• Sonuç bulunamadı

2.1.2. Ziya Gökalp

2.1.2.2. Ziya Gökalp ve Türkçülük

Gökalp, Selanik‟e gidinceye kadar Osmanlıcılık fikrine inanmıştır. Daha sonraki yıllarda ise dilde sadeleşme akımıyla birlikte olgunlaşan Türkçülük fikirleri farklı aşamalardan geçerek ve çok katmanlı bir ideoloji hâlini almıştır. Gökalp‟in Türkçülüğü, çoğu zaman Pantürkizm ile karıştırılmıştır. Bu başlık altında, Türkçülüğün Osmanlıcılıktan farkı ortaya konduğu gibi, neden Pantürkizm olmadığı da anlatılacaktır.

Gökalp‟e (2007a:63) göre Osmanlılık siyasetini ortaya atanlar Türk olduğu için, aslında bu siyaset “Türk olmayanları Türkleştirmek”ten başka bir şey değildir. Çünkü “Osmanlılık”tan kasıt devlet ise zaten herkes bu devletin bir bireyidir; dili Osmanlıca olan yeni bir millet yaratmak ise bu millet, Türk milletinin başka bir adla anılması olacaktır. İşte, bunu anlayan diğer unsurlar, kendi milliyetlerini savunmak amacıyla maddî ve manevî tüm olanaklarıyla seferber olmuşlardır. Türkler ise aksine, üç dilden oluşan Osmanlıcayı kendi dilleri kabul ederek, halk gibi konuşup yazmayı gericilik saymışlardır. Gökalp‟e göre Tanzimat ruhu, halka Meşrutiyet ile birlikte kullanmaya hazırlanmadığı bir egemenlik verdiği halde, kullandığı kendi dilini vermemiştir. Dolayısıyla, Osmanlıcılığı savunanların Türk halkının milliyetinden ve millî tarihinden bahsetmesine tahammül edememiş olması normaldir.

Gökalp‟e (2007a:45-46) göre önce gayrı-müslimlerde, ardından Arnavut ve Araplarda ortaya çıkan milliyetçiliğin en son Türklerde görülmesi nedensiz değildir. Çünkü, Osmanlı Devleti‟ni kuran Türklerdir ve önceleri kurucu olma saikiyle hareket ederek devlet tehlikeye düşmesin diye “Türklük yok, Osmanlılık var” demişlerdir. Fakat artık tüm dünyada 20. yüzyıl bir milliyet yüzyılıdır ve hiçbir devletin bu önemli gerçeği göz ardı edebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, Türkiye‟de de milliyetçiliğin egemen olması kaçınılmazdır ve milliyetçiliğin egemen olduğu bir ülke, ancak milliyetçiler tarafından yönetilebilir.

Gökalp (2007b:201), Tanzimatçıları Batı Avrupa‟da beş yüzyıldan beri yaşanmakta olan milletleşme sürecinin Avrupa‟nın doğusuna da sirayet edeceğini öngörmedikleri ve İmparatorluğun parçalanacağı endişesiyle Türklük realitesini görmezden gelip, Osmanlılığı öne çıkarttıkları için eleştirir. Oysa, Dünya Savaşı sonrasında Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorluklarının yıkılması kaçınılmaz

olarak gerçekleşmiştir ve artık bu milliyetçilik çağında Türklerin önünde bağımsız bir millet ve yurda sahip olma dışında, başka bir seçenek bulunmamaktadır.

İşte Türkçülük, Türklerin önünde başka bir seçenek kalmaması nedeniyle ortaya çıkmış olan bir harekettir. Gökalp, bu hareketin bir ideoloji olarak sınırlarını belirlemeye çalışmıştır. Bunun için her şeyden önce, Türkçülüğün ne olup ne olmadığını ortaya koymuştur. Türkçülüğün ideolojik sınırlarını belirlemek, harekete bir netlik kazandırması bakımından önemlidir.

Gökalp, öncelikle Türkçülerin Jön Türklerin ideolojik mirasçısı olmadığını ortaya koymak için, bu iki hareketin farkını açıklar. Gökalp‟e (1992e: 289) göre, eski Jön Türkler ile Türkçüler arasında büyük bir zihniyet farkı vardır. “Jön Türk” tabiri Fransızlar tarafından “Genç Türkiyeliler” anlamında kullanılmış, Türkçeye “Yeni Osmanlılar” diye tercüme edilmiştir. Gökalp‟e göre bu kişilere Genç Türkler demek doğru değildir; çünkü Jön Türkler Türkiyecidir. Oysa Türkçüler, Türkiye ile beraber Türklüğü de düşünmektedir. Gökalp‟e (2007b:181) göre Türkçülük, “… Türk milletini yükseltmek demektir.”

