• Sonuç bulunamadı

Modern Dönem ve Post-Modern Siyasal Düşüncesinde Kadın

A KADIN VE SİYASAL YAŞAM / WOMEN AND POLITICAL LIFE

BATI SİYASAL DÜŞÜNCESİNİN ÇEKİNGEN KİTLELERİ: KADINLAR WITHDRAWN MASS OF WESTERN POLITICAL THOUGHTS: WOMEN

3. Modern Dönem ve Post-Modern Siyasal Düşüncesinde Kadın

Batı siyasal düşüncesinin modern dönemdeki önemli simalarından biri olan Machiavelli, kadınlara zaman zaman geleneksel ve hatta düşmanca roller vermiştir. Birçok yazar, Machiavelli’nin kadınların, sadece aşk nesnesi olduğuna, erkeklerin erdemlerini zayıflattıklarına ve siyasi yaşama zıt olduğuna, kadınların apolitik yada antipolitik olduklarına inandığını iddia etmiştir. (Clarke, 2005; 230) Kadının doğası, talih yolunu izleyip, isteyerek köleliğe düşen çekingen kitleleri ima ederken, elit olanların yalnızca erkekler olduğu görülmüştür. Machiavelli, her ne kadar kadın düşmanı olarak iddia edilse de, geleneksel olan herşeyi sorgulamıştır. Antik dünya ve Ortaçağ dünyasına egemen olan erkekler ve kadınlarla ilgili görüşleri de sorgulamıştır. “Devletler kadın yüzünden nasıl yıkılır”ı tartışırken, asıl sebebin yanlış yönetim, sınıflar arası bölünmeler olduğunu ifade ederek, örneğine dahil olan kadınların sadece tesadüfi birer aktör olduğunu açıkça belirtmiştir. Özet olarak, Machiavelli’nin düşüncelerinde, erkek ya da kadın bedenleri içinde doğmuş olsa da insanlar, hala erdemlerini yerine getirirler ve ya elitler gibi davranarak özgürlüklerini garanti altına alırlar ya da pasif bir şekilde talihe tabi olurlar ve yollarına çıkan şeyleri elde ederler. Biyoloji, herkes için bir kader değildir.(Tannenbaum, Schultz, 2011; 178.)

Dini amaçlarından sapan Katolik kilisesine karşı yapılan Protestan reformu da, uzun dönemde kadınlar için yok denecek kadar az sayıda değişiklik getirmiştir. Protestan liderler, başlangıçta papaya karşı mücadelelerinde kadınların da desteğini almışlar ve geleneklerin ötesine geçmek için kadınları cesaretlendirmişlerdir. Reform hareketi tamamlandıktan sonra ise kadınları, geleneksel anne ve eş rollerine geri döndürmüşlerdir. Reformun liderlerinden olan Luther ve Calvin, kadınların statüsünde daha fazla bir değişim taraftarı değildir, sadece kadınları, kutsal kitapları okumaya teşvik etme değişimi yapmışlardır. Protestan reformuyla siyasal özgürlüklerine kavuşmayı hayal eden kadınlar için, Luther’in tanımlaması şu şekilde olmuştur: “Kadının erkekten farklı bir canlı olduğunun kanıtı, sadece farklı organlara sahip olması değil, aynı zamanda zekâ bakımından da çok zayıf bir varlık olmasıdır. Havva, Adem gibi Tanrı’nın suretinde yaratıldığı kabul edilen çok soylu bir mahluktu, yani, adalette, bilgelik ve kurtulmada Havva, yine de bir kadındı… ve erkeğin saygınlık ve şerefine eşit değildi”. (Tannenbaum, 2011; 201.)Bu söylemleriyle Luther, gerilere dönüş yaparak Antik dönemdeki erkek rasyonelliğine inandığını, kadınların zekâ bakımından erkeklerden aşağıda olduğunu ifade etmiştir. Yönetim konusunda da yine Antik dönem

