• Sonuç bulunamadı

Batı Siyasal Düşüncesi Sonucu Çekingen Kitlelerin Hareketliliği ve Feminizm

A KADIN VE SİYASAL YAŞAM / WOMEN AND POLITICAL LIFE

BATI SİYASAL DÜŞÜNCESİNİN ÇEKİNGEN KİTLELERİ: KADINLAR WITHDRAWN MASS OF WESTERN POLITICAL THOUGHTS: WOMEN

4. Batı Siyasal Düşüncesi Sonucu Çekingen Kitlelerin Hareketliliği ve Feminizm

Batı siyasal düşüncesinde kadının yeri evrelerini kronolojik sırayla verdikten sonra, 17. yüzyıl İngiltere’sine geri dönecek olursak, kadın düşünce ve hareketlerinin bu dönemde başladığını görebiliriz. Özellikle John Locke, ifadelerinde, herkesin özgürlüğünü korumadaki eşit haklarından bahsetmiştir, bunlardan bahsederken aslında kadının değil, erkeklerin haklarından bahsetmektedir. Yine bu haklardan bahsederken, aynı zamanda devrim hakkına da değinir ve bu söylemlerinden “Kadınların hakkı yok mudur? Kadınların erkeklerin zorbalıkları karşısında isyan etme hakları yok mudur?” gibi sorular çıkmıştır. Eğer tüm insanların doğal hakları varsa ve kadınlar da insansa, bundan kadınların da erkekler ile aynı haklara sahip oldukları zorunlu olarak çıkmaz mı? sorusuna karşın iddialar, Mary Wollstonecraft’ın ilk kez İngiltere’de 1792’de basılan Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Haklılık Kanıtı) adlı eserinde ayrıntılarıyla ele alınmıştır. (Arnhart, 2011; 246.) Feminist bazı söylemlere göre Locke, kadın hakları ile ilgili feminist ilgili olarak kadın ve erkek hemfikir olamıyorsa, nihai karar, doğal olarak daha muktedir ve güçlü olan erkeğin payına düşer” ifadesiyle, aslında kadın ve erkeğin tam eşitliğini onaylama konusunda tereddüt yaşadığını iddia etmiştir. (Arnhart, 2011; 247.) Bu tereddütü yaşamış olsa bile Locke’un kadın haklarına karşı anlayışlı olduğu kendisine bu konuda yapılan eleştirilerde bile ortaya çıkmıştır.

Özgürlük ve eşitlik kavramlarının sıkça kullanıldığı bir ortamda, kadınların da siyasal ve toplumsal mücadelesi başlamıştır ve bu dönem esas olarak, 18. yüzyıla denk gelmektedir.. Nitekim, kadının eşitsiz konumunun bilincine varıp bunun değiştirilmesi için mücadele etmek anlamına gelen feminizmin doğuşu da bu döneme rastlar. Cinsiyet ayrımına karşı mücadele veren ve bu problemin giderilmesine yönelik düşünce üreten ideolojilerin başı olarak “feminizm” ortaya çıkmıştır. Feminizm, “kadınların erkeklere göre dezavantajlı, […] ikincil bir konumda olduğu, ezildiği [ve] sömürüldüğü noktasından hareket eder” Feminist bilinç, kadınların ezilen bir gruba mensup olduklarının ve dolayısıyla haksızlığa uğramış olduklarının farkına varmalarını ve bu haksızlığın doğal değil de toplumsal/kültürel bir olgu olduğunu kavramalarını içerir. Ama burada kalmaz; bu haksızlığın düzeltilmesi için mücadele edilmesine, mücadelenin bağımsız bir biçimde yürütülerek örgütlenmesine ve aynı zamanda da alternatif bir gelecek vizyonu oluşturulmasına uzanır.

