• Sonuç bulunamadı

Muhafazakârlığın bir ideoloji mi, bir tutum mu, bir mizaç mı, yoksa psikolojik bir tavır mı olduğu, taşıdığı özellikler, bunların felsefî alt yapısı ve hatta farklı türlere ayrılışı gibi noktaların belirginleştirilmesi, bu kavramın tarihçesinin incelenmesini gerektirmektedir. Aslında tarihe başvurmak, sadece muhafazakârlığın incelenmesinde değil, bütün ideolojilerin irdelenmesinde geçerli olan bir yöntemdir. Tarihe başvurmanın sağlayacağı en büyük yarar, incelenecek olan kavram ve düşüncenin üzerinde oturduğu

zihniyetin, yani felsefenin daha net görülmesini sağlamasıdır. Kavramların temelini teşkil eden felsefeler kolay kolay değişmeseler de aynı şey kavramlar için söylenemez. Zira, kavramlar ilk ortaya çıktıkları dönemden günümüze kadar belirli değişimlerden geçerler. Bu açıdan bakıldığında, muhafazakârlık da belirli değişim ve dönüşümlere uğramıştır. Ancak, yine de muhafazakârlığın doğuş sürecinin incelenmesi, muhafazakârlığın incelenmesinde de ciddi anlamda faydalı olacaktır. Hatta ortaya çıkış ve gelişim sürecine bakılmadığı takdirde, muhafazakârlığın yanlış anlaşılacağı bile iddia edilebilir. Bu nedenle, tezimizin bu bölümünde, muhafazakâr düşüncenin tarihçesine sınırlı ölçüde de olsa değinilmektedir.

Bu bağlamda önce, siyasal ve ideolojik bir düşünce olarak ortaya çıkmasından önceki dönemde, muhafazakârlığın temel ilke ve özelliklerine nelerin kaynaklık ettiğine bakılacak, daha sonra da doğuş, gelişim ve bir ideoloji olarak netleşmeye başlama dönemi ele alınacaktır.

Muhafazakârlığın siyasal bir nitelikle ve hatta tartışmalı olsa da bir ideoloji ya da teori halinde gündeme gelmesi, 18. Yüzyıl sonları ile 19.

Yüzyılın başlarına denk düşmektedir. Tutarlı ve sistemli bir muhafazakârlık felsefesinden söz edebilmek için 1789 Fransız Devrimini beklemek gerekmiştir. Ancak, bazı yazarlar bu tarihten önce de siyasal düşünce içinde muhafazakâr nitelikli fikirler bulunduğuna60, hatta muhafazakârlık felsefesinin kendisinin Fransız Devriminden çok daha önce ortaya çıktığına inanmaktadırlar. Aslında bu iddialar tümüyle yanlış değildir. Şöyle ki, Burke’ten bu yana neredeyse bütün muhafazakârlarda ortak olan bazı fikirlerin tarihin daha eski dönemlerinde yaşamış düşünürlerce de dile getirildiği bir gerçektir. Bununla birlikte, bu fikirler, onları savunanlar bugünkü anlamda muhafazakâr oldukları için ortaya atılmış değillerdir. Zaten, klasik muhafazakârlığa uygun bazı fikirler ortaya atmış olan bu düşünürlerin, aynı zamanda muhafazakârlık kategorisinde değerlendirilmeleri zor olan başka

