• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

4.1.1. Prens Sabahaddin’in Eğitim GörüĢleri

4.1.1.1. Osmanlı Eğitim Sisteminin Ġçinde Bulunduğu Durum

4.1.1.1.2. Devletin Eğitimle Memur YetiĢtirmesi

Prens Sabahaddin, ülkedeki eğitimin niteliğini eleştirdiği gibi amaçlarını da eleştirmektedir. Ona göre ülkenin en büyük eksiği üretici kapitalist bir sınıf iken, devlet bürokrasiye eleman yetiştirmeyi tercih etmektedir.

Prens Sabahaddin‟e (2007ç:192) göre devlet, her şeyden önce memurluk mesleğini icra edecek vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Devletin açtığı okullarda devlete mutlak bir şekilde itaat eden ve geçimini devletten alacağı maaşla sağlayan memurlar yetiştirilmektedir. Devletin okullarından mezun olan gençler ticaret, sanayi ve ziraat gibi alanlara yönelememektedir; çünkü bireysel özgürlük ve girişimcilikten yoksundur.

Prens Sabahaddin (2007ç:192), gençlerin memurluğa yönelmeleriyle ilgili şunları söylemektedir: “…hükümete yaltaklana yaltaklana günün birinde onun büyük memurlarından daha doğrusu cellâtlarından biri olmak ve birçok felâketlere katlandıktan sonra birçoklarının da felâketine sebep olarak mesut olmağa çalışmak! İnsaf edelim: böyle bir memlekette istibdâd olmaz da ne olur?”

Prens Sabahaddin‟e (2007i:399) göre; ziraat, sanat ve ticarette başarılı olabilecek gençler bile devlet memuru olmaya yönelmektedir. Bu da memur sayısının artmasına, memur sayısının artması da kamusal hayatın daha da etkinleşmesine yol açmaktadır. Memur sınıfının genişlemesi, bütçede ve ülkenin genel durumunda bir devlet zaafına dönüşmektedir. Bu devlet zaafı, Tanzimat devrinin merkeziyetçi anlayışının bir sonucudur. Tanzimat, gelirleri tek merkezde toplayarak merkezî bir bürokrasi oluşturmayı hedeflerken, kamusal hayatın özel hayattan üstün tutulduğu Fransa‟yı model almıştır.

Prens Sabahaddin‟e (2007i:400) göre, Tanzimat‟tan itibaren açılmaya başlayan Batı tipi yeni okullar, ancak çağın zorlaşan koşullarına, siyasî otoritenin tahakkümünü genişleterek çare bulmaya çalışan, yönetici sınıfı yetiştirmeye yönelik eğitimin verildiği birer araç olarak toplumsal değil siyasal bir görev yerine getirmektedir. Prens Sabahaddin, genel öğretim örgütlenmesini, Avrupa karşısında devletin varlığını koruması amacıyla doğan Batılılaşma akımının eğitimdeki yansıması olarak görmekte

ve yeni okulların da ancak memurlar hiyerarşisi oluşturmaya yarayan bir okullar hiyerarşisinden ibaret olduğunu düşünmektedir.

Prens Sabahaddin‟e (2007e:252) göre insan hayatının en değerli zamanları, kişiliği ezen, esaret altında bir kışla hayatı yaşatan okullarda heba olduktan sonra; bu okullardan mezun olan gençler her türlü ezâ ve cefâya katlanan aciz birer memur olarak yaşamlarını devam ettirmektedir.

Osmanlı Devleti gibi, devlet erkinin vatandaşlardan üstün tutulduğu bir ülkede ister ziraatle geçinen köylü olsun, ister memur, hiç kimsenin ülke içindeki gayrimüslimlerle ve yabancılarla rekabet etme olanağı bulunmamaktadır. Köylüler maddî ve manevî olarak hiçbir birikime sahip olmadıkları için yaptıkları işi ilerletememektedir. Memurlarınsa maaş aldıkları devlete bağlı olmak dışında bir seçenekleri bulunmamaktadır (Prens Sabahaddin, 2007d:248).

Prens Sabahaddin, eğitimin devlete memur yetiştirmesini eleştirirken, açıkça memur sınıfını hedef almaktadır. Çünkü, bir toplumda memurluğun statüsü ne kadar yüksek olursa, bireysel girişime dayalı sektörler o denli zayıf kalacaktır. Prens Sabahattin‟e göre, gelişmiş bir kapitalizmin önündeki en büyük engel, merkezî ve hantal bir bürokrasidir.

Mardin‟e (1983:213) göre, Prens Sabahaddin Osmanlı toplumundaki memuriyetin yeri ve önemine yönelik derinlikli fikirleriyle, o güne değin hiçbir Jön Türk‟ün kalkışamadığı cesur bir toplumsal eleştiride bulunmuştur. Mardin‟e (1983:214) göre Prens Sabahattin‟e yöneltilen en sert saldırılar, “…kuşkusuz, kolayca elde edilmiş mevkilerini kendilerine sağlayan toplum düzeninin, halkı kesin olarak bir „yönetenler‟ ve „yönetilenler‟ zümresine ayıran sistemin yerine Anglosakson memleketlerinde egemen olan hayat mücadelesiyle rahatlarını kaybedeceklerini sezen kimselerden….” gelmiştir.

