• Sonuç bulunamadı

Peri M asalı: Kırmızı Beyaz Gül-

Belgede Çicek mecmuası (İnceleme-Metin) (sayfa 171-190)

Eski zamanda, zenginliğiyle şöhret bulmuş bir zatın bahçesinde, yemyeşil çiçekler, çimenler, dalları salkım gibi sarkan karanfiller arasında bir gülfidanının yeni açılmış bir goncasına güzel bir peri kızı kendine yuva edinmişti. Peri kızı, her gün arıların bin bir çiçekten toplayıp getirdikleri nadide ballar, bahar gecelerinin her sabah gül goncasının temiz ve taze varakları üzerine bıraktığı çiy damlaları ile yaşıyordu. Bu güzel kızı kuşlar cıvıltıları ile eğlendirir, vücudunu yağmurlar yıkar, altın gibi sarı saçlarını rüzgârlar tarardı.

Ayın ışığı ile gümüşlenen bahar gecelerinde peri kızı koynuna saklandığı kırmızı gülün varakları arasından çıkar, büyük havuzun fıskiyelerinden fışkıran, mermer havuzcuklarından nazlı nazlı akan berrak suların şırıltılarını dinlerdi.

Böyle ışıklı ve zevkli gecelerden birinde çiçeklerin padişahı bir at sineğine binmiş geziyordu. Peri kızı da yine gülünün kenarında oturmuş tabiatın güzelliklerini seyre dalmıştı. Çiçeklerin padişahı o zamana kadar bir eşini daha görmediği bu güzel peri kızını görünce ihtiyarını kaybetti. At sineğinin dizginlerini heyecandan titreyen elleriyle ancak çekebildi. Ve yere indi. Başını hürmetle eğerek peri kızını selamladı. At sineğini aracıkta bir haşhaş çiçeği fidanına alelacele bağladıktan sonra koşa koşa gülfidanının altına geldi. Peri kızını tekrar tekrar başıyla selamladı. Kızın hüsnü anı çiçekler padişahını şaşırtmıştı ancak:

-Ne kadar latifsiniz…

Diyebildi. Peri kızı hicabından kıpkırmızı oldu. Birkaç saniye tereddütten sonra: -Bu mübalağalı iltifatınızın istihza olmasından korkuyorum padişahım…

Sözleri bir mırıltı gibi dudaklarından döküldü. Çiçeklerin padişahı: -Güzel kız..dedi. Sözlerimde ne mübalağa ve ne de istihza var.. İnanmazsan güzelliğinin aksini sinesinde taşıyan şu havuzdaki bahtiyar suya bak…

Peri kızı berrak suya eğildi ve baktı. Suda aksini görmüştü. Tatlı tatlı güldü. Ve yarı açık ve yarı kapalı sihirli gözleri ile çiçekler padişahını şöyle bir süzdükten sonra azm ve iradeyi kaybettirecek bir işve ile: -Doğru söylemiyorsun padişahım!..dedi. Çünkü suyun bana gösterdiği sizin kadar güzel ve cazip değil…

Peri kızının bu iltifatlı cevabından cesaret alan çiçekler padişahı boynunu büktü ve:

-Güzel kız.. Beni üzme!.. dedi. Güzel hem pek çok güzelsin. Güllerimden, zambaklarımdan daha güzelsin.. Tabiat bütün mevcudatın güzelliklerini toplamış ve seni anlara misal olarak yaratmış.. Ay parlaklığını senin nurlu yüzünden almış. Ne olur bana izin versen de yanına gelsem. Seni bu kadar güzel yaratan tabiata huzurunda secde etsem… Şükranlarımı ödesem… Olmaz mı güzelim?.. Peri kızı utandı. Kızardı. Fakat çiçekler padişahının sözünü kıramadı ve pekâla dedi. Eğer buraya kadar çıkmak zahmetine değiyorsa…

Çiçekler padişahı dikenli yeşil gülfidanına atıldı. Tırmana tırmana kızın bulunduğu gülün dalına çıktı. Hürmetle eğildi ve peri kızının mini mini, yumuşak eline bir buse kondurdu. Kızın meseretten yaşaran gözlerine bakarak:

Ne kadar latifsin!.. dedi. Hele şu gözlerin… Gölgeli yerlerde biten nemli menekşelerine kadar benziyor… Ya altın gibi saçların… İnan güzel kız… İnan dünyada hiçbir şey senin kadar güzel ve çekici değil…

