• Sonuç bulunamadı

San Remo Konferansı Öncesi Araplar ve İtilaf Devletleri Arasında

1.2. San Remo Konferansı Öncesinde İtilaf Devletlerinin ve Azınlıkların Sergilediği

1.2.7. San Remo Konferansı Öncesi Araplar ve İtilaf Devletleri Arasında

Araplarla ilgili konular, San Remo Konferansı’nın temelini teşkil ettiği için ve araştırmamızda genel bir bütünlük sağlamak hasebiyle, bu ara bölümde Arap, İngiliz, Fransız ve Siyonist politikalara da değinmeyi uygun bulduk. Aşağıda McMahon-Şerif Hüseyin görüşmelerine, Balfour Deklarasyonu’na, Paris Konferansı’nda Arap-Siyonist-Protestan-Katolik isteklerine, King-Crane Komisyonu’na, Suriye Genel Kongresi’ne ve manda yönetim kurma girişimlerine kısaca değinmeye çalışacağız.

Öncelikle Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda hakim devlet konumunda olan İngiltere’nin savaş sırasında uyguladığı Ortadoğu ve Arabistan politikalarına değinmek yerinde olacaktır. İngiltere, kolonilerindeki Müslümanların tepkisini çekmemek için iki yola başvurabilirdi. İlki, İslam’ın son büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurmaktı. İkincisi ise İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı cephe alarak karşısına yeni bir Türk olmayan Müslüman devlet çıkaracaktı. Bu iş için de savaş

186 Ali A. Allawi, a.g.e., s. 341.

187 Albert Hourani, a.g.e., s. 341.

188 Derviş Kılınçkaya, a.g.e., s. 121.

189 Metin Ayışığı, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türkiye’ye Gelen Amerikan Heyetleri, TTK, Ankara, 2004, s.

75.

sırasında en uygun isim Şerif Hüseyin’di.190 İngiltere’nin Şerif Hüseyin’i seçmesindeki en önemli neden, Şerif’in Mekke Emiri statüsüydü.191 Osmanlı-Arap ayrılıklarının farkında olan İngiltere, yukarıda zikredilen ikinci yolu tercih etmiş ve Şerif Hüseyin’le görüşmeler yapmaya başlayarak Arapları, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kışkırtmaya başlamıştı. İngiliz propagandaları neticesinde Araplar, savaşta Halife’nin cihad çağrısına uymamış ve Şerif Hüseyin önderliğinde isyan etmişlerdi. Böylece I. Dünya Savaşı öncesi zaten gergin olan Türk-Arap ilişkileri, savaş sırasında artarak daha da gerilmiştir.

Ortadoğu’da İngiliz hakimiyeti ve denetimini güçlendiren ve Arap sorununu başlatan en önemli olaylardan biri, 1915’te yapılan McMahon ve Şerif Hüseyin görüşmeleridir.192 Savaş sırasında Şerif Hüseyin ve McMahon arasında 14 Haziran 1915’te görüşmeler başlamış ve 1916 yılına değin Şerif Hüseyin’in sınırları belli bağımsız bir Arap devleti kurma isteği görüşülmüş ancak Araplara genellikle müphem cevaplar verilmiştir.193 McMahon ve Şerif Hüseyin arasındaki yazışmalar 1916 Ocak’ına değin devam etmiş ve Şerif Hüseyin ve oğulları, McMahon ile görüşmeleri boyunca kendilerini Pan-Arabizm

190İngiltere, savaş sırasında yalnızca Şerif Hüseyin ile görüşmeler yapmamış, aynı zamanda Abdülaziz İbni Suud ile görüşmek için Sir Percy Cox gönderilmiş ve Cox, Suud’a halifelik teklifinde bulunmuştur.

Ancak Abdülaziz İbni Suud, halifeliğin birçok sorunu beraberinde getireceğini düşünerek bu teklifi reddetmiştir. Cemal Zekeriyya Kasım, “Arapların Osmanlı Devletinden Ayrılması”, İki Tarafın Bakış Açısından Türk-Arap Münasebetleri, IRCICA, İstanbul, 2000, s. 426 ve Tuncer Çağlayan, a.g.m., s. 289.

