• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.1.2. Ziya Gökalp’in BaĢlıca GörüĢleri

3.1.2.2. Millet ve Millî Mefkûre

3.1.2.2.1. Millet Nedir?

Gökalp, milletin ne olduğunu açıklamadan önce, ne olmadığını açıklamaktadır. Böylece, milleti tanımlarken sayılan bazı bileşenlerin Gökalp tarafından kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Gökalp, temeli eğitime dayanan harsı bir milleti millet yapan en önemli unsur olarak görmektedir. Kısacası, aynı eğitimden geçmiş olmak aynı kültürü paylaşmak ve sonuç itibarıyla aynı milletin üyesi olmak için yeterlidir.

Gökalp‟in millet anlayışına geçmeden önce, ona göre “milletin ne olmadığına” bakıldığında; öncelikle, milletin kesinlikle coğrafî bir topluluk değildir. Bunu kanıtlayan örnekler mevcuttur. Arabistan yalnızca Araplardan oluşmamakta, İran yalnızca Acemlerden oluşmamakta ve bünyesinde ciddî sayıda Türk ve Kürt nüfus barındırmaktadır. Aynı biçimde Anadolu‟da da pekçok Kürt aşireti ve köyü bulunduğu gibi, nüfusun büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu şehirlerde de pekçok Türk köyü bulunmaktadır(Gökalp,1992ç:225). Oğuz Türklerine Türkiye‟de, Azerbaycan‟da, İran‟da ve Harzem bölgesinde rastlandığı gibi; Alman, Fransız ve İtalyanlardan oluşan İsviçre‟de de bir değil, üç millet bulunması, coğrafyanın milleti oluşturmada belirleyici olmadığına örnektir (Gökalp, 2007b: 182-183).

İkincisi, millet ırk ve kavimle eş anlamlı değildir. Çünkü toplumlar tarih öncesi çağlarda bile ırk bakımından saf olmamışlardır. Gökalp‟e göre sosyal özellikler organik kalıtımla değil, eğitimle aktarıldığı için ırkın millî karakter üzerinde hiçbir rolü bulunmamaktadır (Gökalp, 1992ç: 225-226). Gökalp, “Benim hakikî babam Filip değil, Aristo‟dur. Çünkü birincisi maddî varlığımın, ikincisi manevî varlığımın doğmasına sebep olmuştur.” diyen Büyük İskender gibi toplumdan gelen manevî varlığı, ırktan gelen maddî varlıktan üstün tutmaktadır; çünkü insanın kişiliği bedeninde değil ruhundadır (Gökalp, 1992ç:228).

Üçüncüsü, millet bir imparatorluk içinde ortak bir siyasî hayatı paylaşanların toplamı da değildir. Dolayısıyla, bünyesinde kendine özgü harsa sahip, çok sayıda millet bulunan Osmanlı İmparatorluğu‟nun kozmopolit tebaasına “Osmanlı milleti” adının verilmesi, Gökalp (1992ç; 226) tarafından bir hata olarak nitelenmiştir. Gökalp‟e

(2007c:686) göre milletin esası halktır. Halk homojen bir toplulukken, ahâli heterojen bir topluluktur. Osmanlıcada bu iki kelimenin aynı anlamda kullanılması, karışıklıklara yol açmıştır. Milletin esası halk olduğuna göre, Türk milleti de Türk halkından oluşmalıdır.

Gökalp, dördüncü olarak, bir kişinin kendini herhangi bir millete ait hissetme özgürlüğü olduğuna da inanmaz; çünkü her insan duygusal olarak içinde yaşadığı, eğitimini aldığı ve kültürünü benimsediği topluma bağlıdır. Bazı insanlar sonradan başka bir millete ait olabileceğini “zannetse” de, bu onun elinde değildir; çünkü milliyet dışsal bir gerçekliktir (Gökalp, 2007b: 183).

Kişinin sonradan, kendi iradesiyle bir milletin parçası olabileceği fikrine karşı çıkmakla, Gökalp‟in kendi “ „Türküm‟ diyen her ferdi Türk tanımaktan; yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çâre yoktur.” (Gökalp, 2007b:185) cümlesiyle çeliştiği iddia edilebilir. Çünkü bu cümleye göre kendini Türk hisseden herkesin Türk milletinin bir parçası olduğu ve dolayısıyla köken olarak Türk olmayan kişilerin de sonradan Türk olarak adlandırılmasına açık kapı bırakıldığı sonucu çıkmaktadır.

Gökalp‟e göre milletin ne olmadığı açıklığa kavuşturulduğuna göre, artık ne olduğu açıklanabilir. Gökalp‟e (1992ç:227) göre millet; “… ne coğrafî, ne ırkî, ne siyasî, ne de iradî bir zümredir. Millet, dilce müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bulunan harsî bir zümredir.” Gökalp (2007b:183), bir topluluğu millet yapan bağı, sosyolojinin verilerinden hareketle eğitimde ve kültürde, yani duygularda katılım olarak belirtir. Buna göre millet; “… lisan, din, ahlâk ve bediiyat bakımlarından müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden müteşekkil bir cemiyet”tir. Bir kişi, hangi milletin eğitimini almışsa, o milletin bir parçasıdır ve ancak o milletin idealleri uğruna çaba harcayabilir. Bu nedenle millî olanda Gökalp‟in ifadesiyle “soy sop” aranmaz, çünkü her şeyden önce eğitimin ve ideallerin millî olması şartı aranmalıdır.