60 Peter Viereck: Conservatism Revisited: The Revolt Against Ideology, Transaction Publishers, 2005, s.187.

fikirleri de savundukları görülmektedir. O halde, bu fikirler muhafazakârlık bilinci olmadan oluşturulmuş, dolayısıyla da muhafazakârlıkla benzerlikleri tamamen tesadüfî olan fikirlerdir. Vincent bu fikir demetlerine “bilinçsiz muhafazakârlık” adını vermektedir61. Mannheim’ın da muhafazakârlığı “bilinçli hale gelmiş gelenekçilik” olarak tanımladığı düşünülürse, Vincent’ın yargısının doğru olduğu görülmektedir. Şöyle ki, Mannheim’ın yargısı mantıksal sonucuna kadar götürülürse, insanlar ancak geleneksel kurum ve değerleri çok radikal ve geniş ölçekli bir biçimde yok olmaya başlayınca işin farkına varmışlar ve bilinçlenerek mevcut durumu ve onu besleyen felsefi arkaplanı muhafaza etmeye yönelmişlerdir62. Yani, muhafazakârlık geleneklerin yitip gitmesine basit bir direniş değil, belli bir felsefi temele sahip ilkeler temelinde karşı duruştur. Oysa, insanlar muhafazakâr olmadan önce geleneklerinin belki farkında ya da bilincinde bile değillerdi. Zira, aydınlanma döneminden önce de değişimler olmuşsa da, bunlar aydınlanmacıların hedefledikleri türden toplumun bütün alanlarına yönelik değişim ve dönüşümler değildi. Bunlar insanların ve toplumların hayatlarını kökten değiştirme amacı taşımıyordu. Aksine bunlar, kısmi, tedrici ve büyük ölçüde de kendiliğinden gerçekleşen değişimlerdi. Bu nedenle de insanların bir takım kurum ve değerlerin yitip gitmekte olduğunun farkına varmaları anlamında bilinçlenmelerini gerektiren bir ortam bulunmamaktaydı. Ancak aydınlanmayla birlikte, durum tamamen değişmiştir. Aydınlanmayla birlikte geleneklerin yok olması doğal bir süreçle değil, bilinçli insan iradesiyle ve çok güçlü bir dış müdahaleyle gerçekleşmeye başlamıştır.

Şu halde, çok daha eski çağlarda ortaya atılmış bazı fikirlere muhafazakâr etiketi yapıştırılmaktaysa da bu fikirlerin muhafazakâr dokuda olmaları bilinçli bir tercihin sonucu değildir. Bununla birlikte, bunların muhafazakâr perspektife katkı sağladıkları da inkâr edilemez. Bunun

61 Andrew Vincent: a.g.e., s.55.

62 “Muhafazakârlar, önceden ontolojik muhafazakârlar iken, geleneği kaybettiklerinde, onun farkına vararak bilinçli, modern ya da entelektüel/politik muhafazakâra dönüşmüşlerdir”. Bkz. Bengül Güngörmez: “Muhafazakâr Paradigma: Dogma ve Önyargı”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 1, sayı.1, Yaz 2004, s. 13

yanında, muhafazakârlığı andıran ve bu nedenle de sıklıkla onunla karıştırılan gelenekçiliğin tarihi ise çok daha eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Bu anlamda gelenekçiliğin insanların ortak özelliği olduğu söylenebilir. Zira, ona, her insanda rastlamak mümkündür. Şöyle ki, insanların sürekli ya da çoğunlukla aynı yemekleri yemeleri, aynı yerlere gitmeleri, birbirinin benzeri olan kıyafetler giymeleri, aynı saatte yatıp aynı saatte kalkmaları ya da belli değerlere, ritüellere sadık kalmaları az rastlanan durumlar değildir. Daha da önemlisi, insanlar bu alışkanlıklarını çoğunlukla bilinçsizce yaparlar ve bunları değiştirme hususunda da her zaman istekli değillerdir. İnsanlar değişimden çok muhafaza etmeyi seçerler. Bu açıdan bakıldığında, gelenekçiliğin de muhafazakârlığa giden süreçte önemli bir etken olduğu söylenebilir. Hatta o kadar önemlidir ki, Mannheim’a göre gelenekçilik göz ardı edilirse, muhafazakârlığın anlaşılması pek kolay olmaz.

