• Sonuç bulunamadı

İngiltere’nin Sevr Antlaşması Öncesi Tutumu

1.2. San Remo Konferansı Öncesinde İtilaf Devletlerinin ve Azınlıkların Sergilediği

1.2.1. İngiltere’nin Sevr Antlaşması Öncesi Tutumu

İngiltere’nin esas amacı, Hindistan sömürgesi yolunu korumaktı ve bu yüzden İngiltere’nin Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda tam bir hakimiyet kurması gerekmekteydi. Zira İngiltere’nin sömürge politikasını incelediğimizde bu durumu net bir şekilde görmekteyiz. Amerika Birleşik Devletleri bağımsız olduktan sonra İngiltere’nin en önemli sömürgesi Hindistan olmuştu. Bu yüzden İngiltere, Hindistan’ın güvenliğine ayrı bir önem vermekteydi. Bu suretle Cebelitarık’ın kontrolünü ele geçirmiş, Malta ve Kıbrıs gibi önemli Akdeniz adalarını işgal etmiş, Mısır ve Sudan’ı ele geçirerek Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’deki egemenliğini sağlamlaştırmış, Yemen, Aden ve Basra gibi önemli limanları hakimiyetine alarak Kızıldeniz-Hint Okyanusu-Basra Körfezi üzerinde kesin bir kontrol sağlamış ve elde ettiği imtiyazlar sonucu İran kıyılarında da önemli liman şehirlerine sahip olarak bu hakimiyetini daha da kuvvetlendirmişti. Hicaz demiryolunun yapımı, İngiltere’nin sömürgeleri arasında kurmuş olduğu kara ve deniz bağlantısını tehdit etmekteydi. Bu nedenle Hicaz, Irak, Filistin ve Suriye’nin İngiliz denetimine alınması gerekliydi. Ayrıca 20. yüzyıl başlarında bu bölgelerde petrol yataklarının keşfedilmesi, Ortadoğu’nun önemini daha da arttırmıştı. Ek olarak Bağdat demiryolları imtiyazının Almanlara verilmesi ve Ortadoğu’da Alman nüfuzunun güçlenecek olması, İngiltere’yi tedirgin ediyordu.129 Görüldüğü üzere Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki İngiliz çıkarları, Mezopotamya ve Basra Körfezi üzerine yoğunlaşmıştı. Bölgedeki nüfuzunu devam ettirmek konusunda endişe duyan İngiltere, Hindistan sömürge yolunu koruma

128 Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri (Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 1919-1922), TTK, Ankara, 1994, s. 29-30.

129 Ömer Osman Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye (1908-1938), AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2013, s. 352-354.

altına almak amacıyla, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun doğudaki topraklarıyla ilgilenmekteydi.130

Başlangıçta İngiltere ve Fransa, Sykes-Picot ile paylaştığı Ortadoğu topraklarının kendilerinde kalmasını istiyordu. Rusya’da ihtilal olup da Çarlık Rusya’nın savaştan çekilmesi ve akabinde Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa girmesi, tüm dengeleri ve planları altüst etmişti. Yine de savaş sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nin paylaşıma katılmaması, İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’daki emellerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat yaratıyordu.131 Yine de savaş sırasında kabul edilen Sykes-Picot Anlaşması, bahsi geçen durum ve koşulların değişmesinden dolayı işlerliğini yitirmişti.

Zira Fransa, Musul dahil olmak üzere, Suriye’nin tamamını elde ediyor ve burada doğrudan bir nüfuz alanına sahip oluyordu. İngiltere ise dönemin şartları gereği imzalanan ve Rusya’yı da kapsayan bu anlaşmadan artık hoşnut değildi. Rusya’nın savaştan çekilmesi ve dengelerin tamamen değişmesiyle, İngiltere için Sykes-Picot’da verilen taahhütler bir yük olmaya başlamıştı. Ayrıca İngiltere, Rusya’nın bölgedeki etkisini yitirmesi ve Arapların İngilizlerin yanında saf tutması gibi gelişmelerle Ortadoğu’da epeyce güç kazanmıştı.132