Kadınların ezilmesi ve onlara karşı ayrımcılık uygulanması bilinen tarih boyunca hep vardır, ama gene bilinen tarih boyunca bu ezilmeye karşı sistemli bir karşı çıkışı her zaman göremiyoruz. Çünkü gelişmiş bir feminist bilincin ortaya çıkması, kadınların evlilik dışında bir ekonomik alternatife sahip olmalarına ve kendi ekmeğini kazanan anlamlı sayıda bir kadın grubunun varlığına bağlıdır. Ancak bu tür önkoşulların varolması durumunda kadınlar, ataerkil sisteme karşı düşünsel ve toplumsal alternatifler oluşturabilirler. Batı’da bu önkoşulların ipuçları 17. yüzyıldan itibaren kendini göstermeye başlar, ve daha önceki feminist yapıtların ötesine geçen sistemli bir feminist teorinin doğuşu da 18. ve 19. yüzyıllara tarihlenmiştir. (Berktay, 2004, s.4) Feminizm, toplumda cinsiyetler arasında erkeğin üstün, kadının ikincil konumunun politik bir ilişki olduğundan hareketle politik mücadelenin bu konumu değiştirebileceği öne sürerek, bu görüşlerini evrensel eşitlik ilkelerine dayandırarak ortaya atmıştır. (Özgün, 2012; 347) Tarih boyunca tüm dünyada, gerek siyasi, gerekse dinsel açıdan kadının cinsiyet ayrımcılığına maruz kalması ve ikincilleştirilmesi, zihinlerde o kadar yerleşmiştir ki, ortaçağ Hıristiyanlığı tarafından sürekli destek gören, Havva’nın temsil ettiği öne sürülen hayvansılık düşüncesinin hüküm sürdüğü 17. Yüzyıl İngiltere’sinde devam eden bu ikincilliğe karşın kadınların verdiği bir dilekçe dikkat çekici görünmektedir: “Kadınlar sizin gözlerinizde öylesine küçümsenen varlıklardır ki, onların dilekleri ya da yakınmaları hiçbir biçimde dikkate alınmaya değmez… Erkekler, askerler tarafından yataklarından çıkarılıp zorla evlerinden alınırken, kendileri, karıları çocukları ve aileleri korkulara sarılıp darmadağın edilirken, bizleri evlerimizde tutabilir misiniz?.. Sessizce oturup evlerimizde mi kalalım? (Özgün, 2012;348) Dilekçedeki serzeniş yine savaşa alınan yine erkeklerle ilgili olsa da kadınların artık evlerinde oturmayacaklarına dair başkaldırıyı ifade etmesi açısından çok anlam taşımaktadır.

Dünyanın ilk modern feministi ünvanını alan Mary Wollstonecraft’a1 göre, doğal ayrılıklar açısından

kadınlar, rasyonel hayvanlar olarak insanlıkları bakımından erkeklere eşittirler. Bundan dolayı da erkeklere ait doğal hakların aynısına sahiptirler. Doğal farklılıkları açısından ise kadınlar, bağımsız olmadıkları ve erkekler kadar iyi eğitim almadıkları zaman, eş ve anne olarak doğalarını gerektiği gibi gerçekleştiremezlerdir. (Arnhart, 2011;246)

Wollstonecraft’ın ardından, 1800’lü yılların başında, iki kadın yazar, aynı düşünce yapısını devam ettirmişlerdir. Bunlardan birisi Frances Wright, diğeri ise Sarah Grimké’dir.