Muhafazakârlığın, çeşitli fikir ve vurgular üzerinden tarihsel izlerinin sürülmesinde çoğunlukla iki dönem ön plana çıkmaktadır. Bunlar, İlk Çağ ve Orta Çağ dönemleridir. İlk Çağ’daki antik Yunan dönemi, muhafazakâr fikir ve görüşlerin en fazla görüldüğü ileri sürülen dönemdir. Bu bağlamda muhafazakârlığın en erken tarihi Aristotales63, Platon ve Stoacı’lara kadar geriye götürülmektedir64. O dönemde bu düşünürler dışındaki birçok düşünürün de az çok çeşitli muhafazakâr temalara vurgu yaptıklarına şüphe yoktur. Ancak, bütün bu düşünürlere ayrı ayrı değinmek tezin sınırları içinde mümkün olmadığından, ilk çağa örnek olması bakımından dönemin en önemli filozoflarından biri kabul edilen Platon’un görüşlerine değinilecektir.

Platon’un “devlet” isimli kitabı muhafazakâr nitelikli fikirleri içeren en eski eserlerden biri olarak kabul edilir65. Platon’un elitist yaklaşımı, Atina’nın

63 Anthony Quinton: a.g.m., s.244.

64 Andrew Vincent: a.g.e., s.59

65 Bu iddiayı, Platon’un bir kısım fikirlerini muhafazakâr fikir ya da temalara bağlayan Schuettinger gibi yazarların eserlerinde görmek mümkündür. Daha fazla bilgi için bkz. Robert Lindsay Schuettinger: The Conservative Tradition in European Thought, ed.by,Robert Lindsay SCHUETTINGER, G.P. Putnam’s Sons, s.178-191. Ayrıca, Vincent’ın aktardığına göre bazı yazarlar

yaşadığı ciddi politik istikrarsızlıkları, şehrin yaşadığı değişimlere bağlayarak bu duruma çare olması ümidiyle önerdiği fikirler66 ve tüm bunları politik ve toplumsal istikrar adına67 söylediği düşünülürse, Platon’un düşüncelerinde çağdaş muhafazakârlığı andıran bazı özellikler olduğu söylenebilir.

Gerçekten de Platon, örneğin, ideal toplum yapısında meydana gelebilecek her türlü sapmanın toplumsal uyum, ahenk ve düzenin bozulmasına yol açacağını görmüş ve bunları gayrı mükemmelliğin göstergeleri olarak nitelemiştir. Hiç kuşkusuz, toplumsal düzen ve uyum üzerindeki vurgu ile değişimin, daha doğru bir ifadeyle köklü değişimin, bireysel ve toplumsal bozulmayı da beraberinde getireceği varsayımı tipik bir muhafazakâr vurgudur.

Bununla birlikte, Platon’un, sahip olduğu bazı fikirleri nedeniyle muhafazakâr olarak nitelenmesi çok zordur. Zira, Platon’un istikrarlı ve düzenli bir toplum yaratması umuduyla ortaya attığı fikirler tam anlamıyla birer ütopyadır. Dolayısıyla da onların temelleri çok radikal değişim ve dönüşümlere dayanmaktadır. Örneğin, iktidarın kalıtımsal aristokrasinin elinden alınıp mükemmel eğitim görmüş bir entelektüeller sınıfına teslim edilmesi68; söz konusu ütopyanın Atina dışındaki toplumlara da uygulanabileceğini düşünerek69 yerellikten ziyade evrenselliği hedeflemesi vb. düşünceleri o dönem için fazla radikal ve büyük değişimlerdi. Aynı zamanda, aile ve özel mülkiyet gibi, muhafazakârların kesinlikle vazgeçemeyecekleri bazı geleneksel kurumları göz ardı eden yaklaşımı da muhafazakârlarda görmeye pek alışık olmadığımız anlayışlardır. Aynı şekilde, onun ideal toplum tasavvurunun mükemmeliyetçiliğe dayanması da

muhafazakarlık üzerine yapılacak bir çalışmanın mutlaka Platon’un “Devlet” isimli eseriyle başlaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Andrew Vincent: a.g.e., s.59

66 Anthony Quinton: a.g.m. s.248,

67 Gerçekten, Goodwin’in de ifade ettiği gibi, Platon kendi döneminde şahit olduğu rejim değişikliklerini, özellikle de demokratik rejimi, özelde Atina’nın ve genelde de Antik Yunan’ın hâkim devlet modeli olan polis düzeninin devamı açısından en büyük tehlike olarak görmüştür. Barbara Goodwin: a.g.e., s148