Aytaç (2006:2) da, memur zihniyeti ve memur toplumu kavramlarına işaret eden ilk Türk sosyal bilimcinin Prens Sabahaddin olduğunu belirtmektedir. Prens Sabahaddin bu kavramları toplumsal yapıyı açıklayabilmek amacıyla operasyonel bir araç olarak kullanmıştır. Prens Sabahaddin‟e göre, Osmanlı toplumundaki atalet, verimsizlik,

biçimsellik ve tutuculuğun sebebi, bürokratik kalıplar ve zihniyettir. Aytaç‟a (2006:9) göre Osmanlı Devleti, en başından merkeziyetçi bir şekilde örgütlendiği için, Prens Sabahaddin‟in de işaret ettiği gibi devletin yetki ve etki alanı, alabildiğine genişlemiş; resmî işler üretici işlerden üstün tutulduğu için, ticarî ve endüstriyel faaliyetlere rağbet edilmemiştir.

Osmanlı toplumunda memurluğun neden özellikle tercih edilen bir meslek olduğu sorusuna, Mardin‟in (2007b:210) Osmanlı toplumunda zenginliğin geçici bir şey olarak kabul edilme nedenlerini ortaya koyan bazı tespitleri de yanıt vermektedir. Buna göre; memurlar fazla zenginleşmiş memurların ölümünden sonra malları müsadere edilebileceği (el konulabileceği için) için, spekülatörler genel ekonomik dengeler her an değişebileceği için ve genel olarak herkes özel mülkiyet devlet tarafından sağlanan sağlıklı bir hukuksal güvenceden yoksun olduğu için, zenginliği geçici kabul etmiş ve daha fazla zenginleşmelerini sağlayacak işlere yönelmemiştir.

Bu saptamalardan yola çıkarak, belirli ve düzenli bir gelir sağlayan, bireylerin maddî durumlarını riske atmayan memurluğun üreticiliğe ya da tüccarlığa tercih edildiği iddia edilebilir. Ancak, yine de Mardin‟in bir başka yazısında (1983: 213) da belirttiği gibi, Prens Sabahaddin‟in memurluğun ülkedeki statüsüne dair söylediklerinin önemli tespitler olduğu teslim edilmelidir.

Ne var ki Prens Sabahaddin‟in, devletin sırtında yük olarak gördüğü, merkeziyetçi/kamucu yapının güçlenmesini sağlayan memurları ve bu memurları yetiştiren okulları eleştirirken öne sürdüğü argümanlar bazı yanlışlıklar barındırmaktadır. Çünkü bu okullarda öğrenim gören memur adayları devlete bağlı olmakla birlikte, onların bağlı olduğu devlet padişahın şahsında simgeleşen devlet değil, soyut bir devlettir. Bu nedenle, 19. yüzyıl ortalarından itibaren padişah otoritesine karşı etkin bir aydın ve memur muhalefeti başlamıştır.

Osmanlı Devleti‟nde, Batı tipi okullar öteden beri, bireyin değil cemaatin önemini vurgulayan, dinsel ahlâk sisteminden bilimsel ve akılcı bilgiyi esas alan bir anlayışa geçişi sağlamış ve epistemolojik bir kopuşu beraberinde getirmiştir. Her ne kadar teoride kalsa da Meşruiyet ile birlikte gündeme gelen adalet ve eşitlik gibi kavramlara dayanan bir dünya tasavvuru hâkim olmaya başlamıştır (Göçek, 1999:162).

Batı tipi okullarda okuyan öğrencilerin haftada bir kez padişaha sadakat yemini etmek zorunda olmalarına verdikleri tepkiler, öğrenciler arasındaki muhalefetin ilk belirtisini oluşturmuştur. Padişah II. Abdülhamit‟in kendisine bağlı gençler oluşturulması için okunmasını emrettiği ve “Padişahım çok yaşa!” nidasıyla son bulan yemin (Göçek, 1999:164), bir keresinde tıp fakültesinde okutulurken öğrenciler “Padişahım çok yaşa!” demeyi reddedince, Maarif Nazırı‟nın şu sözleriyle karşı karşıya kalmışlardır:

Siz nankörsünüz. Çünkü ekmek yediğiniz eli bilmiyorsunuz. Köpek bile bilir. Sizi besleyen velinimet bîminnetimiz efendimiz, padişahımızdır. Alçaklar! Sizin yiyeceğiniz, elbiseniz iyi değil, mektebinizin her tarafı akıyor. Yağmur yağınca sabaha kadar karyolalarınızı oradan oraya çekmekle meşgulsünüz. Bunları bilmiyor değiliz; fakat padişaha sadık olmadığınızdan size bakmıyoruz, hainsiniz! (Göçek, 1999: 165).

Ne var ki öğrenciler, böyle tehditlerden yılmamakta ve okulda öğrendiklerinden hareketle kendileri için bir eylem çizgisi oluşturmaktadırlar. Bir tıp öğrencisi, okulda gördüğü kimya dersinde öğrendiklerine göre, iki maddenin birleşmesinden yeni bir güç doğması gibi, despot yönetime karşı birleşilmesini önermektedir. Ona göre tıp öğrencileri yalnızca hastaların nabzına değil, siyasetin nabzına da el atmalıdır (Göçek, 1996: 167).

Tüm bu örneklerden anlaşılacağı üzere; Batı tipi okullarda yetişen öğrencilerin yeni toplum algısında, geleneksel düzen ve sultana sadakat, yerini doğa yasalarına ve Prens Sabahaddin‟in “say‟i şahsî” diye sözünü ettiği bireysel emeğe ve yurttaşları bir arada tutan bir çatı kurum olarak soyut devlete bağlılığa bırakmıştır. Artık birey ve sadakat gibi kavramlar pozitivist ve materyalist bir dünya görüşüne göre biçimlennmektedir.