191 Zira Mekke emirleri, Hz. Peygamber’in soyundan (Haşimî) geldiğini iddia eden aileler içinden seçilirdi. Şerif Hüseyin, Mekke emirliği makamına Sultan II. Abdülhamit tarafından 1908 yılında seçilmişti. Ancak Sultanın İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirilmesi, Şerif Hüseyin’in II.

Abdülhamit tarafından atanması, tarafların dinî ve siyasî açılardan birbirlerine güvenmemesi gibi sebepler, Şerif Hüseyin ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu ve Arapların aralarının açılmasına neden oldu. William L. Cleveland, a.g.e., s. 176.

192 Şerif Hüseyin, savaş sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalacağını ve üzerine düşen görevi ifa edeceğini belirtse de, İngiltere’yle de görüşmelerini sürdürmüştür. Nitekim Şerif Hüseyin, 10 Temmuz’da Padişaha ve hilafete bağlılık yemini etmiş ancak bu tarihten yalnızca dört gün sonra İngiltere’nin Kahire Yüksek Komiseri McMahon ile görüşmelere başlamıştır. İngiltere ile yaptığı görüşmeler esnasında Şerif Hüseyin, cihad ilanını desteklemediği gibi, üstüne Araplardan müteşekkil olacak birliklerin de kurulmaması için elinden geleni yapmıştır. Ayrıca Hicaz demiryollarının Mekke’ye kadar uzatılmasına da karşı çıkmıştır. Bu faaliyetlerinden dolayı İstanbul ile arası açılan ve mevkiinden kaygı duymaya başlayan Şerif Hüseyin, İngiltere’den büyük bir Arap devleti kurulmasını ve kendisinin bu devletin lideri olarak tanınmasını istemiş, karşılığında da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanma sözü vermiştir. Şerif Hüseyin ve McMahon arasında yapılan görüşmeler sonunda İngiltere, Arap desteğine karşılık olarak Araplara büyük bir Arap devletinin kurulacağına dair söz vermiştir. Belirlenen Arap devletinin sınırları ise şu şekilde teşkil edilmiştir: “Kuzeyde Mersin-Adana hattından itibaren Birecik, Urfa, Mardin, Midyat ve İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’nin aşağısından İran’a, güneyde Aden hariç Hint Okyanusu’na ve batıda Kızıldeniz ve Mersin’e kadar olan topraklar…” Azmi Özcan, “Şerif Hüseyin”, DİA, C. 38, TDV Yayınları, Ankara, 2010, s. 585.

193 Bu esnada İngiltere’nin Abdülaziz İbni Suud ile görüştüğü bilinmektedir. İngilizler, Suud’u Şerif Hüseyin’den daha güçlü bir müttefik olarak görüyordu. Bu nedenle İngiltere, 1915 yılında Suud ile Dareyn Antlaşması’nı imzalamıştı. Hilafetin önce Suud’a teklif edildiğini yukarıda zikretmiştik. Ancak halifeliğin Şerif Hüseyin’e teklif edilmesini, Suud’un önerdiğine dair iddialar da bulunmaktadır. Cemal Zekeriyya Kasım, a.g.e., s. 465 ve Ali A. Allawi, a.g.e., s. 53 ve 73.

hareketinin liderleri194 olarak tanıtmışlardır. Neticede 10 Haziran 1916’da Şerif Hüseyin, Osmanlı İmparatorluğu’na fiilen isyan etmiş ve yayınladığı fetvada isyanın nedenini, İttihatçıların yönetimine, Türkleştirme siyasetine, Araplara zulmettiklerine ve İslam’a saldırdıklarına bağlamıştır. Elbette Şerif Hüseyin’in fetvası, İngilizlerce propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır ve bu fetvanın, Halife’nin cihad ilanının etkisini yok edemese de, zayıflattığı aşikardır.195