Çiçekler padişahının bu güzel sözleri cazip, şirin yüzü kadar peri kızının hoşuna gitmiş ve kendinden geçirmişti. Başını çiçekler padişahının başı üzerine koydu. Peri kızının yumuşak saçları çiçekler padişahının yüzünü okşuyordu. Yavaşçacık:

Fakat padişahım!.. dedi. Bütün kâinatta siz müstesna olmak üzere… Güzel kız. Ben güzel değilim. Bana hürmetinden böyle söylüyorsun. Ben senin hürmetini değil, muhabbetini aşkını isterim. Peri kızı önüne baktı… Ve yeşil bir gül yaprağını narin parmaklarıyla ovalarken güldü. Ve:

Hiç de öyle değil padişahım!.. dedi. Ben hakikati söylüyorum.. Ağzımı, dudaklarımı, dikemezsiniz ya? İşte yine söylüyorum, Siz bana atfettiğiniz güzelliklerin çok, hem pek çok fevkindesiniz… Çiçekler padişahının artık sabır ve tahammülü kalmamıştı. Manalı manalı gülümseyerek:

Güzel peri kızı! Dedi. Ağzınızı dikmeye ne hacet hem layık olmadığım bu sözleri bir daha işitmemek için ne yapacağımı bilirim. Nasıl ister misin şekerim?

Çiçekler padişahının maksadını anlayan peri kızının ihtiraz ve rağmen; kırmızı gül ucu varaklarını kapatmış ve birleşen kalplerle kırmızı dudakları yar ve ağyarın nazarından saklamıştı…

Gülün yaprakları açıldığı vakit çiçeklerin padişahı aşağıya doğru sarkmış, heyecan ve sevinç içinde bağırıyordu:

-Bana bakın!.. Büyük, küçük çiçekler!.. Size bir sultan, güzel bir sultan hepinizden güzel hem pek güzel.

Hikâye: Mütercimi H.Feridun

AŞK TUZAĞI

“Erik Sirel” siyah çöl kenarında Nebihan taraflarında tabakatül arz ilmine ait tetkikat ve tetebbuatta bulunmakta olan bir ilm heyeti erkânından idi. Bir sabah güneş doğmadan yanında alet ve edevat-ı fenniyesini taşıyan yerli muhafızı ile beraber karargâhından çıkıp gitmiş ve üç gün içinde avdetini ümit eden arkadaşlarını ebediyen merak ve intizar içinde bırakmıştı. “Erik Sirel” sanki hayvanını içerisine doğru sürmüş olduğu çölün esrarlı maviliklerine karışmış ve bir daha ne kendisinin ve ne de maiyetinin izlerini bulmak kabil olamamıştı. Afiyet ve akıbetleri hakkında bir haber almak ümidiyle arkadaşlarının gönderdikleri mahir ve işgüzar birkaç yerli de üç hafta sonra yorgun argın geri gelmiş ve biçare “Erik Sirel” maiyetinin hayat ve akıbetleri hakkında hiçbir malumat getirememişlerdi. “Erik Sirel”; ümit ve intizar hilafına birden bire ve hakikaten pek esrarlı ve meraklı mucib bir tarzda kayboluvermişti. Sirel’in ne kadar cesur, akıllı tecrübeli ve itimad-ı nefs sahibi bir adam olduğunu bilen arkadaşları onun bu çırılçıplak memlekette bu kadar kolaylıkla, hiçbir iz ve eser bırakmadan kaybolmasına bir türlü inanmamakla beraber bunca korkunç ihtimalat ve mechulat arasında yaşadığını da hiç zannetmiyorlar. Fakat günler geçtikçe Sirel’in de Afrika’nın esrarlı ve kızgın çöllerinde gömülen ilim kurbanları arasına karıştığına hükmetmekten men-i nefs edemiyorlardı.

“Erik Sirel” iri vücutlu kartal bakışlı bir adamdı. Zayıf simasından onun ne kadar sabırlı ve tahammüllü olduğu ve pek kuvvetli bir iradeye sahip bulunduğu