Toplumsal evrimin ileri aşaması olan harsî millet, Gökalp‟e göre “gerçek toplum”dur, yani bir kavmin kendini gerçekleştirmesidir. Bu anlamda, varılacak olan nihaî bir hedeftir. Çünkü millet, kolektif vicdanın en yüksek biçimidir ve yapısal

farklılaşma ve işlevsel uzmanlaşmanın ortaya çıktığı en ileri aşamadır (Parla, 1989:67). Gökalp, bu evrimci ve determinist anlayışında, önemli ölçüde Durkheim ve Tönnies‟ten etkilenmiştir (Kongar, 1982: 45).

Gökalp‟e (2007b:219) göre, feodal beyliklerdeki ya da imparatorluklardaki onun deyimiyle “câmi‟a” (Bir devletin savaş yoluyla başka kavim veya dinlerden toplulukları kendine bağlamasıyla oluşan siyasî kuruluş. Feodal beylikler veya imparatorluklar buna örnektir.) tarzı hayat, hem boyunduruk altındaki kavimler için hem de egemen kavim için zararlıdır. Gökalp‟e göre Osmanlı İmparatorluğu‟nun egemen kavmi Türkler bu duruma çok uygun bir örnektir. Türkler; Osmanlı İmparatorluğu‟nun kurucusu iken, bu gittikçe genişleyen ve çok katmanlı bir yapıya bürünen kozmopolit câmi‟ada “raiye” konumuna düşmüşlerdir. Egemen unsur olduklarından dolayı kolluk kuvvetleri hep Türkler arasından oluşturulmuş, buna karşılık diğer kavimler hem kültürel hem de maddî bakımdan zenginleşmiştir.

Gökalp (1992c:217-218), imparatorlukların çözülüp, millî devletlerin kuruluşunu hazırlayan süreçleri askerlik görevinin herkes için zorunlu kılınması ve ordunun millîleşmesi, meşrutiyet, basına özgürlük getirilmesi ve eğitimin yaygınlaştırılması olarak açıklamaktadır. Bunların her biri millî bir halk için geçerli olabilir. Dolayısıyla millî devlet, ancak millî karakterli bir halka dayanmanın sonucunda ortaya çıkabilir. Gökalp‟e göre halkı yalnızca bir milletten oluşan bir devlette meşrutiyet ve basın özgürlüğü yararlıdır; fakat halkı kozmopolit bir devlette tehlikeli birer silah hâline gelebilecekleri için temkinli kullanılmalıdır.

“Meşrutiyet, her ferde seçim hakkı vererek ona bir nev‟i hükümranlık tevcih ediyor” diyen Gökalp‟e (1992c:218) göre bu hakkın zararsız bir şekilde kullanılabilmesi için eğitimin herkes için parasız ve yatılı hâle getirilmesi zorunluluğu ortaya çıkarmaktadır. Zorunlu eğitim, askerlik görevi için de bir önkoşul niteliğindedir. Okur- yazar nüfusun artması ise gazetelere kamuoyunun duygu ve düşüncelerine tercüman olma zorunluluğu getireceğinden gazeteler de halkçı bir niteliğe bürünecektir.

Gökalp, önceleri bireylere seçim hakkı tanıyan, basın özgürlüğünü sağlayan meşrutî bir yönetimin getirdiği hak ve özgürlüklere göre, vatandaşların devlete karşı yükümlülüklerini ve devletin onlara karşı sorumluluklarını daha iyi kavrayabilmeleri

için parasız ve zorunlu eğitimi önermiştir. Ancak, daha sonra bu görüşlerine imparatorluklardaki milliyetçi akımları da hesaba katarak biraz daha açıklık getirmiş ve parasız-zorunlu eğitimin yaygınlaştırılması konusunda devletin karşı karşıya kalabileceği sıkıntılara dair şöyle öngörülerde bulunmuştur:

Tahsilin devlet tarafından umuma yayılması mes‟elesi ortaya çıkınca, tahsilin hangi lisanda cereyan edeceği hakkında birtakım anlaşmazlıkların ortaya çıkması da gayet tabiî bir hâldir. Çünkü bir memlekette birçok lisanlar mevcut olup da, her lisanda gazeteler çıkıyorsa, bu gazeteler mensup bulundukları lisanların tahsil ve terbiyede esas olmasını istemekte, gerek cemiyet ve gerek menfaat bakımından ilgi duyacakları tabiîdir (Gökalp, 1992c: 218).