68 Pekka Suvanto: Conservatism From the French Revolution to the 1990’s, Macmillan Press (St.Martin’s Press), 1997, s.9 ; Anthony Quinton: a.g.m., 248

69 Anthony Quinton: a.g.m., 248

muhafazakârlıktan ziyade diğer bazı modern ideolojilerin özelliği olan 18. ve 19.YY’ın tipik aydınlanmacı yaklaşımıdır. Tüm bu yazılanlar göz önüne alındığında, Platon’u tam bir muhafazakâr olarak nitelemekten ziyade onun az sayıda muhafazakâr tutumun bilinçsiz bir taşıyıcısı olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

Muhafazakârlığın incelenmesinde kendine kadar geri gidilen ikinci dönem, hiç kuşkusuz Orta Çağdır70. Muhafazakârlığın şekillenmesinde en büyük rolü olan dönemin Orta Çağ olduğunu ileri sürmek abartı değildir. Orta çağın bu rolü, muhafazakârlara savundukları değer ve kurumların önemli bir bölümünü sunmuş olmasıdır. Feodal sosyal yapı, aristokrasi, din, hiyerarşi, otorite, aracı cemiyetler vb. muhafazakârlarca –her ne kadar bunların bir kısmı erken dönem muhafazakârlarının vurguları olsa da - büyük önem verilen kurum ve değerlerin bu dönemin hâkim kurum ve zihniyetleri olduğuna şüphe yoktur. Gerçekten de, Ortaçağ dönemine bakıldığında, bu dönemin daha sonraki muhafazakâr düşünürler üzerindeki en büyük etkisi onlara din, aristokrasi ve hiyerarşi vurgularını sağlamış olmasıdır. Bunlar içinde özellikle din, muhafazakârlıktaki önemini günümüzde de sürdürmesi bakımından en önde gelen olgulardan biridir. Orta Çağda, geçmişin bütün fikir ve kavramları Hıristiyanlık ekseninde yeni baştan şekillendirildiği için uzunca bir dönem, aşağı yukarı Rönesansla başlayan laikleşme ve sekülerleşme sürecine kadar, söz konusu kavramlar siyasal ve sosyal alanda mutlak belirleyici olmuşlardır. Hatta, Rönesansla başlayan ve gittikçe güçlenen laikleşme süreci, toplumları köklü biçimde dönüşüme uğrattıktan sonra bile, dinin etkisinin belli ölçüde de olsa devam ettiği görülmektedir. Bu çerçevede, Burke’le başlayan sistemli muhafazakârlık da temel ilke ve düşüncelerini oluştururken din olgusunu, tümden reddetmek ya da bir kenara bırakmak şöyle dursun, onu en temel referanslarından biri olarak kullanmıştır.

Örneğin, tezin ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı olarak üzerinde durulacak olan “ilk günah” doktrini tamamen dini bir doktrin olup, muhafazakâr

70 Andrew Vincent: a.g.e., s.59

düşüncede merkezi bir yere sahiptir. Yine, Tanrı merkezli bir evren ve toplum anlayışı ile insanın onların içindeki yerine ilişkin muhafazakâr tahayyül de, seküler muhafazakârların yazılarında pek görünmese de, muhafazakârlığın genel felsefesinin dışında değerlendirilemez.