Wright, Wollstonecraft’ın kadınların eğitimi üzerine olan düşüncelerini devam ettirmiştir ve eşitsizliğin kökenlerinin kadınlar ve erkeklerin farklı eğitim süreçlerinden geçirilmesi olarak görmüştür. Buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylemiştir. Grimké ise, radikal bir kanatta yer almaktadır. Kendisi köleliğin kaldırılması için mücadele etmiştir ve feminizm ile anti-ırkçı düşünceler arasında nispeten erken bir bağ kurmuştur. Bunların yanında kadınların siyasal temsili ve özel alan gibi günümüzde hala tartışılmakta olan pek çok şeyi ilk defa dillendiren kişi Grimké olmuştur. (Ulusoy; http://www.academia.edu)

1840 ve 1850’li yıllarda kadınların oy hakkı hareketinin “ilk dalga feminizm” adı altında ortaya çıkışına kadar feminist fikirler geniş kitlelere henüz ulaşmamıştır. 1848 yılında gerçekleştirilen Seneca Falls toplantısı kadınların hak eşitliği yolunda yaptığı ilk tarihi eylem ünvanını almıştır. Bu eylem sonucunda Duygular Bildirgesi yayınlanmış ve kadınların oy hakkı için çağrıda bulunulmuştur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden esinlenerek yazılan bildirgede, kadınların konu ettiği despot, “Büyük Britanya Kralı” değil “erkek” olmuştur. 1850’lerde İngiltere’de örgütlü bir hareket gerçekleşmiş, 1867’de kadınların oy hakkı için bir imza kampanyası başlatmaları sonucunda John Stuart Mill’in Avam Kamara’sına sunduğu bu önerge reddedilmiştir. Bundan sonraki dönemde yaklaşık 51 yıl süren ve yasadışı militan bir boyut kazanan kadın hareketlerinin ilk dalgası 1893 yılında kadınların Yeni Zelanda’da oy hakkı elde etmeleriyle sona ermiştir. 1918 yılında İngiltere, 1920 yılında da ABD’de kadınlar oy hakkını elde etmişlerdir. (Özgün, 2012; 350).

Yirminci yüzyılın başlarında batılı ülkelerin çoğunda kadınlara oy hakkı hareketinin başarıya ulaşması, kadın hareketini başlangıçtaki amacından ve örgütleyici ilkesinden yoksun bırakmıştır. Ancak 1960’lı yıllarda “ikinci dalga feminizm” ortaya çıkmıştır. Bu yıllarda büyüyen Kadının Özgürlük Hareketi (WLM), talepleri daha radikal, hatta kimi zaman devrimci nitelikte olmuştur. Feminist teori ve doktrinler

1 Dünyanın ilk feministi olarak Mary Wollstonecraft olarak bilinse de kendisinden önce yazar olarak öne çıkan Aphra Benn

(1640-1689), ve ilk İngiliz feminist olarak tanımlanan Mary Astell (1666-1731) vardır. Wollstonecraft, ilk modern feministti. Mary Astell, “ Tanrı erkeğe olduğu gibi kadına da akıllı ruhlar vermiştir; öyleyse onu kullanmaları neden yasak olsun? diyerek, kadınların kendi yaşadığı dönemde uçarı ve aklıyla hareket edemeyen varlıklar olarak görülmesinin doğal bir yetersizlikten değil hatalı yetiştirmeden kaynaklandığını ve bunun eğitim yoluyla giderilebileceğini ileri sürmüştür. ATILGAN, AYTEKİN, 2012; 349. Kadının, Tanrı’nın kendisinin onuru ile birleştirip onuru ile yarattığı rasyonel yaratıklar diyerek çalışmalarına yön vermiştir. Ostrowski, http://augustinecollective.org.

birbirinden farklıydı fakat, onların ortak özelliği, hangi yolla olursa olsun, kadının sosyal rolünü geliştirmeye ilişkin ortak arzuları olmuştur. Feminizmin başlıca temaları, ilk olarak toplumun cinsel veya toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle karakterize edilebileceği, ikinci olarak ise, erkek iktidarını yansıtan bu yapının yıkılabileceği ve yıkılması gerektiği şeklinde ifade edilmiştir. (Heywood, 2011;92)