düşüncesiyle hareket ederek, erkeklerin yönetim, kadınların itaat haklarından bahsetmiş ve kadınları eve kapatmıştır. Şöyle ki “Yönetim kocanın elinde bulunur ve kadın da Tanrı’nın emrine istinaden ona itaat etmeye zorlanır. Erkek evi ve devleti yönetir, savaşır, sahip olduğu şeyleri savunur, toprağı işler, inşa eder, bitki yetiştirir, vs. Kadın…evde kalmalıdır ve dışarıdaki ve devletle ilgili bu işleri yönetme yeteneğinden mahrum biri olarak, hane halkının işlerini gözetmelidir” demiştir. (Tannenbaum, Schultz, 2011; 202.) Batı toplumlarında kadınlar hakkında zaman zaman isyanlar, talepler ve söylemler olsa da, bütün bunlar 18. yüzyıla kadar hiçbir siyasi teori tarafından desteklenmemiştir. Modern siyasal düşüncenin ünlü isimlerinden biri olan İngiliz John Locke, monarşinin kutsal hak iddiasına karşı davasına yardımcı olduğu zaman kocalarla karılara eşit muamelede bulunmuş olsa da, buna bir yardımı olmadığında ölçüsünü değiştirir ve siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitsizliği onaylamıştır. Locke, ataerkilciliğe karşıdır fakat, kamu otoritesinin efendi ile hizmetçi, kocayla karı gibi özel egemenlik biçimleriyle karşılaştırılabilir olmadığına, konumları ne olursa olsun tüm insanların Tanrı’nın suretinde yaratıldığına ve siyasal sürece katılmak suretiyle rasyonel olarak sözleşme yapacaklarına ve doğal haklarını koruyacak eşit kapasiteyle doğduklarına inanmıştır. Fakat aile mülkiyeti konusunda kararı yine kocaya vererek, kadına ikincil bir statüyü mutlaka verir. Düzenli olarak ya gebeliğe hazırlıktan ya da çocukları taşımaktan dolayı, tüm süreç boyunca bedenleri göze çarpacak ölçüde acı çektiği için, çocuk doğurma yılları süresince kadınlar, uzun bir süre kuvvetsiz düşmenin ızdırabını çekerler. Bu, kadının düzenli yetersizliği ışığında, bir kadının evlilik sözleşmesini kabul etmesinin ve bunun sonucunda evlilikteki ikincil statüsünün onun rasyonel çıkarına olduğunu şeklinde temellendirilmiştir. Ailedeki bağımlılığın, siyasal bağımlılığa da yol açtığını ifade eden Locke, birçok yazara göre, kocanın siyasal alanda ailenin tümü hakkında konuşmasını haklılaştırmıştır. Evlilik sözleşmesi, aynı zamanda kadınların, siyasal olarak kendilerini temsil etmeleri için, erkekleri yetkilendirmeleri şeklinde ifade edilmiştir. Böylece yurttaşlık konusunda saf dışı kalmışlardır. (Tannenbaum, Schultz, 2011; 251-252)

Hemen akabinde J.J. Rousseau, hükümetin önemli işlerinin yalnızca erkeklerin elinde bulunması gerektiğini, kadınların yurttaş olarak katılımlarına herhangi bir fırsat tanımayı reddeden doğal ve geri alınamaz cinsiyet ayrımını ileri sürmüştür. Kadınların aile içindeki ikincil konumları, onları yurttaşlıktan dışlar, bunun nedeninin ise, kadınlarının ev işlerinde faydalı, fakat kamusal faaliyet için gerekli olan yargı türünden mahrum bir akıl türü olduğunu söylemiştir. “Kadınların cinsel fonksiyonu, onların bütün varlığını kapsar, bu fonksiyon, kadının insanlığından çok, onun kendisini tanımlar. Kadınlar, fiziksel olarak erkeğin arzusu ve erkeğe itaat etmek için yaratılmışlardır, öyle ki her kadın bir kocanın adaletsizlikleri ile haksız davranışlarına bile yakınmadan katlanabilmeyi öğrenmelidir küçük yaşta. Kadınlar eğer kamusal alana girer de, erkeklerin kamusal faaliyetlerini örnek almaya çalışırlarsa, kendilerini olduğu kadar siyasal süreci de yozlaştırırlar ve artık kadın ve anne olmak, onlara uygun düşmez” ifadeleriyle, Rousseau kadının kamusal alandan uzak durmasını, çocuklarına ve kocasına göstereceği içtenlik ve sevgiyle erkeklere

cömertlik ve arkadaşlık gibi erdemler konusunda ilham olacak birer model sunacaklarına dair ifadelerde bulunmuştur. (Ağaoğulları; 2012, 581),