İngiltere’nin propaganda politikaları, Ortadoğu ve Anadolu’nun zenginliklerini ele geçirmek ve Türkiye ile Almanya’yı da bu bölgelerden kesin bir şekilde uzaklaştırmak amacıyla yürütülmüştü ancak İngiltere, propaganda yaparken gerçek niyetlerini çok iyi bir şekilde gizlemişti. Türklerin, tarihî, kutsal ve verimli bu bölgeleri idare etmede başarısız olduklarını bahane ederek bölge halkının geri ve fakir bir hale düşmesinin esas nedeninin Türkler olduğu savını ileri sürmüşlerdi.133 Türklerin, Anadolu ve Ortadoğu’dan uzaklaştırılması gerektiğini yineleyerek tam da İngilizlerin gitmesini istediği yere giden bu propagandalar, o döneme kadar pek fazla ayrılıkçı hareket görülmeyen Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda ayaklanmalara neden olmuştu ve Türk karşıtı propagandalar hedefine ulaşmıştı. İngiltere’nin Türkiye politikası, ayrılıkçı

130 Marian Kent, “Great Britain and the End of the Ottoman Empire”, The Great Powers and the End of the Ottoman Empire, Editör: Marian Kent, George Allen & Unwin Publishers, London, 1984, s. 172.

131 Nasır Niray, “Bölgesel ve Küresel Gelişmeler Işığında Ortadoğu'da Oluşan Siyasal Gelişmeler ve Türkiye'nin Yeri”, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezi 1. Orta Doğu Semineri, Elazığ, Mayıs 2003, s. 11.

132 Paul C. Helmreich, From Paris To Sevres – The Partition of the Ottoman Empire at the Peace Conference of 1919-1920, Ohio State University Press, Columbus, 1974, s. 51.

133 Servet Avşar, “I. Dünya Savaşı'nda İngiliz Propaganda Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti”, Atatürk Dergisi, Erzurum Atatürk Üniversitesi Yayınları, C. 3, S. 2, Erzurum, 2002, s. 123.

hareketleri destekleme propagandasıyla desteklenmiş ve Osmanlı İmparatorluğu parçalanmıştı.

İstanbul ve Boğazlar meselesinde de çıkarlarını ön planda tutan İngiltere, bölgenin uluslararası bir mahiyette olup, İngiliz ve Fransız kontrolünde olacağını, Türk Hükümeti’nin Anadolu’ya gönderileceğini ve Padişahın İstanbul’da kalmasına izin verilerek İstanbul’un yalnızca dinî bir merkez olarak kalacağını açıklamıştı. Pall Mall gazetesinde yer alan Lloyd George’un bu söylevi, Türkiye’de ve diğer Müslüman bölgelerde şiddetle protesto edilmiş, Fransa’da dahi L. George’un bu söylevine karşı çıkılmıştı.134 Gelen tepkiler sonrasında İngiltere, padişahın ve Türk Hükümeti’nin İstanbul’da kalmasına ve İstanbul’un Türk başkenti olma statüsünü korumasına müsaade etmiş ancak İstanbul’da padişahı da hükümeti de bir piyon olarak kullanmıştır.