Müttefiklik ilişkileri sırasında İngiltere ve Araplar arasındaki ilk ciddi anlaşmazlık, Balfour metninin196 yayınlanmasıyla patlak verdi. 2 Kasım 1917’de Balfour, Filistin’de İngiliz denetimi altında kurulması planlanan Yahudi devletini resmen açıklamış ve bu haber, Kahire’de el-Mukattam Gazetesi’nde yayınlanmıştı. Bu haber, İngiltere’nin bağımsızlık vadettiği Araplar arasında endişeye neden olmuş, özellikle Suriye Arapları bu durumdan rahatsız olmuştur.197 İngilizler ise Arapların endişelenmemesini, Ermeniler ve Yahudilerle işbirliği yapmalarını Araplara telkin etmiştir. Ayrıca Şerif Hüseyin’e de İngiltere’nin Arap bağımsızlığını desteklediği, Filistin’de her iki tarafın da birbirlerine tâbi olmayacağı, Siyonistlerin Araplarla işbirliği yapmak istediği sözü verilmiş ve Şerif Hüseyin yatıştırılmıştır.198 Ardından Sykes-Picot

194 Ancak bunun ne denli etkili bir Pan-Arabizm hareketi olduğunu sorgulamak yerinde olacaktır. Zira 1916 yılına bakıldığında Irak ve Suriye’de Osmanlı idaresine karşı bir ayaklanma olmadığı açıkça görülmektedir. Osmanlı hakimiyetine karşı olan kesim, genellikle Hicaz’daki şerifler ve emirlerdi. Yani bu durumun millî bir Arap hareketi olmadığını, yani başka bir deyişle, Arapların tamamını kapsamadığını görebiliriz. Şerif Hüseyin, Arap milliyetçiliğinden ziyade, Arap birliği fikrini savunmuştur. Bu nedenle milliyetçi terimler kullanmak yerine, İslamcı bir propaganda yapmıştır. Propagandasının temeline, “ateist”

olarak nitelediği İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni yerleştirmiş ve Halife’ye karşı saldırgan bir tutum ve politika izlememiştir. Eugene Rogan, a.g.m., s. 99 ve William L. Cleveland, a.g.e., s. 180.

195 Cemal Zekeriyya Kasım, a.g.e., s. 468-469.

196 Balfour Deklarasyonu olarak bilinen belge, İngiliz-Siyonist görüşmeleri sonunda oluşturulmuş ve Dışişleri Bakanı Balfour’un İngiliz Yahudi lideri, kadim ve kuvvetli bir aileye mensup olan Lord Rothschild’a yazmış olduğu bir mektuptur. Mektupta, “İngiltere Kraliyet Ailesi’nin ve İngiliz Hükümeti’nin Filistin’de kurulması planlanan Yahudi devletini olumlu karşıladıkları ve Filistin’de meskun olan Yahudi olmayan toplulukların sosyal ve dinî haklarına yahut başka ülkelerde meskun Yahudilerin siyasî ve dinî haklarına karşı herhangi bir harekette bulunulmayacağı kaydıyla, Yahudi devletinin kurulmasını destekleyecekleri” ifade edilmektedir. Burada bahsi geçen “Yahudi olmayan toplulukların” ibaresi ile çoğunluğu oluşturan Araplar göz ardı edilmiş ve ikinci plana atılmıştır. Ayrıca bu ibare, Filistin’in Yahudilere bırakılacağına dair önemli bir kanıttır. Zira bundan sonra bölgede meskun Arapların haklarının denetimi, Yahudilerin (gelecekte İsrail devletinin) eline bırakılmıştır. Ömer Osman Umar, a.g.e., s. 297.

197 Deklarasyonun yayımlanması, Araplar içerisinde endişeyle karşılandı. Şerif Hüseyin, kıyı şeridi de dahil olmak üzere tüm Suriye’nin Arap hakimiyetinde olması konusunda ısrar ediyor ancak çıkarları hasebiyle İtilaf devletleri, bu bölgenin tamamen Arap olmadığını belirterek Arap devletinin bir parçasını teşkil edemeyeceğini Şerif Hüseyin’e bildiriyorlardı. Nihayetinde meselelerin savaş sonrası kararlaştırılmasına karar verilmişti ve McMahon da “İngiltere’nin Mekke Şerifi’nin önerdiği sınırlar içerisinde kalan bölgelerde Arap bağımsızlığını ve bir Arap halifesinin ilan edilmesiyle halifeyi tanıyacağını” mektubunda belirtmişti. William L. Cleveland, a.g.e., s. 177-179.