derhal anlaşılırdı. İri vücudu, uzun bacakları ile kuvvet ve kudretin en canlı bir timsali idi. Çıkıntılı alnının altından tevcih ettiği noktaya hiç kırpışmadan bakan mavi gözleri, büyük ve çengel gibi eğri burnu ile muhatabına pek korkunç ve haşin görünen bir siması vardı. Fakat gülümsemeye başlayınca çehresi birdenbire değişir, ümit ve mutadın hilafına pek sevimli, çok nazik ve cana yakın olurdu. Kurnazdı… Tabiat ona böyle müstesna bir tesir, bir hasse vermişti ki muhatabı her kim olursa olsun kendisine karşı korku ile karışık bir hürmet, bir itaat hissi beslemeye mecbur olurdu. Önündeki bu harikulade tesir sebebiyledir ki arkadaşlarını kendisiyle pek sıkı temastan ictinap ettirirdi. Bu sebeple “Erik Sirel” daima yalnız kalır, keşfiyat ve tetkikat ilmiyesinin istikbalinde, hayatında yapacağı parlak tahavvülleri, temin edeceği refah ve şerefi düşünmekle geçirirdi. Esasen fakir ve fakat pek eski ve asil bir ailenin en genç bir evladı idi. İstiklalini pek karanlık ve ümitsiz gördüğü için Afrika’nın yabansız çöllerine şeref ve servet aramak için anılmaya cana minnet bilmişti.

Erik Sirel, şüphesiz ki mukadderatın kendisine ihzar ettiği yeni sergüzeşt ve akıbeti bilmeyerek sabahın ılık serinliğinde karargâhından çıkmış ve kendisini ancak iki gün kadar meşgul edecek olan ilmi tetkikatını ikmal etmek için çölün kıvrık ve belirsiz yollarından ilerleyerek kayalıklı vadilerin sıralandığı bir noktaya vasıl olmuştu.

Tetkilata başlayacağı mahalli tayin için ince şeridi üzerinde ismi yazılı bulunan şapkasının altındaki gölge içinde hayal meyal görünen mavi gözleri ile soluk erguvan rengindeki dağları süzerken maiyetinde bulunan yerli hizmetçi ve muhafızı da henüz bed zabta geçirilemeyen bir yerlere ait bu dağların efendilerine neler ilham etmekte olduğunu sorar gibi istifhamkar nazarlarla bakışıyorlardı. Artık bitirmiş ve tedkikata başlanacak noktayı tayin etmiş, kararını vermişti. İntihap ettikleri bir yerde öğle yemeğini hazırlamakla meşgul oldukları bir sırada yerli muhafızı silahıyla ‘’Nebihan’’ çalılıklarını göstererek:

Sör… dedi. Orada adamlar var. Bize bakıyorlar.

Erik Sirel’in dürbünü soluk sarı, kuru çalılıkların bulunduğu yerleri taradı. Bir şey görünmüyordu. –Nasıl adamlar?..diye sordu. –Araplar… Şimdi sordu. Nebi hanlılarla bir husumet mevzu bahis olmadığı için Arapların oradaki mevcudiyetleri Erik Sirel’i fazla meşgul etmedi. Bu, Arapların nadiren görülen beyaz insanlara karşı

izhar ettikleri görmek arzusundan ve bu arzunun husulünden mütevellit haberinden başka bir şey olamazdı. Ve Arapların gayr-ı dostane bir hakaret veya niyetleri hatıra gelmezdi. Yemekten sonra yola bela-i endişe devam ettiler.