İkinci dalga feminizmin merkezi Fransa olmuştur. 1945 yılına kadar Avrupa’nın büyük bölümü ve ABD’de kadınlar erkeklerle büyük oranda yasal ve siyasal eşitliği sağlamışlardı. Kadınlar, bu eşitliklerin sağlanmasıyla, kadınların özgürleşmesinin gerçekleştiğine inanmışlardır. Fransa, bütün bunların çok gerisinde kalmıştı. Sağda cumhuriyet karşıtlarından Katoliklere, solda sosyalistlere kadar siyasi kültürün bütününü birleştiren nokta, kadının yerinin evi olduğu fikrinde kalmıştı ve ayrıca Fransa’da bir feminizm geleneği de yoktu. 20. yüzyılın ortalarında Fransa, şaşırtıcı bir biçimde yeni feminist teorinin çıkış yeri olmuştur. (Özgün; 2012; 352). Fransa, aslında daha önce birçok kadın hareketine şahitlik etmiştir. Tarihe geçmiş en önemli olay, tüm dünyayı etkileyen Fransız Devrimi olmuştur. Eşitlik ve özgürlük uğruna Fransa’da yaşanan devrim ve akabinde yayınlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”’nde, devrime kadın desteğinin de alınmasına rağmen, devrimci kadınlar yurttaş ve insan haklarının içerisinde kadınların olmadığını, bahsedilen hakların aslında erkek hakları olduğunu söylemiş ve buna karşı çıkmışlardır. Nitekim, devrim sürecine destek veren kadınların, 1789 tarihli (Declaration des droits de l’homme et du citoyen) “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi” hazırlanırken “homme” sözcüğü yerine “homme – femme” (erkek-kadın) yazılması talepleri de kabul edilmemiştir. Bu nedenle, devrimci kadınlar 1791 tarihinde “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisini” ilan etmişlerdir. Fransız Devrimiyle birçok ülkeyi etkileyen eşitlik, özgürlük hareketi, kadın yurttaş için erkekle eşit kazanım sağlamamıştır. Kadınlar devrim yıllarında verdikleri mücadelelerle bazı haklar kazanmışlarsa da, söz konusu haklar “erkek ve kız çocukların eşit miras payı almaları; kamusal alanda kadınların tanıklık yapmaları” gibi medeni haklar olup, kadınlar için siyasal haklar öngörülmemiştir. Bu bakımdan, 1791 tarihli “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisi” daha sonra kadın haklarına yönelik çalışmaları etkileyen ilk yazılı belgedir. Bildirinin 1. maddesinde “Kadın özgür doğar, hukuksal olarak erkekle eşittir” denildikten sonra, 13. maddesinde kadın yurttaşların haklarının güvence altına alınması kamu yararının gereği olduğuna yer verilmiştir. Fransız Devrimiyle mülk sahibi olanlara tanınan Kurucu Meclise girebilme hakkının, kadınlara da bir yurttaş hakkı olarak tanınmasını sağlamak üzere Bildirinin 17. maddesinde mülk edinmenin hem erkek hem de kadın için kutsal ve dokunulmaz olduğu kabul edilmiştir. Ancak, Bildiriyi hazırlayan Olympe de Gouges, 1793 yılında “doğa kurallarına başkaldırarak, yönetenin erkek, yönetilenin kadın olması anlayışına aykırı davranması” nedeniyle giyotine mahkum edildiğinde, kararı veren “Devrimci Mahkeme”nin idam gerekçesi, başka söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. Gerekçede, “Olympe de Gouges “kendi cinsine yaraşmayacak şekilde politikayla ilgilendiği için ve ölümü diğer kadınlara ibret olsun diye, mahkum edilmiştir” denilmiştir. Böylece Bildiride kadın yurttaşlar için talep edilen haklar uzun zaman kağıt üzerinde kalmış ve yaşama

geçirilememiştir. (Moroğlu, www.tukd.org.tr), (Göztepe; 185-189) Bu teorinin ortaya çıkmasında