198 Ömer Osman Umar, a.g.e., s. 297-298.

ve diğer gizli anlaşmaların açığa çıkması, Arapların İngiltere’yle ilişkilerinin gittikçe zayıflamasına yol açmıştır. İngilizlerin Arapları sürekli olarak kandırdığını ve duruma göre değişen İngiliz politikasının tekrar başarılı olduğunu açık bir şekilde görmekteyiz.

İngilizlerin tüm bu gizli politikalarına rağmen, savaş sırasında Araplara ihtiyaç duyması da göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Bu nedenle İngilizler, Araplarla olan ilişkilerini “görünürde” güçlü bir temele oturtmuşlardır.

İngiliz-Arap ilişkileri bu seyirde ilerlerken İtilaf kanadındaki en önemli iki devlet olan Fransa ve İngiltere, Arap topraklarının düzenlenmesi konusunda keskin bir fikir ayrılığına düşmüşlerdi. Sykes-Picot ile Fransa, Suriye’yi yasal olarak kontrolü altına alıyordu. Bunu da, ister doğrudan ilhak yoluyla, isterse de dolaylı olarak Milletler Cemiyeti adı altında manda yoluyla yapabilme hakkına sahipti. İngiltere cephesinden bakıldığında ise, bu anlaşma artık cazip görünmüyordu. Zira 1916 yılında savaş esnasında yapılan bu anlaşma, üç devleti kapsıyordu. Fakat Rusya’nın savaştan çekilmesi ve rejim değişikliğine uğraması ile savaş sonunda Ortadoğu’nun ağırlıklı olarak İngilizler tarafından işgali, İngiltere’nin bu anlaşmayı artık geçerli görmemesi için gerekli bahaneyi yaratıyordu. İngiltere’nin yeni hedefi, Arap dostluğunu pekiştirerek bölgedeki konum ve nüfuzunu sağlamlaştırmaktı. İngiltere, bölgeyi tamamen kendi için istemekteydi ve Arapların belirlediği sınırlar içerisinde büyük bir Arap devletinin kurulması konusunda da oldukça isteksizdi.199 Fransa ise İngiltere’nin aksine, Umumî Harp esnasında Ortadoğu’daki nüfuzunu tesis edememişti. Zira Alman cephesinin ağır yükünü, Fransa sırtlanmak zorunda kalmıştı. Bu sayede İngiltere, Arap müttefikliğini de kazanması hasebiyle Ortadoğu’daki en nüfuzlu devlet oldu.200

Filistin konusunda da İngiltere, Fransa’ya baskın çıkmış ve nihayetinde isteklerini kabul ettirmişti. Fransız-İngiliz anlaşmasının sağlanmasıyla birlikte Arap toprakları, “işgal altındaki düşman bölgesi” olarak hukukî bir statüde görülüyor ve barış antlaşması imzalanana kadar askerî otoritelerin yönetiminde, askerî hukuka bağlı olarak, işgal bölgesi olarak kalıyordu. İngiliz Başkomutanlığı’ndan otorite ve yetki alınarak Suriye, Filistin ve Irak’ta Arap Hükümetleri kurulmuştu. Bu yönetimlerden Irak’ta tek bir idarî birim bulunuyordu ve idarenin başında da sivil bir İngiliz Yüksek Komiseri görevliydi. Suriye ve Filistin ise üç ayrı bölgeye ayrılmıştı. Filistin doğrudan İngiliz

199 Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 51.

200 William L. Cleveland, a.g.e., s. 182.

işgali altındaydı. Suriye ise ikiye ayrılarak Akabe’den Halep’e kadar olan bölge Araplar tarafından yönetilmekteydi. İkinci kısım ise Kilikya’dan Lübnan dahil tüm kıyı şeridini kapsıyordu ve Fransız işgali altında bulunuyordu. Arap Yarımadası’nda ise statüko aynen korunmuştu.201