Akşam yaklaşmış, ortalık kararmaya ve soğuk şiddetini arttırmaya başlamıştı. Muhafız ile hizmetçi çadırları kuruyorlardı. Çölün mavilikleri arasında yavaş yavaş koyulaşan ve şurada burada karartı halinde görülen çalılıklar arasında sinsi sinsi gezinen birkaç Arap Erik Sirel’in gözüne ilişti. Fakat ehemmiyet bile vermedi. Akşamın gittikçe sertleşen rüzgârına karşı kısmen mahfuz bir hendekte çadırları kurmaya uğraşan adamlarına yardım etti. Artık işler bitmiş idi. Hizmetçi akşam yemeğini pişirmek için dumanı çölün ıssız karanlıklarına dağılan ateşin başında çalışıyordu. Erik Sirel’de üşümemek için geziniyor ve çölün hüzünlü, şeffaf siyah tül kara pelere bürünen matemli manzarasını seyrediyordu. Bu suretle çadırlardan iyice uzaklaşmıştı. Bu sırada Erik Sirel biraz uzaktan iki Arap’ın dikkatle kendisine bakmakta olduğunu gördü. Arapların biri güzel bir hayvanın üzerinde diğeri de bir hendeğin içine yatmış ve kendisini saklar bir vaziyette idi. Her ikisi de bir heykel gibi hareketsiz duruyorlardı. Arkalarındaki siyah kornozlar hallerine daha ziyade bir garabet ve korkunçluk veriyordu. Hiç konuşmuyorlar ve mütemadiyen kendisine bakıyorlardı. Arapların bu garip vaziyetleri Erik Sirel’in tuhafına gitti. Görüşmek için işaret etti, seslendi. Fakat Araplar cevap vermiyorlar ve gözlerini de Erik Sirel’den ayırmıyorlardı. Ellerinde sık sık tuttukları tüfenkler Erik Sirel’in Arapların yanına daha ziyade sokulmasına mani olmuştu. Erik Sirel tam geri döneceği esnada süvari Arap hayvanını sürerek ve yere batanda kayalıklar arasında sürünerek kaybolup gittiler. Arapların şu hareketi Erik Sirel’de hakiki bir korku tevlit etmemekle beraber hayret ve taaccüp ve bilhassa şiddetli bir merak uyandırdı. Hizmetçileri işleri ile meşgul oldukları için bir şey görememişlerdi. Erik Sirel gördüklerini onlara da anlattı ve gece nöbetle uyanılmasını ve muhafaza tertibatı alınmasını emretti. Ve ilk nöbeti kendisi aldı. Yerli muhafız ikinci ve hizmetçi üçüncü nöbeti alacaklardı. Kendi nöbeti vukuatsız geçti ve yerli muhafızı kaldırarak yattı. Üçüncü nöbeti alan Arap hizmetçi biraz budalaca bir şehirli idi. Yabancı Arapların Sirel ve adamlarının esaretiyle neticelenen hücum teşebbüsleri bunun nöbeti esnasında vukua gelmişti. Esasen uykusu hafif olan ve akşamki müşahedatına bir mana veremeyen ve binaenaleyh pek dalgın uykuda olmayan Sirel gürültüden uyandığı zaman Araplar çadıra girmişti bile. Hemen sıçradı ve kendisine pek ziyade

sokulmuş olan iki Arap’ı yakaladı ve kafalarını birbirine vurarak yere çarptı. Fakat heyhat!.. İş işten geçmiş ve bir sürü Arap’ı bu mini mini kafilenin istirahatgâhına istila etmişlerdi. Artık Sirel ve adamları ile bu Arap sürüsü arasında müthiş bir boğuşma başladı. Gecenin keşif karanlığı arasında Sirel’i demir gibi yumruğunu yiyen Arap devriliyor, düşüyor ve fakat hücum edenler bir türlü eksilmiyor daima artıyordu. Bu suretle mücadele pek hunrizane bir surette devam ediyordu. Fakat Sirel’in bu mücadele esnasında nazar-ı dikkatini açan ve hayretini mucip olan bir şey vardı. Mütearz Araplar müsellah oldukları ve Sirel’in muhacemesinden az çok zarar gördükleri halde her neden ise silahlarını kullanmıyorlardı. Arada bir yumruk kavgasından ibaret kalan bu mücadele bir müddet daha devam etti. Sirel hakikaten yorulmuştu. Vaziyet vahim ve mağlubiyet muhakkak idi. Bir aralık fırsattan istifade eden Sirel hemen silahına sarıldı ve mütearızlara çevirip alacağı sırada tatlı ve heyecanla bir ses Fransızca olarak:

-Dur … Lord dedi. Sonra bizden bir zarar gelmez. Seninle azıcık konuşacağız. Sesindeki tatlılık ve bilhassa gayr-ı muntazır bir an ve mevkide Fransızca telaffuz edilmesi esasen pek yorgun olan Sirel’i bir an için tereddüde düşürdü. Tüfengini geri aldı ve işte bu anda partiyi de kaybetti. Araplar bu tereddüdü tevkiften istifade ettiler. Ve Sirel’in üzerine atılarak başına devetüyü renginde bir örtü ile sardılar. Ve yarım dakika zarfında sımsıkı bağladılar. Erik Sirel adamları da aynı akıbete uğramışlardı.