Fransa’da “Kadın doğulmaz, kadın olunur” düsturuyla ön plana çıkan kadının özgürleşmesindeki en büyük engelin biyoloji ya da siyasal ve yasal kısıtlamalar, hatta kadının ekonomik durumu olmadığını, asıl engelin toplumda “kadınlığın” kuruluş biçimi olduğunu ileri süren feminist söylemleriyle tanınan bir isim daha Simone de Beauvoir’( 1908-1986) un katkısı büyük olmuştur. (Özgün, 2012; 352). Kadın içkinliğe mahkûm edildiği için erkek gibi çalışamamış; insanlığın başarı ve eserler tarihindeki yerini alamamış; erkek gibi düşünememiş ve erkeklerin kendi aralarında kurdukları Heidegger’ci anlamda birlikte-var olmaya, katılamamıştır. İnsanlık tarihini felsefeye, edebiyata, pozitif ve sosyal bilimlere, nihayet insan başarılarına katkı yapan kadınların sayısı bakımından incelediğimizde bu tarihin bir bakıma kadına karşı ayrımcılığın tarihi olarak da okunabileceğini görürüz. Beauvoir’a göre kadının var olma içinde yerini alamamasının çok önemli bir nedeni de kadınların kendilerini ortaya koyamamaları, bir “biz” oluşturamamaları, birbirlerine destek olmamaları, ortak bir anlayış ve dayanışmaya çoğu zaman rahatlarını bozmamak için yanaşmamaları olmuştur. Kadınları eleştirerek şöyle demiştir Beauvoir: “Kadınların eylemleri sembolik bir galeyandan öteye gitmemiştir; erkeklerin onlara bahşettiği imtiyazlarla yetinmişlerdir. Hiç bir şeyi (uğrunda savaşarak) almamışlar; sadece verilenleri kabul etmişlerdir.” Kadınlar büyük ölçüde Beauvoir’ın “ebedi kadın miti” dediği, çoğunluk çelişki barındıran anlatının içinde yaşar ve ölürler. Bu mite göre kadın, “hem idol ve hizmetkar, hem yaşam kaynağı ve karanlık bir güç, hakikatin ilksel sessizliği, yapaylık, dedikodu ve yalan; sağaltıcı ve büyücü; erkeğin avı ve aynı zamanda onu mahfeden şey; erkeğin olmak istediği ama olamadığı her şey, hem erkeğin yadsınması hem de varlık nedenidir.”Bütün bu karmaşık sıfat ve yüklemleri taşıyan “kadın” hiçbir zaman mitsein anlamında insani düzene katılamamıştır. Bir deyişle, hep muğlak bir varlık alanında kalmıştır. Beauvoir, Hegelci bir tavırla tarihin yasasının diyalektik olduğunu olumlama sureti ile kadınların bir gün dışlanmaya tabi varlık statüsünden çıkacaklarına ve kadın mitinin bir gün sona ereceğine dair umutludur. (Durudoğan ; 5-6) Almanya’da kadın hareketi diğer ülkelerden farklı olarak sosyalist bir çizgide gelişmiştir. Alman Sosyal Demokrat Parti liderlerinden olan August Bebel, kadınlara eşit haklar tanınmasını savunmuş, kadınların ancak sosyalizmle kurtuluşa ereceğini iddia etmiştir. Sosyalist kadın liderlerinden Clara Zetkin, sosyalizmin sadece emekçi kadınlarla zafere ulaşabileceğini savunmuştur. Fakat, her ne kadar Alexandra Kollontai, Clara Zetkin, Rosa Luxemburg gibi önemli kadın düşünce ve eylem insanları sosyalist hareket içerisinde yer almışsa da bunların partiler içerisindeki konumu çoğunlukla ikincil kalmış ve yaptıkları işler önemsenmemiştir. 1917 yılında Rusya’da Çarlık düzeni büyük bir iç savaş sonucunda yıkıldı ve yerine sosyalist bir rejim kurulmaya başlandı. Bu durum hem Avrupa’da hem de Rusya’nın komşusu olan diğer Asya ülkelerinde hem olumlu hem de olumsuz büyük dönüşümlere sebep olmuştur. Devrimin özellikle ilk on yılında kadın haklarına dair önemli işler yapıldı. Evlilik kurumunun kaldırılmaya çalışılması, boşanmada kolaylıklar sağlanmıştır. Çamaşırhaneler, bulaşıkhaneler, aşevleri gibi kadınların yapmak