İngiltere’nin savaş esnasında Ortadoğu politikasına bakıldığında, Şerif Hüseyin’in etkili olduğu görülmektedir. Ancak gizli anlaşmalar ve Balfour Deklarasyonu’na rağmen İngiliz ve Haşimi ittifakının hayatta kalmasının nedeni, 1916 yazından sonra her iki tarafın da birbirine daha çok ihtiyaç duymaya başlamasından kaynaklanıyordu. Nitekim İngilizler, Çanakkale ve Irak cephelerinde yenilgiye uğramış ve ileri bir harekat düzenleyemez olmuşlardı. Şerif Hüseyin’in ise İttihatçılarla olan ilişkisi daha da gerginleşmişti. Zira Şerif Hüseyin de oğulları da ilk fırsatta İttihatçılar tarafından azledilecekler ve hatta hayatlarını kaybedeceklerdi. Ayrıca İngilizler için Şerif Hüseyin’in dinî açıdan da önemli bir değeri vardı. İngilizler, Mekke Şerifliği makamını ve Haşimi soyunun dinî önemini kullanarak Osmanlı Halifesi’nin cihad çağrısını engellemeye çalışıyordu. İngilizlerin esas korkusu, Türk zaferlerinin artmasından kaynaklanıyordu ve İngilizler, bu zaferlerin Hindistan başta olmak üzere Müslüman sömürgelerine sıçramasını istemiyordu.135 İngiltere’nin Şerif Hüseyin politikasının, uzun vadeli bir propaganda olduğu görülmektedir. Nitekim İngiltere, ele geçirdiği topraklardaki dinî meselelerin çözümünü ve Halifelik makamını Osmanlılarda bırakmak istemiyordu. Ayrıca İngiltere, Halifelik makamını da çıkarlarına aykırı bulmaktaydı. Bu yüzden önce Şerif Hüseyin’i ve daha sonra da oğlu Faysal’ı, Halifeye

134 İzzet Öztoprak, a.g.e., s. 83.

135 Eugene Rogan, “A Century After Sykes-Picot”, Cairo Review of Global Affairs, S. 19, The American University in Cairo Press, s. 99-100.

karşı bir makam gibi kullanmıştı.136 Neticede İngiltere, Şerif Hüseyin ve Faysal’a bulunmuş olduğu vaat ve akitleri yerine getirmeyecek ve bunu yaparken de vermiş olduğu vaatlerdeki müphem ifadeleri ustaca kullanacaktı. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün, bir manda idaresi olarak kalacak ve Arabistan’da bile Şerif Hüseyin’in herhangi bir nüfuzu kalmayacaktı.137 Kısaca İngiltere, Arapları hem savaş sırasında hem de savaş sonunda çıkarlarına göre kullanmıştır.

İngiltere’nin Ortadoğu’daki en büyük propaganda aktörlerinden Lawrence, İngiltere’nin “Doğu’da Türklere karşı yeni bir gücün gerekli olduğunu ve bu gücü uyandırmak için gerekirse yeni bir ulus yaratılmasını” amaçladığını belirtiyordu.138 İngiltere’nin Türkiye politikasının, hangi temeller üzerine kurulduğunu, L. George’un hatıratında kullandığı ifadelerden de görebilmekteyiz. L. George, Türk barışı görüşmelerini, diğer devletlerle yapılan barış görüşmelerine nazaran “çok daha zorlu”

olarak betimlemişti. Zira Türk topraklarında, ilgilenilmesi gereken çok fazla dinî inanç ve fazlasıyla ırksal çeşitlilik139 bulunmaktaydı. Elbette İtilaf devletleri, bu zorlu işi

“ümitsizlikle” yükümlenmeyi kabul etmişlerdi. Nitekim Türk topraklarında, asla çözülememiş tarihî sorunlar bulunmaktaydı. Türk topraklarında mevcut sorunların yanı sıra, bir de her devletin Türk topraklarında, Lloyd George’un betimlediği üzere,

“gerçekçi ve hayalci” birtakım çıkarları da mevcuttu. Kısaca özetlemek gerekirse, Türk barışındaki çıkmaz, bu denli karmaşık bir ahvale sahipti.140 L. George’un zikrettiği üzere, Türk İmparatorluğu içerisinde ırksal ve dinî çeşitlilik fazlaydı ve İngiliz politikası, bu farklılıkları ayrıştırma üzerine temellenmiştir. Lloyd George, İngiltere’nin Araplara paylaşım anlaşmasından bahsedilmemesinin çetrefilli bir durum olduğunu eserinde zikretmektedir. Arap liderleri söz konusu durumu öğrendiğinde, doğal olarak

136 Tuncer Çağlayan, “Ortadoğu'nun Yeniden Yapılandırılması Aşamasında İngiliz Dışişleri Bakanlığının Bazı Görüşleri (Ekim-Aralık 1918)”, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezi 1. Orta Doğu Semineri, Elazığ, Mayıs 2003, s. 288.

