını bizden alıyorlar yahut bu; tekerrür ve tatbiki zaruri bir âdet, bir anane… Kim bilir, belki biz de bugün çektiklerimizin acısını yarın bizden sonrakilerden çıkaracağız… Bu da iyi bir teselli… Fakat hem geç ve hem güç ve bilhassa dönmek ve tekrar tekrar imtihana girmek korku ve beliyesi olmasa…

Mazlum

YILDIZLAR

İnişten aşağı doğru kaybolup gittiği zaman, katırın nalları altında yuvarlanan çakıllar birer birer kalbime düşüyor zannediyordum. Bu çakıl seslerini çok zaman dinledim. Daldığım hülyayı dağıtmaktan korktuğum için yerimden kımıldamaya bile cüret etmeksizin ta gün batıncaya kadar sanki uyumuş ve uyuşmuş gibi kaldım. Fakat akşamüstü derelerin dibi mavileşmeye ve koyunların birbirine sokulup mandıraya dönmek için bağrışmaya başladıkları sırada aşağıdan ismimi çağırdıklarını duydum. Ve küçük hanımın birdenbire karşıma çıktığını gördüm. Şimdi artık deminden olduğu gibi yüzü gülmüyor, bilakis korkudan, soğuktan ve ıslaklıktan titreyerek geliyordu. Galiba aşağıda dereyi taşkın bulmuş ve hızlı geçeyim derken boğulmak tehlikesi geçirmişti. Fakat şimdi işin en müthiş ciheti gecenin bu saatinde artık çiftliğe dönmek imkânı kalmamış olmasıydı. Çünkü bizim küçük hanım kestirme yolları tek başına bulup çıkamazdı. Ve ben de sürüyü bırakıp gidemezdim. Onun için geceyi dağ başında geçireceğini düşündükçe canı sıkılıyor ve bilhassa evden merak edeceklerini hesap ettikçe ne yapacağını şaşırıyordu. Ben elimden geldiği kadar kendisini teselliye gayret ediyordum.

- Temmuzda geceler kısa olur hanımcığım. Onun için üzüntünüz çok sürmeden sabah olacaktır, diyordum. Bunun üzerine de derenin suyundan sırılsıklam olan ayaklarıyla elbisesini kurutmak için çarçabuk büyük bir ateş yaktım. Ondan sonra önüne sütle piyaz getirdim. Fakat zavallı yavrucak ne yemek düşünüyor ne ısınmaya ehemmiyet veriyordu. Onun için gözlerinde iri yaşlar beliriyor ve onun bu halini gördükçe bana da ağlamak arzusu geliyordu.

Bu sırada artık sular kararıp tamamıyla gece olmuştu. Günbatısı tarafındaki dağların tepelerinde hafif bir güneş bakiyesinden bir ziya buharından başka bir şey

kalmamıştı. Ben küçük hanımın artık mandıraya gidip istirahat etmesini teklif ettim. Taze saman üzerine yepyeni bir pösteki sererek:

- Allah rahatlık versin, dedim.

Ve dışarı çıkıp kapının önüne oturdum. Ulu Tanrı'nın bin bir adına birden ant içtim ki damarlarımdaki kanı yakıp tutuşturan aşk ateşime rağmen, bu sırada aklımdan hiçbir fenalık geçmedi. Mandıranın bir köşesinde o tatlı uykusunu seyredip duran koyun sürüsünün yanı başında efendilerimin kızının bizim küçük hanımın bütün koyunlarımdan daha kıymetli daha beyaz bir kuzu gibi benim taht-ı muhafazamda istirahat etmekte olduğunu düşünmekten mütevellit büyük bir gururdan başka bir şey duymuyordum. Ömrümde gökyüzünü o kadar derin ve yıldızları o kadar parlak görmemiştim. Tam işte bu sırada mandıranın parmaklığı birdenbire açıldı. Ve güzel İstefanet meydana çıktı. Gözüne uyku girmemişti. Hayvanlar kımıldanarak samanları hışırdatıyor veyahut rüyalarında meliyorlarmış. Onun için küçük hanım ateş başına gelmeyi tercih etmiş. Ben onun geldiğini görür görmez keçi postundan gocuğumu derhal omuzlarına attım. Ateşi parlattım. İşte bu suretle birbirimize bir şey söylemeden yan yana oturup kaldık. Eğer siz de benim gibi yıldızlar altında gece geçirdiyseniz, insanların uykuya daldıkları zaman ortalığın tenhalığıyla sessizliği içinde bir âlem-i esrar uyandığını herhalde bilirsiniz. İşte o zamanlar membaların şırıltısı daha vazıh bir terane şeklini alır ve göllerde birtakım parıltılar peyda olur dağ başlarının bütün perileri büyük bir serbestiyle gidip gelirler. Bilhassa havada nameri birtakım mevcudiyetlerin birbirlerine sürtünmeleri işitilir, duyulmaz sesler duyulur, dallar büyür ve otlar uzayıp çıkar gibi olur. Gündüzleri mahlûkat yaşar, fakat geceleri eşya ve cemadatın hayatı başlar. Eğer insan bu hayata alışmamış olursa içine korku girer. İşte bundan dolayı bizim küçük hanım da baştan aşağı titriyor ve en hafif bir gürültü olur olmaz hemen bana doğru sokuluyordu. Bir aralık aşağıda parlayıp duran gölden uzun ve hırçın bir çığlık koptu. Dalgalana dalgalana bize doğru yükseldi. Aynı zamanda aynı istikamete doğru başlarımızın üstünden güzel bir yıldız aktı. Ve güya işittiğimiz feryadın içinde bir de ziya yükseliyormuş gibi bir şey oldu. İstefanet yavaş sesle bana:

- Bu nedir? Diye sordu. Ben de ona:

- Cennete giden bir ruh hanımcığım!

dedim. Ve hemen istavroz işareti yaptım. O da benim gibi yaptı. Ve bir müddet yüzü gökyüzüne müteveccih istiğrak içinde kaldı. Sonra bana dedi ki:

- Siz çobanlar sihirbaz olurmuşsunuz, doğru mudur çoban?

- Hayır, katiyen küçük hanım. Fakat biz burada yıldızlara sizden daha yakın olduğumuz için onların içinde neler olup bittiğini ovadakilerden daha iyi biliriz.

O hala başını eline dayayıp gökyüzüne bakıyor ve koyun postunun içinde küçük bir semavi çobanına benziyordu.

- Ne kadar da çok yıldız var! Aman ne güzel! Ömrümde bu kadar çok yıldız görmemiştim. Bunların isimlerini bilir misin çoban?

- Bilmez olur muyum hanımcığım? İşte bakın! Ta bizim üstümüzde parlayan şu yol yok mu? İşte ona Samanyolu (Kehkeşan) derler. Büyük Fransa'dan doğru İspanya üzerine gider. Vaktiyle kahraman Şarlman Araplarla harp ederken ona yol göstermek üzere Sen Jak bunu kendi eliyle çizmiş. Biraz daha ilerde dört tekerleği parlayan şey de ruhların arabası (Deb-i Ekber) dır. Ve üçüncü beygirin karşısında yatan o mini mini yıldıza da arabacı denir. Arabanın etrafında düşüp duran şu yıldız yağmurunu görüyor musunuz? İşte onlar da Hak Teâla’nın cennet-i âlâya kabul ettiği ruhlardır. Biraz daha aşağıda ve yine cenup istikametinde parlayan yıldızlar meşalesi (Jan Dömilan) dır. Bu yıldız hakkında bakın çobanlar ne anlatırlar:

Rivayete nazaran bir gece Jan Dömilan, Üç Kral ve Yedi Kızlar'la beraber ahbaplarından yıldızın düğününe davetliymiş. Yedi Kızlar yetişmişler. Yalnız o tembel Jan Dömilan uykusundan pek geç kalktığından en arkada kalmış. Ve önden gidenlere hiddet ettiğinden onları durdurmak için elindeki asayı üzerlerine atmış. İşte bundan dolayı Üç Kral'a aynı zamanda Jan Dömilan'ın asası da derler. Fakat hanımcığım, bütün bu yıldızların en güzeli bizim yıldızımız, yani çoban yıldızıdır. Bu yıldız seher vakti sürülerimi mandıradan çıkarırken bizi takip ettiği gibi, akşam mandıraya dönerken de bize yol gösterir. Biz çobanlar ona Matmazel Maglon da deriz. Bu güzel Maglon Pier Döperuvans Jahl’ın peşinde koşup durur ve her yedi senede bir onunla evlenir.

- Yapmaz olurlar mı hanımcığım!

Bunun üzerine ben ona bu düğünlerin ne demek olduğunu izaha çalıştığım sırada, taze ve ince bir şeyin hafifçe omzuma yaslandığını hissettim. Bu hafif şey, matmazelin uykudan ağırlaşıp kurdelelerini, tentenelerini ve o dalga dalga saçlarını hoş bir dalgınlıkla örseleyerek üzerime yaslayan başıydı. Gün doğarken gökyüzündeki yıldızların solup silindiği zamana kadar o hep işte bu vaziyette bilahareket kaldı. Ben onun uykusunu seyrediyor ve ta içimde tuhaf bir heyecan duymakla beraber zihnimden en güzel ve en temiz fikirlerden başka bir şey geçirmeyen bu aydınlık gecenin o lahuti ziyası altında bulunuyordum. Etrafımızda yıldızlar bunun bir koyun sürüsü itiyadıyla sessiz yürüyüşlerine devam ediyorlardı. İşte bu hal içinde bizzat bana öyle geliyordu ki bu yıldızların biri; en incesi, en parlağı yolunu şaşırıp gelmiş ve uyumak için omzuma konmuştu.