zorunda olduğu düşünülen işlerin kolektif bir biçimde halledilebilmesi için yeni kurumlar açılmıştır. Fakat bu kazanımların hiç biri korunamamış ve devrim sonrası Rusya’da devrim öncesinden çok da farklı olmayan durumlar devam etmiştir. Stalin’in iktidarı elde etmesi ve resmi Marksizm-leninizm ideolojisi dışında tüm düşünceleri burjuva ideolojisi sayması sosyalist düşünceler ile feminizm arasındaki bağın kopmasına sebep olmuştur. (Ulusoy; http://www.academia.edu)

Üçüncü dalga halinde gelen feminizm, 1980 ve 1980 arasında ortaya çıkarak yenilenmiş bir strateji ve referans ile kadınların politikada ekseriyeti teşkil etmesi gereğini dava edinmiştir. Ancak, iki süreç bu gelişmelere eşlik etmiştir; birincisi radikalleşmeden uzaklaşma sürecidir. Burada; 1970’lerin başında feminizmi nitelendiren uzlaşmama konumundan geri adım atılmıştı. Bunun sonucunda “post feminizm” fikrinin yaygınlaşması görülmüştür; yani feminist hedeflere büyük ölçüde ulaşıldıkça kadın hareketi “feminizm ötesi”ne kaymıştır. İkinci süreç parçalanma sürecidir. Radikal veya eleştirel sınırları gevşetmek yerine feminist düşünce, radikal bir farklılaşma sürecinden geçmiştir; böylece feminizm içinde “ortak bir zemin” bulmak zorlaşmış, belki de imkansız hale gelmiştir. Bütün bunların içerisine, “Çekirdek” feminist geleneği, yani liberal, sosyalist/Markist ve radikal feminizme ilaveten post-modern feminizm, psikoanalitik feminizm, siyahi feminizm, lezbiyen feminizm vs. eklenmelidir.(Binici; 2013)

Birçok ideolojinin içine girip daha sonra çıkar yol bulamadığı zaman ayrışan feminizm ve feministler, nihayetinde 1990’lı yıllara kadar Batı toplumlarında ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda etkin olmuşlardır. Zaman zaman kararlı duruştan geri adım atılmış olsa da, feminizmin varlığı inkâr edilemez bir durumdadır. Günümüzde feminizm, kadınların sesi olarak, 19. Yüzyıl demokratik ve ekonomik öznenin ya da kadın yurttaşın ve kadın emekçinin birleşmesini yani tüm beklentileri ve sorunları gündeme taşımaktadır.

SONUÇ

Avcılık ve toplayıcılık yani doğal işbölümünden başlayan İlkçağ dünyasından, Ortaçağ dünyasından günümüze devam eden tarihi süreçte cinsiyet ayrımından başlayıp erkeğin hâkimiyetine bırakılan bir dünyanın düşünceler çerçevesinde incelenmesi gerekçeli şekilde tüm sonuçlarıyla ortadadır. Batı siyasal dünyasındaki kadın, tüm dünyada olduğu gibi batı dünyasında da hemen her dönem ikincil bir statüde, erkeğin aşağısında yer almıştır. Aile içinden başlayarak devlete giden süreçte, kadının aile dışına çıkmaması için yapılması gereken ne varsa yapılmış, her döneme damga vuran siyaset filozofları tarafından bu durum, oldukça engellenmiştir.