Bunun yanında, Ortaçağın en önemli fikir adamlarından biri olan Thomas Aquinas’ın Aristotales’in ve Hıristiyanlığın doktrinlerini birleştirerek oluşturduğu fikirler arasında da bazı muhafazakâr vurgular bulunmaktadır. Bu bağlamda, toplumsal hiyerarşi düşüncesi, devletin organik bir bütün olarak görülmesi ve bireyci olmayan bir anlayışla değerlendirilmesi gibi yaklaşımlar, günümüz muhafazakârlarının büyük bir bölümünde de mevcuttur. Bununla birlikte, Hıristiyanlığın muhafazakârlığın bazı ilkeleriyle çeliştiği de söylenmelidir. Bu bağlamda, örneğin Hıristiyanlığın insanların bulundukları sosyo ekonomik konumun dışına çıkmalarını önlemek amacıyla başkalarına gıpta etmemelerini tavsiye etmesi ve bu çerçevede de mülkiyeti özendirmemesi gibi bir durumun, özel mülkiyetin önemini her fırsatta dile getirip onu özendiren muhafazakârlıkla ne kadar uyumlu olduğu sorulması gereken bir sorudur. Ancak, her ne kadar Orta Çağın bu hâkim kurum ve değerleri muhafazakârları etkilemişse de muhafazakârlığı Orta Çağ ile başlatmak yine de doğru olmaz. Nitekim Vincent da, Morton Auerbach’ın Salisbury’li John’un onikinci yüzyıl eseri olan “Policraticus”’u katışıksız, yani saf anlamda bir muhafazakâr eser olarak göstermesini yanlış bir yaklaşım olarak değerlendirmektedir71. Dolayısıyla, Orta çağı olsa olsa muhafazakârlığın ancak ön tarihi olarak nitelemek mümkündür.

Muhafazakârlığın ön tarihinin bir olgunluk dönemine girmesi için 18.YY’ı beklemek gerekmiştir72. Bu tarihten itibaren muhafazakârlık sistematik bir biçimde ve belli değerler üzerinde yükselen bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. Muhafazakârlığın bir ideoloji olarak belirmesi 18.YY sonunda cereyan eden Fransız devriminin başlangıcına ve onu takip eden sürece

71 Andrew Vincent: a.g.e., s. 59

72 Anthony QUINTON: a.g.m., s.250

denk düşmektedir. Dolayısıyla, bir kere daha söylemek gerekirse, daha önceki dönemlerde muhafazakârlığa bütünsel bir ideoloji, doktrin ya da felsefe olarak rastlamak mümkün değildir. Nitekim, muhafazakârlık kavramının ilk defa kullanılışı da Fransız Chateaubriand73 tarafından “La Conservateur” isimli bir derginin 1800’lerin ilk çeyreğinde, o dönemde güçlenmeye başlamış olan demokratik ve başka türden radikal fikirlerle mücadele amacıyla yayımlanmasına denk düşmektedir. O tarihten önce

“muhafazakâr” ve “muhafazakârlık” kavramlarına rastlanmamaktadır. Fransız devrimi ve onun sonuç ve etkileri, muhafazakârlık kavramının ve onun içerdiklerinin somut bir biçimde ortaya çıkmasını sağlamış ve onu siyasal anlamda adından sıkça söz ettiren bir düşünce haline getirmiştir. O tarihten itibaren devrimin sadece Fransız toplumunu değil dünyadaki bütün toplumları alt üst edeceği net biçimde anlaşılınca, yani devrimi durdurmanın ve onun yayılmasını engellemenin gerekliliği görülünce, muhafazakârların temel saldırı hedefi modernite ve onun tezahürleri olmuştur.

Fransız devrimine yönelik muhafazakâr tepkinin başlıca nedeni devrimin, aydınlanmanın siyasi sonucu olması, daha doğrusu, o şekilde değerlendirilmesidir. Fransız devrimi, birçok insan fakat özellikle de muhafazakârlar tarafından aydınlanmacı fikirlerin deneme alanı olarak görülmüş ve dünyanın o zamana kadar görmediği ve bilmediği pek çok yenilik ve gelişmeyi beraberinde getirmekle suçlanmıştır. Bu bağlamda, Fransız devriminin aydınlanma felsefesinden devraldığı eşitlik, özgürlük, insanlığın sürekli ilerleyip gelişmesi, insanın mükemmelleşebileceği74 ve insan hakları gibi fikirler yerleşik toplumsal ve siyasal yapıya yönelik en büyük tehditler olarak algılanmıştır. En az bu ilkeler kadar tehlikeli olan diğer bir husus da, yenilik ve gelişme olarak sunulan radikal değişimlerin Fransa