137 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Çeviren: Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 179.

138 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, çev. Yavuz Alogan, haz. Tanıl Bora, İstanbul, 2009, s. 372.

139 Lloyd George’a göre, Türk toprakları üzerinde Türkler, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Yahudiler ve Ermeniler oldukça iç içe bir halde yaşamaktaydı. Türklerin en çok yaşadığı bölge, Anadolu’nun merkezi iken, Anadolu’nun güneybatısında Yunan halk ağırlıktaydı. Lloyd George, Boğazlar ve çevresinin bir bölümünde Rum, Yahudi ve Ermeni nüfusun Türklerden daha fazla olduğunu iddia etmekteydi. Elbette Rum nüfus, diğerlerine göre daha ağır basmaktaydı. Ayrıca Lloyd George eserinde, L. George, Doğu Anadolu’dan da Ermeni eyaleti diye bahsetmekteydi. David Lloyd George, The Truth About The Peace Treaties, Volume II, Victor Gollancz Ltd., London, 1938, s. 1003.

140 David Lloyd George, a.g.e., s. 1002.

durumdan ötürü İngilizlere güceneceklerdi.141 Zira İngiltere, bir taraftan Ortadoğu ve Arabistan’ı taksim anlaşmaları ile paylaşıyor, bir yandan da Şerif Hüseyin’e karşı Necid Emiri İbni Suud ile görüşmeler yapıyordu.142 İngiltere, Ortadoğu’daki konumunu sağlamlaştırmak ve nüfuzunu tesis etmek hasebiyle, bölgeyi idare açısından kolay bir şekle sokmaya çalışmıştır. Bunun için de zikrettiğimiz üzere bölgedeki azınlıkları ve dinî ayrılıkları kullanarak bölgeyi parçalara ayırmıştır. Bundan dolayı Ortadoğu’da Ermeni, Kürt, Arap, Nasturî ve Süryanî devletlerinin kurulmasının yanında, Şiî ve Sünnî yönetimlerin de yaratılması İngilizlerce planlanmıştır. Bu sayede İngiltere, petrol bölgelerini istediği gibi yönetebilmeyi ummuştur.

Görüldüğü üzere İngiliz devlet adamları arasında ağırlıklı düşünce, Türkiye’nin parçalanmasına yönelikti yine de Türk barışının daha hafif olmasını savunan kişiler de bulunmaktaydı. Ancak bu kişiler, çoğunlukla asker kökenliydi ve Türkiye’yi parçalamayı düstur edinen politikacıları, raporlarıyla ikna edememişlerdi. Örneğin, Deniz Yarbayı Luke, Türk barışına dair ülkesine gönderdiği 21 Mart 1920 tarihli memorandumda143 daha hafif bir barışın gerekliliğini tavsiye ediyordu.

141 David Lloyd George, a.g.e., s. 1022-1023.

142 Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 165.

143 “1- Şu anki duruma bakarak Yüksek Konsey’in kesin barış koşullarını dikkatle takip ettiğini söylemek mümkündür. İstanbul’daki Müttefik kuvvetler, bu koşulların Türkiye’ye cebren dayatılabileceği kanısındadır. Sunulacak antlaşma tasarısının bölgesel hükümleri daha çok Yunanistan lehinde olup Ermeni ve Kürtlerin çıkarlarına daha az hizmet etmektedir. Bu durum, belirtilen gruplar arasında çıkar çatışmalarına dönüşmeye başlamıştır. Trakya ve Anadolu’nun mevcut durumu göz önüne alınırsa, İstanbul’un geçici olarak işgalinin barış görüşmelerinden ayrı tutulması, Türk Milliyetçilerinin böyle bir anlaşmayı imzalamayacağı fikrini kuvvetlendirmektedir.