Batıda Aydınlanma hareketlerinden sonra bile, akıl ve bireycilikle çözülen tüm sorular nedense kadını yerinden oynatamamıştır. Elbette bunda kadınların da durumlarını doğal bulup kabullenmelerinin payı büyüktür. Kadın başından itibaren, kocasına itaat eden çocuk doğurup yetişmelerini sağlayan ve ev işlerini düzenleyen bir varlıktır. Erkeğin tamamlayıcısıdır. Bütün bunları yaparak kocasına, evine, çocuklarına ve

hatta devletine karşı olan görevlerini yerine getiriyor demektir. Kadınların kendileri hakkındaki bu düşünce ve kabullenişleri, onları kamusal alanın dışına itmiştir zaten. Bundan başka erkek, kadının başka türlü düşünmesini ve hareket etmesini istemez. Antik dönemden itibaren erkek egemendir, erkek güçtür ve bu gücün kadınlara bir takım haklar verilerek sarsılması, erkek için güç kaybı ya da kadınsılık olacaktır. Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ve bu dinin kadın hakkında verdiği haklar ve görevlerle perçinlenen kadının doğal durumu hep geri planda ya da erkek söylemiyle olması gerektiği yerde kalmıştır.

Biyolojik ve fizyolojik özellikleriyle erkeklerden ayrılan kadınların, bahsedilen rasyonellik eksikliği ve biyolojik zayıflığı, ortadan kaldırılsaydı ne olurdu? Cinsiyet, biyolojik değil de sosyal olarak algılansaydı, kadınlar, toplum ve siyasetten bu kadar uzaklaşır mıydı, bu şekilde görülür müydü? Batı siyasal düşüncesini şekillendiren bütün filozoflar, yazarlar, 18. yüzyıla kadar birçok sorunun cevabını bulmaya çalışırken, bu soruyu belki de hiç sormamışlardır. Çünkü her şey doğuştandır, değiştirilemezdir. Erkek doğuştan rasyonel, aklı her zaman aktiftir, kadın ev işleriyle, çocuklarla uğraşmaktan, bütün yetkilerini hatta yurttaşlığını bile erkeğe vermiş, aklı da hep pasif kalmıştır. Modern siyasal düşünce içerisinde de bir ikilemin içinde kalan kadın, siyasal bir düzene rıza gösterecek kadar hem özgür ve rasyonel, hem özgür ve rasyonel olmayan olarak düşünülmüştür. Amaç yine bir şekilde kadınların erkeklere göre ikinci derecede olmalarının aslında uygun olduğu görüşünde yatmaktadır. Batı siyasal düşüncesi, kadını mevcut yerinde tutmak için bir çeşit kılıf aramaktadır ve aslında bu kılıfı bulmakta da çok da zorluk çekmemişlerdir. Bugün hala aynı konular üzerinde tartışma devam etmektedir. Batı dünyası, feminist söylemleri kabul edip, kısmen kadınların hakları ve kadın-erkek eşitliği konusunda önemli yerlere geç de olsa, gelmiş olsa bile küreselleşen dünyada kadının hala dünyanın birçok yerinde hak ettiği ekonomik ve siyasal özgürlüğüne ulaştığını söyleyemeyiz. Günümüz parlamentolarında kadın sayısı erkek sayısının çok altındadır. Bunun nedeni kadınların siyasetten uzak kalmayı tercih etmeleri sayılabileceği gibi dış etkenler de olabilir. Kadına seçme ve seçilme hakkı verilmesinin yeterli olmadığı anlaşılmış, seçme ve seçilme özgürlüğünün de verilmesi gerekmektedir. Çünkü hala pek çok ülkede kadınlar, eşlerinin seçimleriyle yani geleneksel kalıplarla bu haklarını kullanmaktadırlar. Hükümetler tarafından, kadınların siyasal hayata teşvik