Suriye ile Lübnan’ın ayrılmaması, Faysal’ın konferansta üzerinde en çok durduğu noktaydı. Yine de Faysal, tek bir manda altında birleştirilecek bir Arap devleti isteğini sunarken, bu mandanın ekonomik ve sosyal farklılıklardan dolayı kurulmasının imkansız olduğunu biliyordu. Fransız himayesinde olan Lübnan tebaasının, bu birleşik Arap devletine girmek istememesini kabul eden Faysal, bağımsız Lübnan’ı da bir dereceye kadar kabul edebileceğini Yüksek Konsey’e belirtmişti. Faysal’ın amacı, Lübnan’ın yabancı bir devlete bu denli sıkı bağlanmamasıydı, zira bu durum gelecekte kurulacak bir Arap konfederasyonunu imkansız hale getirecekti. Faysal, Suriyelilerin de gelecekte kurulacak bir Arap konfederasyonunda, bağımsız statüde yahut yabancı kontrolünde bir devletin bulunmasını kabul etmeyeceklerini savunuyordu.202

Bu nedenlerle Faysal, Paris Konferansı’nda Suriye’ye bir soruşturma komisyonu gönderilmesini talep etti. Yine de Suriye meselesiyle ilgilenen tek delegasyon, Faysal’ın önderliğindeki Hicaz delegasyonu değildi. Beyrut’taki Suriye Protestan Koleji’nin başkanı Dr. Howard Bliss liderliğinde bir delegasyon da Paris’te bulunmaktaydı. Bliss, Faysal’ın Suriye’ye soruşturma komisyonu gönderilmesi fikrini desteklemekteydi.

Bliss’e göre, bu sayede bölgedeki ifade özgürlüğü daha fazla kısıtlanamayacaktı.

Bliss’in bu ifadesi ve hararetle “milli onur” gibi terimlerin heyetçe kullanılması, Suriye’de kontrolü olan İngilizleri, özellikle Lloyd George ve Lord Milner’ı, epey kızdırmıştı. Bliss ve Faysal’ın açıklamalarından sonra, Suriye Merkez Komitesi Başkanı Şükrü Ganem’in Fransa’yı destekleyici açıklaması geldi. Ganem, Suriye’nin etnik yapısından dolayı bir Arap birliği kurulmasına karşı çıkmaktaydı zira burada Müslüman Arapların dışında İbrani, Maruni, Süryani ve Yunan Ortodoksları da yaşamaktaydı.

Böyle bir sistemin getirilmesi, bu azınlık gruplar için bir tehlike arz edebilir ve kimliklerine uygun olarak rahatça yaşamaları konusunda engel teşkil edebilirdi. Bu yüzden bölge Hıristiyanlarının yüzyıllardır hamiliğini203 yapan ve bölge ile sürekli

201 Derviş Kılınçkaya, a.g.e., s. 113-114.

202 Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 52-53.

203 Fransa’nın Suriye ile ilişkileri, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransa’ya verilen iktisadî, hukukî ve dinî imtiyazlar yoluyla başlamıştır. Bu dönemden itibaren Fransa, Osmanlı ülkesindeki Katoliklerle

alakadar olan Fransa’nın mandater devlet olması gerektiğini savunan Ganem, Fransızcanın da bölgenin ikinci ana dili olduğunu belirtiyordu. Ganem’in bu iddiaları ve iddiaları destekler kanıtları, Fransa’nın Suriye’de elini güçlendiren önemli bir faktör olmuştu.204 Fransa, Faysal’ın yarattığı karışıklıktan dolayı endişeliydi, bu nedenle Fransız himayesinde bir Suriye devletinin kurulması konusunda Faysal ile uzlaşmaya çalışmıştı. Faysal da Nisan 1919’da Clemencau’ya gönderdiği mektupta, Fransa’nın yardım teklifini olumlu karşılamıştı. Ancak mektubun güvenilirliği hakkında şüpheler bulunmaktaydı. Bundan sonra Faysal’ın isteği doğrultusunda Suriye’nin geleceğine karar verecek bir komisyonun kurulmasına ve halkın nabzının ölçülmesine dair bir hareketlenme oluyor ve İngilizler, Fransa’ya direkt olarak meydan okuyordu. Buna göre, Clemencau ya komisyonun raporunu bekleyecekti ya da Sykes-Picot’daki sınırlardan vazgeçtiğini açıklayarak İngilizlerin istediği sınırları kabul edecekti.205 Ayrıca Faysal, kurulmasını istediği Büyük Arap devleti içindeki Yahudilere mahallî muhtariyet verileceğini ancak göçlerin azaltılması gerektiğini206 Paris’teki görüşmelerde belirtmişti.