Gökalp‟e (1992c:219) göre farklı dillerde gazetelerin yayımlanması sonucunda gün geçtikçe her dilin etrafında kendine has harsa sahip bağımsız bir millet oluşmaya ve merkezî hükümet eski ağırlığını yitirmeye başlayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya gibi imparatorlukların böyle süreçlerle çözülüşü dil faktörüne din faktörü de eklenirse daha hızlı gerçekleşecektir.

3.1.2.2.2. Millî Mefkûre

Gökalp, Batı dillerindeki “ideal” sözcüğünün ve Türkçedeki “ülkü” sözcüğünün yerine, “mefkûre” sözcüğünü tercih etmiştir. Gökalp‟in mefkûre sözcüğüne yüklediği anlamlar, günlük dildeki ideal ya da ülkü sözcüğünün içerdiği anlamlardan çok daha fazlasını ifade etmektedir. O nedenle, bu çalışmada da bu iki sözcük yerine, mefkûre sözcüğü tercih edilmiştir.

Gökalp‟e (2007a: 70-71) göre tıpkı bir tohumun büyüyüp yeşermesinde olduğu gibi milletin de döllenme ve yeşerme aşamaları bulunmaktadır. Bir millet savaş veya istilâ gibi büyük bir felâketle karşı karşıya kaldığı zaman, tek tek bireylerin şahsiyetleri erir ve millî bir şahsiyet doğar. Buhranlı dönemler, milletlerin yaratılış günleridir.

Gökalp‟in bir tohumun döllenme evresine benzettiği bu günlerde ortaya çıkan, bireysellikleri millî şahsiyetin içinde eriten dayanışma duygusu, “mefkûre”dir. Bir millet tehlikedeyken onu bireyler değil; ancak milletin bizatihi kendisi kurtarır. Bu kurtarıcı irade, genel ve kolektif bir iradedir.

Felâket ve buhran dönemi atlatıldıktan sonra da mefkûre duygusu devam etmektedir. Yaratıcı mefkûreye sahip olan bir devlet, ölümsüzdür. Oysa mefkûresiz devletler her an kopabilecek bir kıyameti beklerler, yok olup gitmeleri kaçınılmazdır. Bir milletin benliğini ancak büyük felâketlerin yaşandığı dönemlerde hissedebileceğini düşünen Gökalp, milletin mefkûresini idrak edişini, bir çocuğun “ben” duygusunu hissetmeye başlamasına benzetir. Çünkü buhranlı dönemler dağınık bir halka milliyet ruhu ve aile vicdanı aşılar. Ruhunu bulan millet, kim olduğunu, nereden gelip nereye gideceğini, üstleneceği tarihî rolü kavramaya başlar (Gökalp, 2007a: 71-72).

Mefkûreye „hayal‟, „gaye‟, „emel‟, „dilek‟ diyenler var… mefkûre, bir millet tarafından mâzîde büyük bir buhran zamanında hakikaten yaşanmış ruhî bir hâlet, zihnî bir mevcudiyettir; ne yaşanmamış bir hayal ne de istikbalde yaşanacak bir gayedir. Mefkûre, hâlin mürebbisi ve istikbalin hâlıkı (yaratıcısı) olmakla beraber, mâzîsinden gelip onu istikbaline doğru iten fikrî bir hamlesidir. O hâlde „idée‟den müştak „idéal‟ gibi, „fikr‟den müştak olan „mefkûre‟yi bu mevkide isti‟mâl etmek (kullanmak) daha münasiptir (Gökalp, 2007a: 73).

Gökalp‟in yaptığı mefkûre tanımına göre, bireysellik mefkûrenin verdiği coşkunun içinde kaybolmakta; birey, kişisel çıkarlarını bir kenara bırakıp, toplum yararına çabalamaktadır. Aslında yaradılışı bakımından bencil olan birey, biyolojik yapısı olan “ferdiyet”ten toplumsal nitelikli “şahsiyet”e ulaşmaktadır. Ferdiyetin özelliği neşe, üzüntü, korku, öfke gibi duygusal olaylar iken, şahsiyetin bilinci toplumsal olaylarla ortaya çıkmaktadır (Heyd, 1950/1979:62-63).

Gökalp (1980:168), mefkûrenin “hedef” ile karıştırılmasıyla ilgili olarak ise mefkûrenin “mâşerî” (toplumsal/kolektif), hedefin ise “ferdî” (bireysel) olduğunu

söylemektedir. Ona göre mefkûre yaratıcı bir hız ve yaratıcı bir hamledir. Hedef ise düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir maksattır. Mefkûreyi yaratan toplum olduğu halde, hedefi yaratan bireyin kendisidir.

Kısacası mefkûre, toplumdaki kenetlenmeyi artırıcı, bireysel menfaatlerden uzak kolektif bilinç/ruh/vicdandır. Toplumun soyut ve manevî varlığı olan mefkûre, bireylerdeki bencilliği törpüleyip onları özgeciliğe doğru yöneltmektedir. Gökalp‟in düşüncesinde mefkûre, bir insan topluluğuna millet olma bilincini kazandıran yoğun bir ortak duyguyu işaret etmektedir.