2- Yüksek Konsey’in Türk Barış Antlaşması tasarısıyla ilgili muhtemel planı şu şekildedir:

a- İmparatorluğun Türk olmayan bölgelerinde Türk hakimiyetinin tamamen kaldırılması ve Türk hakimiyetinin sadece Türklerin yaşadığı bölgelerle sınırlı kalması,

b- Türk topraklarında kalan azınlıkların güvenliğini temin etmek,

c- Türk topraklarında uygulanması tasarlanan maddeleri hayata geçirmek, d- Tanımlanan topraklar üzerindeki asayişi sağlamak.

3- Erzurum, Aydın ve Edirne gibi vilayetlerin ele geçirilmesi gereksizdir. Zira bu topraklarda yaşayan nüfusun çoğunluğunu Türkler oluşturmaktadır. Barış antlaşmasında yalnızca belirtilen bölgelerin Türklerden ayrılmasını konuşmak uygun olabilir. Bu toprakları ele geçirmek, şüphesiz güç ve cebr gerektirmektedir fakat buraları güç kullanarak ele geçirmek Müttefiklere kazanç sağlayacak mıdır? Buna ilaveten barış şartlarını İstanbul Hükümeti’ne onaylatmak, Mustafa Kemal için hiçbir şey ifade etmemektedir. Ayrıca şartlar dayatılıp antlaşma imzalandığı zaman, Osmanlı topraklarında kalan azınlıkların statüsü ne olacaktır? Maraş, bu konuda gerekli cevabı vermektedir. Bahsi geçen topraklardaki Türk nüfusun etkisi azaltılmadıkça buralarda kalıcı bir barışın sağlanması imkansız görünmektedir.

4- Trakya ve İzmir’le ilgili maddelerin kabulü halinde Aydın, Edirne gibi vilayetler, Yunan hakimiyetine bırakılacaktır.

a) Maddenin onaylanması bağımsızlık ilkelerine ters düşmekteydi bu sebeple Türklerin ve Türk olmayan Müslümanların da hakkı gözetilmelidir.

Luke’un gönderdiği memorandum, açıkça görüldüğü üzere kalıcı bir barışın temin edilmesini ön planda tutmaktadır. Luke, Türk milletinin dayatılmaya çalışılacak herhangi bir barış antlaşmasını imzalamayacağını ayrıca şiddetli mukavemete geçeceğini önceden görmüştür. Ayrıca Türklerle anlaşma yoluna gitmenin, İngiltere için daha kârlı olacağını belirten Luke, Yunanistan’ın Türklere karşı herhangi bir üstünlük kuracağına da inanmamıştır.

Sonuç olarak Paris ve Londra Konferansları kararlarında hakim devlet, şüphesiz İngiltere’dir. Zira bu durumun oluşmasında iki önemli faktör vardır: İlki Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’nun kendi kıtası dışındaki sorunlarla ilgilenmeme kararı almasıdır ve Senato’nun aldığı bu kararla Amerika’nın taksim anlaşmalarına katılmaması, İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmiştir. Bununla bağıntılı olarak ortaya çıkan ikinci faktör ise İngiltere’nin Müttefikler arasındaki en büyük güç olarak kalmasıdır. Nitekim Amerika’nın siyaseten Ortadoğu ve civar bölgelerden uzaklaşması, İngiltere’nin bu bölgede rakipsiz kalması anlamına geliyordu. Çünkü Fransa, I. Dünya Savaşı sırasında büyük bir yıkıma uğramış ve ülke, savaşın bir döneminde Alman işgaline uğramıştı. İtalya ise hem sanayisini geç geliştirdiğinden hem de sömürge yarışına geç başladığından, sömürgecilik politikasında İngiltere kadar tecrübeli değildi.

Üstelik askerî gücü, hem denizde hem de karada İngiltere’ye rakip olacak seviyede değildi. Bu sayede İngiltere, konferansta başat bir konuma geliyordu. İngiltere-Fransa Ortadoğu siyasetine Araplarla olan yoğun ilişkilerinden dolayı aşağıda tekrar değinilecektir.