Zira Fransa gibi, Faysal da Filistin’i Suriye’nin bir parçası ve Arap konfederasyonunun bir üyesi olarak görmekteydi. Bu sebeple her ne kadar çıkarları çoğu zaman çatışsa da Filistin meselesi, Faysal’ı Fransa’ya yaklaştırıyordu. Zira Faysal’ın Filistin konusundaki girişimleri, İngiltere ile sürtüşmesine de neden olmuştu. Filistin konusunda hem Faysal

ilişkilerini gittikçe kuvvetlendirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybetmeye başlamasıyla, kendisini bu Katoliklerin hamisi olarak nitelemeye başlamıştır. İlk başlarda bir dostluk anlaşması şeklinde olan bu imtiyazlar, Fransa’nın çıkarcı ve riyakar politikalarının Osmanlıların giderek güç kaybetmesi faktörüyle birleşmesiyle, Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürmesine sebebiyet vermiştir. Fransa, Napoleon döneminde Suriye ve Mısır üzerindeki emellerini ilk defa açıkça ortaya koymuş ancak İngiliz-Osmanlı kuvvetlerinin işbirliğiyle yenilgiye uğratılmıştır. Fransa’nın İngiliz-Osmanlı topraklarındaki emelleri, 19. yüzyılda daha aşikar biçimde ortaya çıkmış ve Cezayir ile Tunus’un ilhakı ile Fransa’nın Osmanlı topraklarını parçalama arzusu gittikçe artmıştır. Fransa’nın Osmanlı topraklarına gittikçe artan bu ilgisi, Fransa’nın yüzyıllardır ilişkisinin olduğu Suriye, Lübnan ve Kudüs’e de sıçramış ve Fransa’nın Marunîler başta olmak üzere tüm Osmanlı Katoliklerinin hamiliğini iddia etmesiyle durum çok farklı boyutlara ulaşmıştır. Zira Fransa, Osmanlı Ortadoğusu’ndaki nüfuz alanını net bir şekilde çizmeye başlamış ve bu şekilde diğer sömürgeci devletleri, kendi belirlediği sınırlardan uzak tutmaya çalışmıştır. Nitekim Kutsal Yerler tartışması ile başlayan ve Paris Antlaşması (1856) ile sonuçlanan Kırım Savaşı’nda ve 19.

yüzyıldaki Dürzî-Marunî çatışmalarında Fransa’nın ve diğer büyük Avrupa devletlerinin Ortadoğu’daki nüfuz mücadelelerini net bir şekilde görmekteyiz. Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 391-397 ve Ömer Osman Umar, a.g.e., s. 349-350.

204 Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 54-55.

205 Derviş Kılınçkaya, a.g.e., s. 121.

206 İşgalden sonra Filistin’de yaşanan en önemli gelişme, şüphesiz Arap-Yahudi mücadelesiydi. King-Crane Komisyonu, Filistin’deki Arapların Siyonist programlara tamamen karşı olduğunu ve Yahudi göçünü destekleyecek tek bir Filistinlinin dahi olmadığını İngiliz Hükümeti’ne rapor ediyordu. Balfour Deklarasyonu ile Yahudi göçünün teşvik edilmesinin akabinde Filistin’deki Yahudi nüfusu gittikçe artmış ve Yahudi nüfusunun artması, Arap-Yahudi gerginliğini de dolayısıyla arttırmıştı. Sadece 1919-21 yılları arasında Filistin’e göç eden Siyonist sayısı 18 bini aşıyordu. Göç eden Yahudi sayısının artması üzerine Kudüs’te ilk büyük isyan Nisan 1920’de patlak verdi. Eugene Rogan, a.g.m., s. 104-105.