Sirel metanetini muhafaza etmekle beraber halas çarelerinin artık kalmadığına kani olmuş ve ferman zuhurunda tekrar mücadeleye girişmek veya kaçmak çarelerinden istifade etmek üzere mukavvat bir zaman için işi cereyanına, takdire bırakmıştı. Elleri ayakları bağlı olmakla beraber bağların pek ızdırap vermeyecek bir tarzda bağlanmış olması da ayrıca taaccübünü mucit olmuştu. Araplar bu vaziyette onu bir müddet sırtlarında taşıdıktan sonra yere bıraktılar. Etrafındaki meşalelerin neşr ettikleri ziya sayesinde Sirel yüzleri örtülü bir takım Araplar görüyordu. Bunları evvelce gördükleri Araplara pek benzetiyordu. Fakat şu Fransızca söyleyen tatlı sesin sahibi kimdi?..bunu araştırıyor, fakat bir türlü bulamıyordu. Bir aralık adamlarının da sağ ve bağlı olduklarını gördü. Hayreti, taaccübü gittikçe artıyor ve vaziyet ona biraz daha emniyet bahş ediyordu. Burada biraz istirahatten sonra Sirel’in sırtına bir

bornoz geçirdiler. Ve kukuletasını da ta gözlerine kadar indirdiler. Bağlı olduğu halde bir hayvana bindirdiler. Ve hemen hareket ettiler.

Yolculuk sabah kadar devam etti. Henüz sabah olmamıştı ki hayvan nallarının çıkardığı seslerden Sirel taşlık bir yerden geçildiğini ve binaenaleyh artık çöl yolunun bittiğini anlamıştı. Kafile ortalık aydınlanırken durdu Sirel’i attan indirdiler. Ve bağlı olan el ve ayağını çözerek geceden mamul bir çadıra soktular aynı kadın sesi yine Fransızca tekrar etti:

-Lord, kaçmak teşebbüsünde bulunmayacağını ve bu çadırdan katiyen çıkmayacağını ve nerede bulunduğunu anlamaya çalışmayacağını vaad ediyor musun?

Eğer vaad eder eder isen seni çadır içinde serbest bırakacağım. Bizden sonra zarar gelmez… Eğer sen de bizi izrara çalışmazsan… Erik Sirel istenilen vadi vermek mecburiyetinde idi. Zaten başka ne yapılabilirdi ki? Bütün gün o çadırda oturdu. Yedi, içti. Uyudu… Çadırın etrafında muhafazasına memur müsellah Arapların sessizce gezindiklerini pek hala anlıyorlardı. Sirel: Maruz kaldığı vaziyetten ve bu vaziyetin ihtimalat-ı atiyesinden ziyade Fransızca söyleyen tatlı sesin sahibini düşünüyor, düşünüyor. Fakat muammayı bir türlü, hal edemiyordu…

Akşam olmuş ve kafile tekrar harekete geçmişti. O geceyi de yine hayvan üzerinde ve keza müteakip günü de çadırda geçirdi. Üçüncü gece hayvanın yürüyüşünden dik bir yokuşa tırmanıldığını ve yolun solunda duvar gibi yüksek kayalıklar bulunduğunu gözlerini kapayan bornozun başlığı altından görüyor ve sağ tarafta da bir suyun akmakta olduğunu şırıltılarından hissediyordu. Bu sırada bir Arap’ın bindiği hayvanı yedeğine alarak çekip götürdüğünü ve beygirin adım atışından, ara sıra kaymasından herhalde tehlikeli ve yolsuz bir mahalden geçildiğine hükmediyordu. Hatta hava bile değişmişti. Rutubet ve serinlik ziyadeleşmişti. Erik Sirel bu dağların kil dağları olduğunu tayin etmekte zorluk çekmedi. Korkmaya başladı, çünkü Nebihan ülkesinin maverasında ve pek az tanınmış ve belki de muallak bir kısım insanlar arasında idi. Gece yarısına doğru yokuş bitmiş, artık iniş başlamış ve kafilenin hareketi his olunur derecede bir suret peyda etmişti. Hava pek tatlı ve latif idi. Kokudan ve at ayaklarının çıkardıkları hışırtıdan takip olunan yerlerin çimenlik olduğu besbelli idi. Bu suretle bir saat kadar daha yola devam edildikten sonra Sirel’in burnuna bir ateş kokusu gübre ve mezhurfat ihrakından

mütevellit bir koku geldi. Bu kokularla Afrika’da gezmiş bir adam yakında her halde bir Arap kabilesinin karargâh kurmuş olduğuna hükmedebilirdi. Yola biraz daha devam edildikten sonra havayı ifsat eden bu pis kokular tedricen kaybolmuş ve nefis latif kokularla muattar serin pür hava içine girmişlerdi. Güllerin, portakal çiçeklerinin, İspanyolların dedikleri çiçeğin, yaseminlerin bu mahalde mebzuliyetle bulunduklarını neşr ettikleri ayrı ayrı kokularla Sirel pek ala anlamıştı. Kafilelerin tevfikini büyük bir kapının açılması ve bunu da bir sürü Arap’ın şamatası takip etti.