73 Nisbet, Chateaubriand’ı, Fransa’nın 19.YY’daki De Maistre, De Bonald ve Lamennais’la birlikte ismi anılması gereken dört önemli muhafazakâr fikir adamından biri olarak görmektedir. Bkz. Robert Nisbet: “Muhafazakârlık”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Çev. Erol Mutlu, Der. Tom Bottomore ve Robert Nisbet, Ayraç Yayınevi, Ankara 2002, s.96-98

74 Andrew Vincent: a.g.e., s. 60

dışına yayılarak başka ülkeleri de etkileme potansiyeli taşımasıdır75. İşte bu yoğun endişe ve korku, muhafazakâr düşünceyi beslemiş olan en temel unsurdur. Gerçekten de, bu gelişmeler tepki olarak, muhafazakârlık biçiminde karşı görüşlere ve yaklaşımlara yol açmıştır. Zira, pek çok yerleşik kurum, değer ve zihniyetin zaten bir süredir maruz kaldığı sarsıntılara, tabir caiz ise, son darbeyi indiren ve onların tekrar canlanmalarını büyük ölçüde önleyen bu devrim olmuştur76. Muhafazakârlığı, bu yönüyle, başta Fransız devrimi olmak üzere evrensel düzeydeki tüm sosyal düzenleri zamanla belirli yönde dönüştürme projelerine karşı tepkinin adı olarak nitelendirmek yanlış olmaz.

Muhafazakârların, devrim biçiminde olsun olmasın, bütün toplumsal dönüşüm projelerine (yani toplum mühendisliği projelerine) bugün de, en azından teorik düzeyde ve eskisi kadar katı olmasa da, karşı oldukları gözden kaçmamaktadır.

Muhafazakârlığın ortaya çıkmasına neden olan tek olay Fransız devrimi değildir. Muhafazakârların en az Fransız devrimi kadar tepkisini çeken bir diğer gelişme de “Sanayi Devrimi” ya da “sanayileşme” denen olgudur. Sanayileşme, bütün kurum ve kurallarıyla birlikte, geleneksel topluma aykırı olarak değerlendirilmiştir77. Bireyin toplum, topluluk ya da cemaatlere bağımlı olduğu, dolayısıyla, onlar tarafından şekillendirildiği geleneksel toplumun, sanayileşmenin unsur ve sonuçlarıyla uyuşmasının mümkün olmadığı düşünülmüştür. Zira, sanayileşmenin söz konusu insan topluluklarını yok ederek toplumun uyum, ahenk, birlik ve düzenini bozacağı

75 Burke’ün en önemli katkılarından biri, Devrimin Fransa ile sınırlı kalmayıp tüm insanlığı tehdit edeceğini çok erken bir dönemde öngörebilmiş olmasıdır.

76 Bu noktada Fransız devriminin yol açtığı olaylarla ilgili bir görüşe değinmek gerekir. Bu görüş Devrimin kesin bir kırılma yarattığı görüşüdür. Oysa Alex de Tocqueville’in “Eski Rejim ve Devrim“ isimli eserinde ileri sürdüğü ve pek çok tarihçinin de desteklediği sava göre, Fransız devrimi esasında sanılanın aksine eski rejimle yeni rejim arasında ani kırılmalara yol açmamıştır. O zaten bir süredir Fransız toplumunda devam ede gelmekte olan hoşnutsuzlukların yol açtığı dönüşümlere belki son noktayı koymuş, ancak buna rağmen sanki her değişikliğe o sebep olmuş gibi bir hava uyandırmıştır. Alexis de Tocqueville: Eski Rejim ve Devrim, Çev. Turhan Ilgaz, İmge 2.

baskı; aynı kitap içinde Mehmet Ali Kılıçbay; Nisbet, Tocqueville’in bu yargısında gerçek payı bulunduğunu belirtmekle birlikte, Devrimin, aydınlar da dâhil birçok insan tarafından, tarihte o güne kadar toplumsal ve düşünsel anlamda eşi benzeri görülmemiş bir olay olarak algılandığını belirtmektedir. Bkz. Robert Nisbet: a.g.m., s.100–101