18. yüzyıl filozoflarından olan David Hume, kadın hareketlerinin artmasıyla birlikte, eşitlikçi bir görüş sergilemiştir. Hume, erkeklikle aklı kadınlıkla tutkuları denkleştirmek, erkeklerle kadınları basmakalıp tipler haline getirirken, cinsler arasındaki bu farkların zorunlu aşağılık ve üstünlük getirmeyeceğini söylemiştir. Gerek Hume gerek Edmund Burke ve gerekse Immanuel Kant, aydınlanma döneminin filozofları olarak, o döneme kadar geçerliliğini korumuş hem aklın, hem de gelenek ve göreneğin kapasitesinin kadın ve erkeklerin özgürleşmesine bir temel sağlamak için yeterli olmadığı görüşünde birleşmişlerdir. (Tannenbaum, Schultz, 2011; 310) İnsanları aydınlatmaya çalışmayı, cumhuriyeti ve demokrasiyi bir erdem olarak gören Montesqueu, genelde başka milletlerin kadınlarına atıf yaparak, çağının hâkim değer yargılarını yansıtan bir şekilde kadınların seçme ve seçilme haklarından yararlanmaması gerektiğini düşünmektedir. Hatta öyle ki, kadınları bir yurttaş olarak bile görmemiştir. Montesquıeu, kadınlar hakkında şu ifadeleri kullanır: “ Kadın milletinin bir hayli başarı sağladığı gülünç olma sanatından başka hiçbir işe yaramayan o zarafet sanatı…; Kadınlar, zayıf yaratıklardır; kibire değil, boş şeylere kaptırırlar kendilerini…; Kadınların eve hakim olmaları, hem akla hem doğaya aykırıdır.” (Ağaoğulları, 2012; 552)

Batı siyasal düşüncesinin belki de kadınlara en yakın olan ismi John Stuart Mill’dir. Mill, erkek ve kadınlarla ilgili güçlü eşitlikçi hükümlere sahip olan bir isimdir. Ataerkil ailenin bazı yönlerine karşı çıkan ve ev içi işlerine devletin müdahale etmesini destekleyen cesur ve uzak görüşlü bir feminist olarak tanımlanan Mill’e göre; iki cins arasındaki var olan sosyal ilişkileri düzenleme ilkesi, bir cinsin diğerine hukuken tabi olması, bizatihi yanlıştır ve şimdi insan gelişiminin en önemli engellerinden biridir; ve bu ilke, ne bir tarafa güç veya ayrıcalık, ne de diğer tarafa yetersizlik veren tam eşitlik ilkesiyle yer değiştirmelidir. Evlilik kurumu konusunda biraz daha ileri giderek, bu kurumun kadınları, çocukları, mülkiyetleri ve kendi bedenleri üzerinde hakları olmayan yasal köleler haline getirdiğini söylemiştir. Fakat bunun dışında kariyer ve eğitim alanlarında kadınlarla erkeklerin eşit olması gerektiğini savunmuştur. Bunun için de şartı vardır aslında. Kadın, kariyer ya da evlilikten birini tercih etmek zorundadır, kadın iş ve siyasette erkeklere katılacaksa, ya bekâr, boşanmış ya da ev içi sorumluluğu olmayan yaşlı kadınlar olmalıdır demiştir. (Tannenbaum, Schultz, 2011; 333) Mill, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik biçiminin güce dayalı, diğer tüm egemenlik biçimlerinden farklı olduğunu düşünür. Erkeklerin kadınları yönetimi tamamen iktidar hırslarından kaynaklanmaktadır. Ona göre, bazıları tarafından bir gönüllülük veya rıza durumunun söz konusu olduğu dillendirilse de, kadınların böyle bir durumdan memnun olmadıkları açıktır. Bu durumun daha doğru anlaşılabilmesi için kadınların kendilerini ifade edebilme olanaklarına sahip olup olmadıklarının göz önünde bulundurulması gerekir. Mill, bu durumu şöyle açıklar: “duygularını yazı yazarak iletmek olanağını bulan kadınlar ortaya çıktığından beri (ki bu, toplumun onlara

kullanma iznini verdiği tek iletişim biçimidir) giderek artan sayıda kadın, içinde yaşadıkları toplumsal koşullara karşı olduklarını dile getirmiştir.” Mill’in bu yorumundan da anlaşıldığı gibi, kadınların, erkeklerin iktidarına karşı uzun yıllar sessiz kalmaları, bu bağımlılığı benimsedikleri ya da onayladıkları biçiminde yorumlanması tamamen bir yanılgıdır. Kadınların kendi köleliğine sessiz kalmalarının temel nedeni, toplumların, kadınların erkeklerin iktidarına karşı seslerini yükseltecek kadar ya da hak arayışına girecek kadar henüz yeterince demokratikleşmemiş olmalarından kaynaklanır. Mill, kadınların oy hakkı, erkekler gibi iyi bir eğitim alma ve şimdiye kadar kendilerine kapalı olan iş alanlarına yönelik istekte bulunmalarını onların, toplumdaki sosyal konumlarından memnun olmadıklarının açık bir ifadesi olarak görür. (Geçit, 2013)