hem de Fransa ne denli diretse de ikisi de amaçlarına ulaşamamış ve hatta Faysal, dilediği Arap devletini dahi kurmayı başaramamıştır.207 Faysal’ın Paris’te talep ettiği soruşturma komisyonu olan King-Crane Komisyonu208, Haziran 1919’da Suriye halkının görüşlerini almak üzere yola çıkmıştı. Komisyonun hazırladığı rapor, Araplar için umut vaat etmekteydi ancak bu rapordan kazançlı çıkan taraf, Arap-Fransız düşmanlığını kullanan İngiltere olmuştur.209 Komisyon raporu, görüldüğü üzere İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşmektedir. Raporda, Suriyelilerin istekleri doğrultusunda Büyük Suriye Krallığı’nın teşkiline onay verilmekte ve Faysal’ın Suriye Kralı olmasında bir beis görülmemektedir. Rapor, açıkça görüldüğü üzere tamamen Fransa’nın aleyhinedir ve Ortadoğu’da İngilizlerin menfaatine bir ortamın yaratılmasında etkili olmuştur. Fransa için artık geriye tek bir seçenek kalmıştır:

İngiltere’nin şartlarını kabul etmek.

Faysal da Paris’te uğradığı kötü muameleden sonra tüm umudunu komisyona ve Amerika Birleşik Devletleri’ne bağlamıştı. Bilindiği üzere Paris Konferansı’na katılan Faysal, İngiltere’de umduğu desteği bulamayınca, biraz da Wilson İlkeleri’nin etkisiyle Amerika’ya yönelmişti. Soruşturma komisyonu teklifini Amerika Birleşik Devletleri’nin kabul etmesi ve bölgeye komisyonu göndermesi, Faysal’ın Amerika ile ilgili umudunu arttıran önemli bir gelişmeydi. Faysal, bundan sonra Amerika ile işbirliği yapmaya çalışacak ve Fransız işgalini ertelemek için uğraşacaktı. Aynı zamanda İngilizlerle de irtibatını sürdürerek Fransa’ya karşı İngiltere’nin desteğini almaya çalışacaktı.210 Görüldüğü üzere Faysal, İngiltere’den artık umudunu kesmiş ve yeni çareler aramaya başlamıştı. Fransız işgaline karşı, diplomatik girişimlerde bulunarak kendisine destek aramış ancak İngiltere ve Fransa, halihazırda aralarında taksim görüşmelerine başlamıştı. Paris Konferansı’na büyük umutlarla giden Faysal’a, konferansta Suriye’de

207 Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 252 ve Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 57-58.

208 Henry Churchill King, 1858’de doğmuştur. Psikoloji eğitimi ve ilahiyat alanlarında kitapları bulunmaktadır. Ayrıca Amerika’nın en iyi eğitimcilerinden biri ve Oberlin Koleji’nin başkanıydı.

Charles R. Crane ise 1858’de doğmuştur. 1917’de Rusya’ya gönderilen heyette görev yapmıştır. 1920-21 tarihleri arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin Büyükelçisi olarak ülkesine hizmet etmiştir. Metin Ayışığı, a.g.e., s. 75.

209 “Irak ile Suriye (Filistin dahil) ikiye ayrılarak, burada iki manda yönetimi kurulmasına ve bu manda yönetimlerinin kısa süreli tutulmasına çalışılmalıdır. Filistin, Suriye’ye dahil olarak tek birim şeklinde yönetilmelidir ayrıca Lübnan da Suriye’ye bağlı özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır. Faysal, Suriye Krallığı’nın başına getirilebilir, Irak’ta ise halkın onayladığı bir kralın idaresinde meşrutî bir rejim kurulabilir. Milletler Cemiyeti, Suriye mandasını üstlenmezse, burada İngiltere idaresinde bir mandanın

209 “Irak ile Suriye (Filistin dahil) ikiye ayrılarak, burada iki manda yönetimi kurulmasına ve bu manda yönetimlerinin kısa süreli tutulmasına çalışılmalıdır. Filistin, Suriye’ye dahil olarak tek birim şeklinde yönetilmelidir ayrıca Lübnan da Suriye’ye bağlı özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır. Faysal, Suriye Krallığı’nın başına getirilebilir, Irak’ta ise halkın onayladığı bir kralın idaresinde meşrutî bir rejim kurulabilir. Milletler Cemiyeti, Suriye mandasını üstlenmezse, burada İngiltere idaresinde bir mandanın