77 Robert Nisbet: a.g.m., s.102

varsayılmıştır. İşte bu yüzden, sanayileşme, sonuçları dikkate alındığında, topluma indirilmiş ağır bir darbe olarak değerlendirilmiştir. Muhafazakârlar, sanayileşmeyi bu yönüyle, Beneton’un da belirttiği gibi, 19.YY toplumuna acı çektiren en temel olaylardan biri olarak görmüşlerdir78. Nisbet’in buhar ve iplik eğirme makinalarının79 çıkardığı gürültüyü o dönemin muhafazakârlarının

“Şeytan’ın senfonisi” 80olarak algıladığını belirtmesi, bu yeni gelişmenin bazı toplum kesimlerince nasıl algılandığını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Daha önceden bilinmeyen bu gelişmelere muhafazakârlar potansiyel tehlike olarak bakmışlar, yaşanan bu gelişmelerin, büyük toplumsal zararlara yol açacağına inanmışlardır. Nitekim de öyle olmuş, yaşanan yenilikler toplumda telafisi mümkün olmayan büyük zararlara yol açmıştır.

Dönemin geleneksel toplumlarının karşılaştıkları zararların en büyüğü, radikal değişim ve dönüşümler sonucu geleneksel yapıların alt üst olmasıdır.

Bunu, kişinin mahvolmasına yol açacak olan toplumun çözülüp dağılması süreci izlemiştir. Muhafazakârlara göre, insanlar arasındaki geleneksel organik ilişkilerin yerini mekanik ilişkilerin alması, hâkim sosyal sınıfların konumunun zayıflaması ve eski hiyerarşik düzenin alt üst olması hedeflenen ve istenen radikal değişim ve dönüşümlerin bir kısmıdır. Yaşanan bu değişimlerle birlikte toplum gitgide mekanik bir hal almış, dolayısıyla da insanlar arasındaki somut, yakın, duyguya dayalı ve ahlaki yükümlülükler temelindeki ilişkiler yerini soğuk, gayrı şahsi ve faydacı ilişkilere bırakmıştır81. İnsanlar daha önce hiç görülmediği ölçüde birbirlerine yabancılaşmışlardır.

Bunun asıl anlamı ise, insanların köklerinden kopartılmalarıdır. Beneton’a göre sanayileşme, insanları köklerinden kopartarak makinelerin hizmetine

78 Philippe Beneton: Muhafazakarlık, s.90

79 Ünlü muhafazakâr edebiyatçı Carlyle de sanayileşmenin en temel olgularından olan makinalaşmanın insan hayatı üzerindeki etkilerini muhafazakâr bir bakışla çok güzel resmetmiştir.

Carlyle’a göre mekanikleşme bireyin en özel, en temel inançlarına kadar kök salmıştır ve bunun zehirli meyveleri hayatının bütününü ve bütün faaliyetlerini çepeçevre kuşatmıştır. Carlyle’dan aktaran Philippe Beneton: Muhafazakarlık, s. 94

80 Robert Nisbet: Conservatism - Dream and Reality, s.28

81 Philippe Beneton: Muhafazakarlık, s.90

sokmuştur82. Bu, çok radikal bir değişimdir. İnsanlar bir kez köklerinden, yani can damarlarından kopartıldıktan sonra radikal değişim ve dönüşümlere açık ve amade hale gelirler. Tüm bunlar, muhafazakârlarca, toplumsal yapıda ortaya çıkan telafisi imkânsız zarar ve arızalar olarak değerlendirilmişlerdir.

Bu zararlara örnek olarak başta aristokratlar olmak üzere bazı toplumsal sınıfların durumu gösterilebilir. Eski düzende egemen olan sınıflar, özellikle

Bu zararlara örnek olarak başta aristokratlar olmak üzere bazı toplumsal sınıfların durumu gösterilebilir. Eski düzende egemen olan sınıflar, özellikle