Gökalp‟e (1992e:289) göre, Türkçülüğün ilk işi devlet, ümmet ve millet kelimelerinin farkını ortaya koymak olmuştur. Buna göre devlet tâbiyet, ümmet din, milletse hars bakımından ortak bireylerin toplamını ifade etmektedir. Türkler de İslâm ümmetine, Türkiye devletine ve Türk milletine mensuptur.

“Türkçülük hakkında ne kadar sarih izahlar verilirse verilsin yine bazı zihinler tereddütten, bazı fikirler müphemiyetten kurtulamıyor” diyen Gökalp‟e (2007a:74) göre Türkçülük Osmanlılığın karşıtı değil, aksine en güçlü temsilcisidir ve Türklük, kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın gerçek güvencesidir. Ancak her yeni düşünsel veya siyasal akımda olduğu gibi Türkçülükte de aşırıya kaçan bazı gençler yanlış anlaşılmalara yol açabilmektedir.

Gökalp‟in aşırıya kaçan bazı gençler derken Tûrancı (Pantürkist) gençleri kastettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle Türkçülük ile Tûrancılığın aynı şeyler olmadığını özenle vurgulamaktadır. Gökalp‟e (2007b:186-187) göre Türkçülük ve Tûrancılık aynı şeyi ifade etmez; çünkü Türk ve Tûran topluluklarının sınırları farklıdır. Türk, bir

milletin adıdır. Millet ise, kendine özgü bir kültüre sahip topluluktur. Gökalp, Tûrancılığı Türkçülüğün “uzak mefkûresi” (uzak ideal) olarak tanımlamaktadır.

“Uzak mefkûre”nin ne olduğunu anlatmadan önce, “yakın müfkûreler”den söz etmek gerekmektedir. Türkçülüğün en yakın mefkûresi Türkiyeciliktir. Türkiyecilik, yeni kurulan millî devletle bir mefkûre olmaktan çıkmış, hayata geçirilmiştir. Bir diğer mefkûre ise Oğuzculuk ya da Türkmenciliktir. Bununla kastedilen Türkiye, Azerbaycan, İran ve Harzem‟de bulunan Oğuzların (Türkmenlerin) kültürel bir birlik oluşturmasıdır. Gökalp, bunu gerçekleşmesi gereken yakın bir mefkûre olarak önermekte, sonrasında bu kültürel birliğin siyasî bir birliğe dönüşme ihtimalini ise “şimdilik” mümkün görmemektedir (Gökalp, 2007b:186-187).

Gökalp, uzak bir mefkûre olarak Tûrancılığı açıklarken ise öncelikle yanlış bir bilgiyi düzeltir. Ona göre Tûran, kimilerinin sandığı gibi Moğollar, Tonguzlar, Finuvalar ve Macarları içeren bir topluluk değildir. Bu topluluğun bilimsel adı Tûran değil, Ural-Altay topluluğudur. Tûran sözcüğü, “Tûrlar” yani “Türkler” anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Tûran tüm Türk kollarını; yani Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Tatar, Kıpçak, Özbek, Oğuz gibi dil ve gelenek bakımından kavimsel bir birliğe sahip bulunan Türk kollarını içeren büyük Türkistan (Türk Yurdu) için kullanılmalıdır (Gökalp, 2007b:188). Ona göre Tûran, Türklerin mefkûrevî (ideal) vatanıdır (Gökalp, 2007a:77).

Gökalp‟in (2007a:77) Tûran adlı şiirindeki şu dizeler, Tûran‟ın ne olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir:

“Vatan ne Türkiye‟dir Türk için ne Türkistan; Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Tûran!...”

Gökalp‟in bu açıklamalarıyla, Türkçlüğün neden Tûrancılık olmadığı ve Tûran‟ın Türklerin ideal vatanı olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, akıllara Tûran mefkûresinin bir gün gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusu gelmektedir. Gökalp(2007b:188), bu soruya yanıt olarak, böyle bir sorunun ancak yakın mefkûreler için söz konusu olabileceğini; uzak mefkûrelerinse, -tıpkı yukarıda iki dizesine yer

verilen Tûran şiirinin yarattığı etki gibi- ruhlardaki coşkuyu artırmaya yarayan çok çekici bir hayal olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.