Post-modern siyasi düşünürlerinden Friedrich Nietzsche ve Sigmund Freud, 20. yüzyıl siyasal hareketlerinde önemli etkileri olmalarına rağmen, kadınlarla ilgili görüşleri, kadınların özgürleşme hareketlerine tam ters bir tutum sergilemişlerdir. Her ikisi de kadınların Antik Yunan geleneğinden gelen rollerine bağlı kalmasını istemişlerdir. Freud’un açıklamalarına göre, kadın cinselliği ve iğdiş olgusu önemlidir. Freud’a göre, kadında iğdiş, kadınlığın yapısını oluşturan bir aşağılık duygusu yaratmaktadır. İlk aşamada kız çocuğu, bu iğdiş edilmenin, kişisel bir olay olduğunu, ikinci aşamada ise bütün kadınların iğdiş edilmiş olduklarını keşfederek, kadının iğdiş edilmesinin doğal ve evrensel nitelikli olduğunu öğrenmektedir. Bundan dolayı erkeklerin bu aşağı cins hakkında duydukları hor görmeyi paylaşmaya başlamaktadır. (Onur; 66) Kadını, cinsel evrimiyle doğuştan itibaren erkeklerden ayıran Freud’un toplumsal ve siyasal etkinlikte kadınların var olmasını istemesi neredeyse imkânsızdır.

Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabının “Yaşlı ve Genç Kadınlar Üzerine” bölümünde kadınlar hakkındaki düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir; “Zerdüşt, önce, kadında her şeyin bir bilmece olduğunu ve ondaki her şeyin tek çözüm yolunun gebelik olduğunu dile getirir. Erkek, amaç olan çocuk için, bir araçtır. Kadın ise, erkek için tehlike ve oyun isteyen bir oyuncaktır. Erkek savaş için, kadın ise savaşçı olan erkeği dinlendirmek için eğitilmelidir. Ona göre, gerisi ancak delilik olur. Savaşçı olan erkek tatlı yemiş sevmez, acı yemiş olarak kadını sever. Sonra, kadının çocukları erkekten daha iyi anladığını belirten Zerdüşt, erkeğin kadından daha çocuk olduğunu ifade eder. Erkeğin içinde bir çocuk gizli olduğundan oynamak istemektedir. Kadınlar da erkekteki çocuğu bulmalıdır. Bu noktada Zerdüşt, kadının henüz gelmemiş bir dünyanın erdemleriyle ışıldayan, el değmemiş güzel bir değerli taş gibi oyuncak olmasının sorun olmayacağını belirtir. Kadınların sevgisinde bir yıldız parlasın ve umutları “üst insanı doğurmayı istemek” ve sevgilerinde yiğitlik olsun, şeref olsun diyen, bunun dışında kadının şereften anlamadığını belirten Zerdüşt, daha sonra kadınların şerefinin sevildiklerinde hep daha çok sevmek olması gerektiğini söyler.

Ancak, kadın sevince her şeyi gözden çıkardığı ve değersiz gördüğü için erkek seven kadından, ama aynı zamanda nefret eden kadından da korkmalıdır. Çünkü erkek gönlünün derinliğinde kötü iken, kadın bayağıdır/basittir Zerdüşt’e göre. Kadının en çok kimden nefret ettiğini soran Zerdüşt, üzerinde önemle durulması gereken şu cümleyi dile getirir: “Demir şöyle demiş mıknatısa: En çok senden nefret ediyorum, çektiğin, ama kendine doğru sürükleyecek gücün olmadığı için.” Kadını demir olarak düşünürsek, sadece (kendine) çeken erkekten nefret ettiğini ama kendine sürükleyen erkeği yeğlediğini söyleyebiliriz. Yani mıknatıs gibi çeken, tahakküm kuran, kendine mal eden erkekten ziyade etkileyici olan, kendi derinliğine doğru sürükleyen, gönlünü açan erkeği yeğler kadın. Zerdüşt’e göre erkek mutluluğunun “istiyorum”da, kadın ise mutluluğunun “o istiyor”da olduğunu düşünmektedir. Söz dinleyen kadın dünyanın hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünür. Zerdüşt kadınların söz dinlemesi ve yüreğine bir derinlik bulması gerektiğini belirtir. Kadının gönlü yüzeydir; sığ sular üzerinde hareketli, fırtınalı ince bir zardır. Erkeğin gönlü ise, derindir ve ırmağı yer altı mağaralarında gürülder. Zerdüşt, böylece, kadının erkekteki bu gücü sezebileceğini ama kavrayamayacağını iddia eder.” Bölümün sonu yaşlı kadının Zerdüşt’e verdiği “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” sözüyle tamamlanmıştır. Bazı feminist kesimlerce şiddetle eleştirilen bu ifadelere karşılık, Nietzsche’nin aslında kadının (erkeği) yönetme arzusunu, güç istemini, gücü kendine çekme istemini ifade etmeye çalıştığı da söylenebilmektedir. (Becermen; 2013;32)