Burada Sirel attan indirildi. Adımlarından tuğla döşeli bir mahalden geçtiğini anlamakta zorluk çekmedi. Bir kapı daha kapandı. Artık Arapların şamataları kesilmiş ve onların yerine akan suların şırıltıları kaim olmuştu. Biraz daha yürüdüler ve herhalde bir evin dâhilinde bulunduğu hissini veren bir takım koridorlardan süratle geçtiler. Sirel yürüdüğü yerlerin hasır döşeli olduğunu pek güzel anlamış ve artık bir hane dâhilinde bulunduğuna katiyetle hüküm etmişti.

(Mabadı gelecek nüshada)

-İYİLİĞİN ZAFERİ-

İki perdelik mektep temsili Birkaç söz:

İlk mekteplerimizin müfredat programlarında İnşat namıyla bir ders vardı. Fakat bu derse mekteplerimizde layık olduğu mevki elan verilmemiştir. Bu ders birçok mekteplerde manzume ezberlemekten ve bunları çocuklara tekrar ettirmekten ibaret kalmaktadır. Hâlbuki İnşat dersinin hududu ve saha-i meşguliyeti çok vasidir. Bu ders:

1) Çocukların hafızasını tenmiye eder.

2) Onları serbest ve düzgün söz söylemeye alıştırır.

3) Çocukların terbiye-i bediiye ve zevk-i edebilerini temin eder.

4) Onların sermaye-i kelimatını çoğaltır ve hafızalarına yeni birçok fikirler, sözler kazandırır.

5) Tazammun ettiği netayic-i ahlakiye ile çocuklarımıza müfid telkinatta bulunur.

6) Bu ders; çocuklara milli vatanı, ulvi, birçok misaller verir.

7) Bu ders, çocuklardaki meyl-i taklit ve teşhisten mühim istifadeler temin eder.

8) Terbiye-i harekiyeyi temin eder. Çünkü yürümesini, durmasını hareket etmesini beceremeyen çocukların muntazam vaziyetler almasını ve hareketlerini maksatlarına ve mevkiye göre uydurmasını bu ders temin eder.

Arz olunan şu faydaların istihsali için yalnız manzume parçalarının ezberletilmesi kâfi değildir. Birçok mensurelerin öğretilmesi ve seviyelerine göre yazılmış küçük temsillerin de yaptırılması lazımdır. Mektep temsillerinin bütün bunlardan başka pek mühim bir hizmeti daha vardır ki o da çocuklara cemiyet halinde çalışmayı öğretir. Çünkü temsiller yalnız bir çocuk tarafından yapılamaz. Behemehal talebeden her biri muayyen vazifeler deruhte eder, bu suretle çocuklar bir gaye için yek vücut olarak çalışmaya alıştırılmış olurlar.

Mekteplerimizde bu derse lazım olduğu derecede ehemmiyet verilmeli ve çocuklara müfid olacak piyesler yazılmalıdır.

Bendeniz, aczime bakmayarak, kendi mektebinin çocukları için bazı piyesler hazırlamıştım. Bugün, anlardan birini neşr cüretkârlığında bulunuyorum. Henüz pek yeni olan bu çığırda bittabi pek çok kusurlar ve noksanlar bulunacaktır. Muhterem muallim arkadaşlarımın vücuda getirecekleri kıymetli eserlerde elbette bir gün bu noksanın da telakki edebileceğine kaniim.

339-:3 Sene-i Devsiyesinde Sokullu Mektebi’nden Mezun Olan Sevgili Talebeme İthaf:

Birinci Perde

Eşhas:

Fethi, Esat, Ziya, Hayri, Cavit, Muhtar, Sadi, Faik [13-14 Yaşlarında], İki Muallim

Sahne: Bir mektebin sınıflarından biri. Dört sıra, bir muallim kürsüsü, kürsünün üzerinde bir çiçeklik ve çiçekler.

Perde açıldığı zaman: talebe, arkadaşlarından birinin etrafına toplanmış, alay etmektedirler.

Birinci Meclis: (Sınıf talebesi) Fethi –Bir ciğer aldım yer misiniz? Çocuklar –Yeriz!...

Fethi- Üşüşün Faik’in başına!..[Hepsi üşüşürler. Çocuk müdafaa edemez. Ağlamaya

Belgede Çicek mecmuası (İnceleme-Metin) (sayfa 171-190)