Parla‟nın (1989:43) da özellikle vurguladığı gibi Gökalp, özellikle 1911-1914 yıllarında yayımlanan ve 1914‟te “Kızıl Elma” adlı kitapta bir araya getirilen şiirlerindeki Tûrancı mitleri, masalları, sloganları ve metaforları yalnızca coşku arttırıcı birer unsur olarak kullanır. Onun için esas mühim olan, farklı Türk topluluklarının dil ve kültür bakımından birliğidir. Bu nedenle, Gökalp‟i iyi bilmeyenlerin ya da fikirlerini bilerek çarpıtanların, onun teorik yapıtlarını okumadan yalnızca bu şiirlerinden yola çıkarak yaptıkları değerlendirmeler yanıltıcı olabilmektedir.

Parla (1989:44), Gökalp‟in bu yıllardaki bazı şiirlerinde ve destanlarında yapmak istediğini, kendi ifadesiyle “hakikat âleminde değil hayal âleminde bir mefkûre” yaratmak olarak niteler ve bu yapıtlarda, Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve irredantist (yayılmacı) bir biçimi olan Tûrancılığa rastlanmadığına dikkat çeker. Parla‟nın ayrıca altını çizdiği bir başka nokta da, 1911-1915 yıllarının Balkan Savaşları ve Dünya Savaşı yıllarına denk geldiği ve Gökalp‟in 1915 sonrasında bu tarz şiirler yazmadığıdır.

Türkdoğan (1998:302) da Gökalp‟i “Tûran ve Kızılelma gibi boş hayallerle ömür tüketmekle” suçlayanların, onu en az anlayanlar olduğunu düşünür. Çünkü ona göre Tûran, önceden Türklerin olmuş belirli bir coğrafî alanı ifade etmemektedir. Gerçek Tûran, bir bilinçlenmedir; yalnızca bilincin kavrayabileceği, soyut bir vatandır.

Anlaşıldığı üzere Pantürkizm, Gökalp tarafından mümkün görülmemekle birlikte, Türk topluluklarının birbirinden uzak olması ve aralarındaki etkileşimin azlığı nedeniyle dil bakımından git gide ayrılacağı ve tek bir Türk milleti çatısı altında değil ayrı milletler halinde yaşayacakları tezine de karşı çıkılmaktadır. Çünkü ona göre bu tez ancak posta, telgraf ve basın gibi iletişim araçlarından yoksun Türk topluluklarının dil ve edebiyat bakımından birbirinden uzaklaşma tehlikelerinin bulunduğu dönemlerde gündeme gelebilirdi. Türklerin İslam dinini seçmeden önce, birbirlerinden habersiz olarak farklı dinleri benimsemesi ve farklı alfabeleri kullanması, bu kaçınılmaz uzaklaşmanın yaşandığına bir örnektir (Gökalp,2007a:74-75).

Gökalp (2007a:77), Gabriel Tarde‟ın “Fedodalizm devrinde şan, zâdegân sınıfındadır. Hükümdarlık teşekkül ettikten sonra şan payitahtta tecelli eder.” görüşünden hareketle, her millet için payitaht dilinin siyasî bir şana ve toplumsal bir üstünlüğe sahip olduğunu savunmaktadır. İstanbul da Türklerin tek payitahtı olduğu için, Türklerin kıblegâhıdır. Ayrıca hilâfetin merkezi olduğu için dinî bir kutsallığı da bulunmaktadır. Tüm bunlardan dolayı, “Türk lehçelerinin en güzeli, en işlenmişi, edebiyat ve ilimce en zengini” İstanbul Türkçesi, tüm Türklerin millî dili olmalıdır.

Gökalp, Türkçülüğü Tûrancılıktan net bir şekilde ayırmakla birlikte, dünyanın farklı bölgelerindeki Türk topluluklarının siyasal olmasa da kültürel olarak birbirinden ayrı düşmemesi için çare aramaktan da geri durmamaktadır. İmparatorluğun henüz dağılmadığı yıllarda ortaya koyduğu bu düşüncelerinde, hem imparatorluk hem de hilafet merkezi olması nedeniyle, İstanbul‟da konuşulan Türkçeye diğer Türk lehçelerine göre emperyal bir üstünlük tanımaktadır. Ne var ki, İmparatorluğun dağılma sürecine girişi bu görüşlerin hayata geçmesini olanaksız kılmaktadır.